29 Ekim 2013 Salı

RUHU VAR DİLİ YOK


29.10.2013 Milliyet-Ankara Gazetesi



2010 Aralık başıydı. Ulus’ta, akşam saati karanlığına kalmışım. Metroya doğru yürüyeceğim. Ulus Hali önünden Alsancak Sokak’a girdim. Oradan şimdiki Gençlik ve Spor Bakanlığı, o zamanki Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü yanındaki merdivenlerden Atatürk Anıtı’nın olduğu meydana çıkacağım.



Karanlık anıt

Çıktım. Karanlık bir meydana çıktım. Ulus Meydanı’nın soluk ışıklarının yetmediği, aydınlanması, dükkanların ışıklarına kalmış bir meydana. Atatürk Heykeli, bir karaltı meydanın ortasında. Bu anıt aydınlanmayınca ne kadar eksiliyormuş meydan, ilk kez o gün gördüm.



Daha önce ne kadar karanlık kalmıştır bilmiyorum, yaklaşık 3 ay sonra, 25 Şubat 2011’de yine yolum düştü Ulus’a. Saat akşamın 8’i. Karanlık devam ediyordu. Bu kez Ulus’taki kavşağın ortasına, güçlü ışık veren yüksek bir direk dikilmişti. Meydana verdiği ışık güzeldi ama ışık, heykeli zayıfça yalayıp geçiyordu sadece. Anıt yarı karaltı, yine eksik, boştu meydan. Elektrik donanımı çürümüş, sık sık arızalanıyordu herhalde.



Loşlukta boğulacak son cadde


Metroya doğru yürürken loş cadde ışıklarında kaybolmuş Ankara Palas’ın önünden geçtim. Ankara Palas değil de kömür deposu sanki, bu kadarcık ışık ona da sızardı zaten. Eski Meclis’e kaba mı kaba bir aydınlatma, gerisi yok caddenin. Aşağıdan yukarıya doğru, Türkiye Cumhuriyeti’nin rahmi karanlıktı. Gündüzü aleladeydi, gecesi de şık değilmiş bu caddenin; Cumhuriyet Caddesi.



Karanlığa dikkat çekebilmek, ilgilileri uyarmak açısından bir sonraki gün Milliyet Ankara Gazetesi’nde haber yaptık Heykel’in durumunu. Çıt çıkmadı. Gittim değişmedi, zaman geçti geldim, yine değişmedi. Karanlığı aydınlatacak yetkililerin, işi başından aşkındı demek. Kentin gazetelerini, okumaya zaman bulamıyorlardı.



3 yılda giderilen arıza


24 Ekim 2013, Büyükşehir Belediyesi’nden bir haber düştü önümüze: “Atatürk Bulvarı üzerinde yer alan Ulus’taki tarihi Atatürk Anıtı ile Sıhhiye’deki Zafer Anıtı ve Hitit Heykeli’nde ışıklandırma sistemleri yenilendi.” Şöyle devam ediyordu kısa haber; “Büyükşehir Belediyesi Kent Estetiği Dairesi ekipleri, Ulus’taki Atatürk Heykeli’nin ışıklandırmasını sağlayan sistemdeki teknik arızayı giderdi. Ekiplerin çalışması sonrasında Ulus’taki Atatürk Anıtı, yeniden aydınlandı.” Eli değmişken Zafer Anıtı ve Hitit Heykelini de çıkarmışlar aradan ya, 3 yıl sonra ellerinize sağlık!



Değer bilmeyen kaybeder


Cumhuriyet, mezhebi, kökeni fark etmeksizin dedelerimizin, ninelerimizin emeğiyle yoğrulmuştur. Harcına, kanı damlamıştır herkesin. Çökmüş bir imparatorluğu 4 yılda Cumhuriyet’e dönüştürmek, ancak halkın desteğiyle olabilir. Bir kesimin değil, milletin eseridir Türkiye Cumhuriyeti. Onun simgelerine sahip çıkmak, dedelerimize, ninelerimize sahip çıkmaktır. Dili yok ama ruhu var o anıtların, ilgisizlikle aşağılamakla değerinden kaybetmez. Kaybedecekse değer bilmeyen kaybeder.


90’ıncı yaşına erişen Türkiye Cumhuriyeti’nde, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramımız, hepimize kutlu olsun.

YÜRÜMÜYORDU ŞİMDİ DE BEKLETİYOR MERDİVEN


 25.10.2013 Milliyet-Ankara Gazetesi



Bu şehirde bir şey istemeye korkuyor insan. Tabiri caizse  burnundan fitil fitil getiriliyor verirken. Hızla büyümeye devam eden bir kentin, ihtiyaçları da hızla artıyor tabii ki. Çok çalışsanız da yetişemeyebilirsiniz bazen. Eğer bu sorunları öngörmemiş, daha önce planını yapmamışsanız bir de üstüne üstüne birikir sorunlar. Yetişemez değil yapamaz hale gelirsiniz bu sefer de. Ancak kentlerin yaşanabilir olması için bu sorunların çözülmesi gerekir. Geç de olsa uzun vadeli çözümler üretiliyorsa kent halkı da katlanabilir geçici rahatsızlığa. “Biraz geç olsun, güç olmasın” der. Katlanır ama geç kalmak, alışkanlık haline getirilmemişse eğer.



Davalım merdivenler

Ankara’nın, yürümeyen yürüyen merdivenleri de bu sorunlardan biridir. İster metroda ister alt ister üst geçitlerde, davalım oldu bu merdivenler. Çok nefessiz kaldım uzun ve dik tırmanışlarımda. Metrolara yürüyerek inilip, çıkıldığını da Ankara’da gördüm. 20 yıla yakındır da inip, çıkıyoruz Ankara ahalisi olarak. Başka kentlerde, başka ülkelerde görmesek doğrusu buymuş zannederdik. Kentin, bir eksikliği olduğunu bilemezdik. Değilmiş ama. Değilmiş de tırmandık işte 20 yıl.



Beton delicinin melodileri

Büyükşehir Belediyesi’nin, o dik merdivenleri yürüyen merdivene çevireceğini duyunca en çok sevinen Ankara sakinlerinden biri benimdir kesin. Birkaç hafta sonra beton delme aletleri çınlatmaya başladı metro istasyonlarını. Hem de neredeyse aynı anda bütün duraklar inliyordu gürültüden. Katlanmaz mı insan, naylon paravanların arkasından gelen sesi müzik gibi dinliyordum. Bir ay sonra o dik yokuşu tırmanan yürüyen merdivenlerde hayal ediyordum kendimi. “Bir gün bu merdivenler sebebim olacak, ortasında kalacağım” demeden  Kızılay’da, Sıhhiye’de, Ulus’ta, İvedik’te, Kurtuluş’ta, yağ gibi vijjttt çıkacaktım yeryüzüne. Gel gör ki 2 ay oldu, bir sessizliktir gidiyor metro koridorlarında.



Bekleteni çıktı başımıza

Hani 3 ay 5 ay bekler de insan, 20 yıl bekleyince biraz sabırsız oluyor tabii. O merdivenleri çevreleyen naylon paravanları gördükçe tırmanmanın yorgunluğuna bir de burnundan asabi soluma gayreti ekleniyor. Yürüyenleri yürümüyordu, bir de bekleteni çıktı başımıza. Dünya tarihi yazacak bunu; “Bekleten yürüyen merdiveni, ilk Türkler icat etti” diye.



Böylesini bulsam

Bu kent, bazen çok yoruyor insanı. İtiraz edecek, şikayet edecek takat bırakmıyor. Ankaralılar’ın duyarsızlığı, kısmen de bu merdivenlerden kaynaklanıyormuş zaar. Sorunlar çok, itiraz ve şikayet yılgınlığı çökmüş, melül melül bakışlarımızla muhallebi kıvamında baygın, arşınlıyoruz kentin sokaklarını. Böyle bir kent bulsam, idaresine talibim vallahi!



Artık ikna edemezsiniz

İki icraatı gördükten sonra hiçbir bahane beni gecikmelere ikna edemez artık: Birincisi Atatürk Orman Çiftliği’ne yapılan Başbakanlık inşaatı nedeniyle yürüyen hizmetlerin hızı. Diğeri, ODTÜ Ormanı’ndan 9 saatte 3 bin ağacın taşınabilme hızı. Sökülme değil, taşınma. “Taşıdık” diyor yetkililer. Bir milat bu!



Böyle hizmet istiyoruz işte; bütün sorunların, burnumuzdan gelmeden, hızla çözülmesini. İstenince olduğunu gördük bir kere!

24 Ekim 2013 Perşembe

ARABASEVER ÜLKEDE BAŞKENTİN HALLERİ



 22.10.2013 Milliyet-Ankara Gazetesi



En büyüğünden en küçüğüne, kasabasına beldesine, köyüne kadar arabasever bir ülke olduk. Haydi milyonluk büyük şehirler kalabalık, beldelerde, köylerde araba koyacak yer bulamaz hale geldik ya, o acayip. En son Sarıyar’la Mihalıççık arasındaki dağ yolunda pes etmiştim:

O ara yolu merak etmiş, bir maceraya girmiştik. 3-4 dağ indik çıktık herhalde, serseme döndük. Biraz soluklanır, bir yudum çay içeriz diye duracak yer aradık. Bazı yerlerde köyler var ama arazi dik, yol dar, evler yolun dibinde. Mecburen yol kenarında kalmış bir kahve gördük, sevindik. Ancak araba koyabileceğimiz uygun yerler, dip dibe araba doluydu. “Zorlayayım şurayı” diyeceğiniz yerleri de traktörler kapatmıştı. Duracak yer bulamayınca dilimiz damağımıza yapışık, Mihalıççık’ı zor getirdik. O gün medeniyetten şüphe ettiğim günlerden biri oldu. Milyonluk şehirlerde, şaşırmıyorum artık.



İstanbul-Ankara farkı

İstanbul nüfusu 12 milyon görünüyor ama “15 milyonu aşar”  diyorlar fiili nüfusun. Toplu taşıma planlamasını yapmadığı için bu nüfusla trafikte, cezasını çekiyor her gün. Bana göre, bu gecikme yüzünden oluşan yanlış yerleşimler nedeniyle toplu ulaşım da çare olamaz artık İstanbul’a. Ruhuna el fatiha!..



Oysa Ankara öyle miydi? Hem nüfus yoğunluğu hem arazi  açısından düzenleme ve uygulamaya çok uygundu. 5 milyonluk nüfusuyla İstanbul’un 3’te 1’ine denk gelen Ankara’da da  planlama yapılmayınca ne İstanbul’dan ne de dağdaki o duramadığımız köyden farkı kalmadı. Üstelik içinde, dünyanın  en karşıdan karşıya geçilemez otoban kılıklı yollarıyla bölündüğü halde. Yayaların kilometrelerce karşıdan karşıya geçemediği yollarıyla başkent, ‘en arabasever başkent ödülü’nü almalı, onu da diğer ödüllerinin yanına koymalıydı ama kıymet bilen yok şu yalan dünyada!



ODTÜ sürprizi!

ODTÜ arazisinden 20 yıldır geçirilemeyen yol, geçtiğimiz Cuma gecesi, başkanlarını şaşırtmayı seven Büyükşehir Belediyesi’nin sürprizci bürokratları tarafından geçiriliverdi. Sürpriz bozulmasın diye polisi de almışlar yanlarına. Gecenin karanlığında, bir başka kamu kurumu olan ODTÜ’nün ormanına dalmışlar. Başkan, çok duygulanmış tabii bu sürpriz dolayısıyla.



ODTÜ Rektörlüğü, Ankara Valiliği’ne, İl Emniyet Müdürlüğü’ne ve Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na başvurmuş, olmamış. ODTÜ Mezunları Derneği de Ankara Büyükşehir Belediyesi hakkında, “derneğe ait çitlerle çevrili alana iş makineleriyle izinsiz girildiği” iddiasıyla Ankara Nöbetçi Cumhuriyet Savcılığı’na suç duyurusunda bulunmak istemiş, savcıyı nöbette bulamamışlar, evdeymiş. Sabah bakmışlar, 3 bine yakın ağaç odun olmuş ama çok şükür yol açık! Bize de ODTÜ’yle zaten 20 yıldır anlaşmış oldukları yol için niye böyle alengirli işlere girildiği sorusu kaldı. Anlayamadık. Ertesi gün Hoşdere Caddesi’nde ağaç devrilmişti, sürprizci yetkililer ve işçiler o kadar yorgun düşmüş ki saatlerce kaldıracak adam bulamadı belediye.



Yasalar ve yayalardan önemli

Atatürk Orman Çiftliği’nden geçen Çiftlik Bulvarı’nda, Konya Yolu’nda da şahit olmuştuk sürprizci yetkililerin gece mesailerine. Mimarlar Odası, Çiftlik Bulvarı’nın da ODTÜ Yolu’nun da onaylanmış proje ve ruhsatının olmadığını söylüyor, dava açacaklarmış. Araba düşmanları!



Araba seviyor başkent. Onların rahatlığı için elinden geleni ardına koymuyor. Ama toplu taşıyanlarını sevmiyor. Tren sevmiyor, tramvay sevmiyor, yaya sevmiyor. Varsa yoksa daha da geniş daha geniş yollar açılsın kentin ortasına. Gerekirse uykusundan feragat edip gecenin köründe açıyorlar. İşte biz, yollar, yasalardan ve yayalardan daha önemli olduğu için bir türlü karşıdan karşıya geçemiyoruz.

20 Ekim 2013 Pazar

ISSIZ BAYRAM SOKAKLARI


18.10.2013 Milliyet-Ankara Gazetesi



Dilimizde tüy bitti; “Ankara’nın, Ankaralı’yı da misafirlerini de ağırlayacak cazibe yerleri yetersiz, hatta neredeyse yok gibi” demekten. Kendi sakinlerini bile eğleyemiyor başkent. Turizmi yok. Tarihi var, mekanları var ama turizmi yok. Şehir, insanların ilgisini çekecek, oyalayacak biçimde bir düzenlemeye de ruha da sahip değil. Oraya gelmek için can atmıyorsa insanlar, cazibe noktaları, yapaymış, gerçekten yaşamıyormuş demekki. Yani tarihi ve kültürel değerlerini, yaşamın içine katamıyorsanız, turizm olmaz. Müzeyi yapmakla eski yapıları tamir etmekle bitmiyor iş. Yaşatacaksınız orayı.



Hayalet başkent

Benim dilimde tüy bitiren konu, 17 Ekim 2013 tarihli Milliyet Ankara Gazetesi’nin manşetiydi; “Hayalet Kent”! Arkadaşımız Başak Ateş’in, Hamamönü’nde, Ulus Hali’nde, Ankara Kalesi’nde, Tunalı Hilmi’de, dahası Hacı Bayram’da çektiği fotoğraflarla süslediği haberi, sözün anlatamadığını çırılçıplak gösteriyordu; hepsi bir birinden bomboş sokakları, hepsi birbirinden kapalı dükkanlarıyla en revaçta ziyareti Hacı Bayram’ıyla ‘hayalet kent’i belgelemişti. Göremediğiniz kısmı da vardı bu haberin. Kale’yi gezmeye gelen Tayvanlı turistler, kepenk çeşitlerimizi gezdi Kale sokaklarında. Hamamönü’nde açık bir bakkal vardı, istediğiniz kadar ekmek arası peynir falan yaptırabilirdiniz. Ulus’ta, güvercinler vardı ziyaretine gidecek. Büyük alıveriş merkezleri ne alemdeydi bilemem, gitmedim çünkü.



Kasaba değil artık

E bayramın ilk günleri, normal” diyebilirsiniz. Ankara, 13 Ekim 1923’de kasabalıktan başkentliğe terfi etti, bugün Türkiye’nin 5 milyonluk ikinci büyük kenti. Bu büyüklükte bir şehir, kasaba gibi kapatamaz cazibe merkezlerini. İnsanların kenti yaşayacağı günler, bayramlar, tatil günleri. Kepengi vurup, gidemezsiniz böyle bir şehirde. Yaşatacaksınız o şehri ve sokaklarını. İşletmeler, tarihi merkezler, elemanlarını nöbetleşe çalıştıracak, özellikle şehir dışından gelen ziyaretçilere, değerleriniz ve sokaklarınız her zaman açık olacak. İstanbul’a, Eskişehir’e, Konya’ya, Amasra’ya gitti Ankaralılar. Oradan da buraya gelenler oldu belki. Belki sırf Kale’de yemek yemek isteyenler olacaktı. Ayrıca Tayvanlılar’a, akıl edip, “Bayramdan sonra gelin” deseydiniz bari.



Yaşayan sokaklar lazım

Bu manzara, kentin görüntüsü ne kadar modernleşse de kafasının değişmediğinin göstergesidir. Bütün tarihi, kültürel ve doğal  birikimlerine karşın turizm olmuyorsa Ankara’da, kent, kendi halindeliğini aşamadığı içindir. Ülkeye ve dünyaya, bir türlü açılamadığı içindir. Caddeleri, sokakları, meydanları vardır ama yaşamadığı içindir. Yaşasa bayram seyran fark etmez, birinin boşalttığı yeri başka birileri doldurur mutlaka.


Eskişehir’in Porsuk kıyısındaki Adalar’ında, İstanbul’un İstiklal Caddesi’nde, Ortaköy’ünde, bayramda seyranda hiç boş görmedim sokakları. Yaşayan sokak boş kalmaz, ister bayram ister tatil olsun. Bu sokaklardan lazım Ankara’ya. Kuru binalar, ruhsuz çarşılarla bu kadar işte.

18 Ekim 2013 Cuma

VEKALETEN BAŞKENT


15.10.2013 Milliyet-Ankara Gazetesi



Bayram günlerini, hele ilk gününü, tatsız konularla  bulandırmaktan hiç hoşlanmıyorum ancak bu kez tersimize geldi biraz. Tazeyken konuşulması gereken bir konu. İçimizi burktu. Ankara, hak etmediği bir tutumla niye karşı karşıya kalıyor  anlayamıyoruz bir türlü. Özel günlerini iyi kutlayamıyor, başkentin geleceği için biraya gelemiyor, çıkarları ve yatırımları için söz birliği edemiyor, başkent olmanın ayrıcalığını yaşayamıyor. Başkent değil de başkentliğe vekalet ediyor sanki; herkes emanet duruyor, kararlı, sağlam bir şehir izlenimi veremiyor Ankara. Oysa o kararlı ve sağlam duruş Ankara’yı başkent yapmıştı.



Ayarı yine tutturamadık


5 Ekim’de onu Meclis’e bile sokmak istemeyen bir yasa önerisi nedeniyle Mustafa Kemal, Ankaralılar’la hemşeri olmuştu. Bu yüzden her yıl 5 Ekim’de, etkinlikler düzenlemeye başlıyor Ankaralılar. Resmi düzeyde yok denecek kadar zayıf geçen hafta, 13 Ekim’de, Ankara’nın başkent olduğu günle sonlanıyor. Bu resmi bir haftaya dönüştürülemedi ama başkente sahip çıkanlar, şehrin değişik yerlerinde gücünün yettiği kadar bir şeyler yapmaya çalışıyor. Bu yılda öyle oldu ancak yine ayarı tutturamadık, yine biraraya gelme fırsatını değerlendiremedik. İyiye giden, iyiden kötüye giden şeyler oldu yine.



İki önemli toplantıya ilgisizdik



1.Büyük Ankara Kurultayı yapıldı ilk kez. Uzmanları Ankara’yı ve geleceğini masaya yatırdı. Çok önemli bir kurultaydı. Aynı günlerde Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nde, kapsamlı bir Ankara sempozyumu yapıldı. Bunlar, başkentin varolan durumunu anlamak ve geleceğini görmek için önemli toplantılardı. Aslında her yıl yapılmalı ve her yıl kendini yeniden gözden geçirmeli Ankara. Ne oldu? Ankara basını dahil, kente yön verecek yöneticiler, odalar, kurumlar, siyasiler, elinden geldiğince ilgisiz kaldı. İstisnalar vardı ancak kaideyi etkileyecek çoğunluğu sağlayamadık.



Törende yoklardı



Ankara’nın başkent olduğu 13 Ekim günüyse ilgisizlik tavana vurdu. Anıtkabir’deki ve Ulus’taki törenler eski sönük günlerine döndü. Valilik ve Büyükşehir Belediyesi’nin vekaleten temsil edildiği törenlere, bir tane belediye başkanı tek bir siyasi parti temsilcisi, bir tane Ankara milletvekili katılmadı. Ulus’taki tören programında konuşma yapılacağı görünüyordu, resmi ağızlardan kimse bir çift “Ankara” sözü edemedi. Yaklaşık 3 yıldır bu törenleri yeniden canlandıran Ankara Valisi’ne sorduk, çok geçerli mazeretiyle katılamayış nedenini öğrendik, üzüntüsünü paylaştı.



90 yıldır ilk kez oldu



Bütün bu olup bitenin üzerine mum diker gibi bir de olay yaşandı. Seymenler, her yıl Ankara Kalesi’ne çıkıyor ve zirvedeki Türk bayrağını göndere çekiyor. 90 yıldır ilk kez bayrağı çekemediler. 90 yıldır bir kez bile sektirmeden yerine getirdikleri tören, bu yıl yapılamadı. Gittiklerinde, bayrak direğinin olduğu zirvenin giriş kapısını, iki tane asma kilidin süslediğini gördüler. Yetkilileri aradı, yayıldı Kale’de görevliyi sordular, o kilidi açtıracak adamı bulamadılar. Kötü başladı, kötü bitti 13 Ekim. Ankara’nın başkent olduğu gün. Devletin merkezi, seçimlere doğru kapılarımızı çalmaya başlayacak siyasilerin yaşadığı şehir. İşte bu kadar ilgisiz kalınan başkente, “Vekaleten başkent” denir ancak.



Ankara’ya, hak ettiği saygının yeniden gösterileceği günleri bekliyor, Kurban Bayramınız’ı en içten dileklerimle kutluyorum.

13 Ekim 2013 Pazar

KUYRUK MEDENİYETİ


11.10.2013 Milliyet-Ankara Gazetesi



Kuyruk mevsimi” diyorum sonbaharla kışa. Biraz da ilkbahardan ekleniyor, yılın yarısı bitiyor kuyruklarda. Geçmişi kuyruklardan ibaret bir millet, bilgisayar çağında da bu huyundan vazgeçmiyor. Sağolsun yöneticilerimiz, kuyruksuz bırakmıyor halkını, yoksa da icat ediyorlar bir tane.


Kuyrukperverler

Oysa eskiden ne güzeldi; birinden çıkar diğerine girerdik. Hele 1980 öncesi. Ucunda ne olduğunu bilmeden, sohbet muhabbet amaçlı kuyruk müdavimleri vardı. Fakir Türkiye’nin fakir belediyeleri, bugünkü gibi etkinlikler düzenleyemediği için  kuyruklar, kaynaşma yeri olmuştu. “Oğlum, evde oturacağıma buraya geliyorum, iki çift laf ediyoruz” diyenleri kulağıyla duymuş kuyrukperverlerdendim. Bizim milletin sabır çıtası yüksektir, zahmetle yıldıramazsınız kolay kolay. O koltuktaki siyasetçiler, yöneticiler gider, gittiğinden emin olana kadar bırakmazlar kuyruklarını.



Bir de resmi kurumlarınızın, tadına doyulmaz meşhur kuyrukları vardı. Kapıdan girişi bile kuyrukla olurdu. Ah o güzel günler!.. “Şu maliyeye gideyim de canım çekti, stopaj kuyruğuna gireyim” diyen müptela esnaf az değildi. Nerede resmi kurum, orada kuyruk. Zincirleme, kuyruklararası geçiş yapardık. Pulu başkasından, mührü başkasından, imzası başkasından, birinden diğerine, çılgınlar gibi takıldığımız kuyruklar.


Bekleyen gelişemiyor

Bu millet, bu basit işler için yıllarca, on yıllarca bekledi. Bekleyince bir yere gidemiyor tabii insan. Siz gitmeyince ülke de bir yere gidemiyor. Hala her yıl aynı sınıfta çakan öğrenci gibi, ‘gelişmekte olan ülke’ sınıfından çıkamıyoruz bir türlü. ‘Gelişmişlik’ sınıfı üst katta kalıyor, siz, altta hep.  Beklemek zorundaysanız beklemeye alışıyor, beklemesini öğreniyorsunuz. Ancak siz beklerken başka ülkeler sizi beklemiyor, uzaya falan gidiyor çok aceleleri varmış gibi. Beklesenize kardeşim, kuyruktan çıkınca beraber gidelim!


Parasıyla kuyruk

Ön ödemeli doğalgaz alışverişi, yeniden kuyrukçu yapmıştı zaten bizi. ‘Önce parayı öde, sonra hizmeti al’ sistemi, paramızla rezil olma eziyetini de bizim sırtımıza yüklemişti. Bir de kota uygulaması başlayınca mum diktik medeniyet seviyemize. Kuyrukları kaldırmak için hiçbir hamle ya da çaba göremediğimiz gibi zengininden fakirine, parasıyla hizmeti alamamak gibi yeni bir aşamaya yükseldik. Türkiye’nin başkentinde yetkililer, yarım ağız sözlerle uzun süre izledi bu durumu. Kota, iki katına çıkarıldı, kaybettiğimiz eşeği bulduğumuza sevindik.


Çelişki gören yok

Bilgisayar çağında, uzaydan gözünü görebildiğimiz adam, kuyrukta bekliyor. Kurumlar ve yöneticileri, bu durumu bir çelişki olarak algılamıyor. Dilinden düşürmedikleri ‘son teknoloji’nin yanına yakıştırabiliyorlar olan biteni. Kuyruk yaratan dünya görüşüyle daha çok yerimizde saymaya devam edeceğimiz gibi, eşeği de daha çok kaybedip buluruz yine devamı olarak bu zihniyetin.

1.BÜYÜK ANKARA KURULTAYI BAŞLADI


08.10.2013 Milliyet-Ankara Gazetesi


Ankara’nın birinci ayı Aralık, ikinci ayı Ekim’dir. 27 Aralık ‘Kızılca Günü’dür; Mustafa Kemal ve arkadaşları, bir kaderi değiştirmek üzere o gün Ankara’ya ayak bastı. Ekim ise tam tabiriyle ekim dönemidir Ankara için; çok yararlı tohumlar, bu ayda ekilmiştir milletin ve Ankaralılar’ın bağrına.



13 Ekim 1923’de başkent olmuş, 29 Ekim 1923’de Cumhuriyet ilan edilmiştir. Tam bir yıl önce yine Ekim ayında, “Milletvekili adayları, doğdukları veya en az 5 yıl süreyle yaşadıkları yerlerden aday olmalıdır” diyebilen 3 milletvekili ve temsil ettikleri zihniyete, cevapları verilmiştir. 5 Ekim 1922’de Mustafa Kemal, Ankaralılar tarafından Ankara hemşehriliğine davet edilerek Hacıbayram kütüğüne kaydettirilmiştir. Devletine ve başındakine sahip çıkmıştır Ankaralılar. Bu yıl hemşehriliğin, 91’inci yılını kutladılar. Ekim ayında, yapraklar solarken Ankara filizlenir.



Ancak 5 Ekimle başlayıp 13 Ekim’le devam eden ve 29 Ekim’le sonlanan bu ayda, bir Ankara Haftası yoktur örneğin. Resmi olarak yoktur, Ankaralılar, kendi aralarındaki etkinliklerle bir ‘Ankara Haftası’ oluşturmaya çalışır. 5 Ekim ve 13 Ekim arası çok uygundur böyle bir hafta için ama yoktur. İşte Ankaralılar, bu çerçevede, kendi aralarındaki etkinliklere bir yenisini ekledi bu yıl; Ankara Kulübü ve Yenimahalle Belediyesi el ele verip, 7-11 Ekim günleri arasında Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde, ‘1’inci Büyük Ankara Kurultayı’ düzenlediler. Ankara’nın, gerçekten çok önemli konuları ve sorunları, çok önemli uzmanlar tarafından masaya yatırılıyor ve yatırılacak. İsimleri ve içerikleri yerimiz almaz ama bir fikir vermesi için dünkü programı da katıp, başlıkları sıralıyorum:



7 Ekim 2013

- Başkent Ankara’nın Kentleşme Macerası; Planlı Gelişimden Kentsel Dönüşüm Projelerine

- Başkent Ankara’da Şehircilik Kültürü ve Siyaset

- Meslek Odalarının Gözünden Başkent Ankara’nın Dönüşümü

8 Ekim 2013

- Ankara Ekonomisi 90 Yılda Nereden Nereye?

- Ekonomi Kurumları Gözünden Başkent Ankara Ekonomisi

- İş ve Çalışma Dünyası Gözünden Başkent Ankara Ekonomisi

9 Ekim 2013

- Ankara’da Çevre ve Orman

- Ankara Tarımı

- Ankara’da Kır ve Tarım Kültürü

10 Ekim 2013

- Ankara’da Basın-Medya: Gazeteci Gözüyle Ankara (Bu oturumda, bendeniz de konuşmacılar arasında olacağım)

- Ankara’da Kültür-Sanat

- Ankara’da Spor

11 Ekim 2013

- Ankara’da Kentsel ve Kırsal Altyapı

- Ankara’da Kentsel Estetik

- Ankara’da Yerel Yönetimler, Katılımcılık ve Demokrasi



İlk oturumdan izledim, başarılı bir kurultay olacağına şüphem kalmadı. Ankara’nın parça parça, bir türlü çözülemeyen sorunları, el atılmayan, atılınca hepten bozulan değerleri ya da varolan ve yeni yatırımların nasıl yönlendirileceği, kaybettikleri, kazanacakları gibi pek çok konuda hem ne durumda olduğumuzu hem de nasıl olması gerektiğini göreceğiz.


1’inci olmasına dikkat ettiniz mi bilmem ama en az 70 yıl,  gecikmiş bir kurultaydan bahsediyoruz. Haydi 70 olmasın ama 1980 ve 1990’lı yıllarda mutlaka yapılmış olmalıydı. En sert ekonomik dönüşümlerden birini yaşadığımız yıllarda. Belki bugün, eli başka ayağı başka, kafası başka yere gitmezdi Ankara’nın. İlgilisine arz ediyorum.

7 Ekim 2013 Pazartesi

SON KABADAYI KARAGÖZ KEMAL’İ KAYBETTİK

04.10.2013 Milliyet-Ankara Gazetesi 



1940’la 1963 yılları arasında Hacettepe’de, yaşanmış bir efsane var. O günleri hatırlayan herkes, kendilerini görmese de mutlaka adlarını biliyor. 3 kabadayının hikayeleri, hala anlatılıyor Hacettepe sokaklarında. Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra toplumda, değişim ve dönüşüm sancılarının yaşandığı yıllar. Karagöz Kemal, Sarı Veli ve Kabadayı Mehmet, bu geçiş döneminde, eskiyle güçsüzün yeniyle güçlüye direniş bayrağı olmuş. Hacettepe’de yaşananlar, aynı zamanda hem bir dönemin hem de kabadayılığın, son demlerini işaret ediyormuş meğer.



Kabadayılık, başka bir şey o zamanlar; serseri, başıboş adam değildir kabadayı. Asayiş, adalet, dayanışma, vefa, devletten önce onların süzgecinden geçer. Mahallenin huzuru ve düzeni, onlara emanettir. Yiğitliği, cömertliği, adaleti yoksa kimse kabadayı da efsane de olamaz. ‘K’sı kalmamıştır o  kabadayılığın, eşkiyalığı kabadayılık diye satıyorlar şimdi.



Hacettepespor’la değişen mahalle

3 kabadayımız da boş gezen adam değil. Karagöz Kemal, kamyonu var, taşımacılık yapıyor. Sarı Veli, elektrikçilik, fotoğrafçılık yapmış. Kabadayı Mehmet, matbaacı. Nüfus kağıdındaki adları; Mehmet Kemalettin Sevilen, Veli Nartürker ve Mehmet Kabadayı. Temmuz 1945’de, Hacettepespor’un kuruluşuyla başlıyor samimiyetleri. Aslında ondan önce, dışarıdan birileriyle Hacettepe Parkı’nda büyük bir kavga oluyor, ilk yumuşama o dönemde başlıyor. “Yumuşama” diyoruz çünkü Hacettepe, eskiden hastanenin olduğu kısım, Erzurum Mahallesi’nin olduğu kısım olarak ayrılıyormuş. Aralarında da ciddi kavgalar çıkarmış. Hacettepespor, hem iki kısmı hem de üç arkadaşı bir araya getirmiş. Getirmekle kalmamış, spora başlamalarına da neden olmuş.

Karagöz Kemal Hacettepespor'la


Tabancayla maça ayar

Üçü de lisanslı boksör olarak şampiyonluklar kazanacak kadar  sporculuklarını geliştirmiş. Hacettepespor futbol takımı nereye, Hacettepeliler oraya. Türkiye’de, takımıyla deplasmana gitme geleneğini başlatan ilk seyircidir Hacettepeliler. Başlarında da Kabadayı Mehmet, Karagöz Kemal ve Sarı Veli. Memnun kalmadıkları maçta, rakip takımın kale arkasına gidip ya da seyirciler birbirine girmek üzereyken tabancalarını gösterdikleri de olmuş tabii! Bu arada kısa süreli cezaevine girip, çıkma maceraları da olmuş.



En uysalı Karagöz Kemal


Sarı Veli-Karagöz Kemal
Hiddet sıralamasına sokarsak Kabadayı Mehmet birinci, Sarı Veli ikinci, Karagöz Kemal üçüncü gelir. Sarı Veli’yle Karagöz Kemal daha yakın birbirine. En uysalları, diğerleri gibi alengirli işlere girmeyi de sevmeyen Karagöz Kemal. Yalnız atacak duruma gelmişse eğer, yumruğunu yiyenin, başka bir şey yiyecek hali kalmadığı söyleniyor. Soyadı gibi çok sevilen biri. Babası Hayali Küçük Ali’yi de çok severlermiş, o yüzden Atatürk, bu soyadını vermiş kendisine. Partilerden, milletvekili, belediye başkanı olması için çok teklif almış ama hepsini geri çevirmiş Karagöz Kemal. Değişim ve dönüşümün şiddeti artarken karabulutlar, Hacettepe üzerine çöreklenmiş.



Karabulutlar çökünce

Kabadayı Mehmet’in, cezaevine girmeden önce, silahını Sarı Veli’ye teslim ettiği ancak çıktığında silahının satılmış  olduğunu görünce aralarında bir husumetin başladığı söyleniyor. Bu husumet, 12 Ekim 1952’de, Kabadayı Mehmet’in Sarı Veli’yi Yağcıoğlu Fehmi efenin bugün de hala duran Erzurum Kahvesi önünde vurmasıyla sonuçlanıyor. Vurulduğunda yaşı 26. Sonra vurduğuna çok kahrediyor ama ölene çare yok.



Bu olayın ardından Kabadayı Mehmet’in hırçınlığı artıyor. Hapisten çıktıktan sonra Yenidoğan kabadayılarından Kürt Cemali’yle yakınlaşıyor. Bir gün Kabadayı Mehmet’in Bentderesi’ndeki kahvesinde kumar oynarken aralarında tartışma çıkıyor, elektrikler sönüyor ve silah sesi duyuluyor. Işıklar tekrar yandığında Kürt Cemali yerde yatıyor. Kabadayı Mehmet’in yanında, Dündar Kılıç ve ‘at kafa Yalçın’ da var.  Cinayeti kimin işlediği saptanamıyor ve kan davası başlıyor. Tam 1 yıl sonra Kabadayı Mehmet, 1963’ün Eylül’ü gibi, Kürt Cemali’nin vurulduğu tarihte yeğenleri tarafından öldürülüyor.



Küsüyor, terk ediyor Ankara’yı

İşte bu olayla Karagöz Kemal, mahallesine ve çevresine küsüyor adeta. 1964 gibi eşinin memleketi Çanakkale’nin Kilitbahir ilçesine yerleşiyor. Yunanistan’ın “Hacıvat-Karagöz bizimdir” dediği günlerde Karagöz Kemal’in, “Hayır, bizimdir” demek için Avrupa’nın değişik ülkelerinde, sergilere, fuarlara gittiği haberi geliyor. Kilitbahir’deki evinin, içinin dışının, halısının, kilimlerinin, çiçeklerinin, lambalarından elektrik düğmelerine kadar Hacettepespor’un mor-beyazından olduğunu görüyor ziyaretçileri. Ta oradan takip ediyor; Hacettepeliler, kimin vefat ettiğini onun telefonundan öğreniyor. Küsmüşse de anlaşılıyor ki mahallesine değil; belki olaylara belki insanlara belki de değişimedir.



Vefatından haberleri olmadı
30 Eylül’de, öğleden sonra Kilitbahir’de kaybediyoruz Karagöz Kemal’i. Ancak Hacettepeliler, 3 gün sonra öğrenebiliyor vefatını. 1 ay kadar önce eşini kaybetmiş. Son kabadayı, Ankara’ya ve Hacettepe’ye, son bir “allahaısmarladık” diyemeden, sessizce ebedi yolculuğuna çıkıyor. Hiçbir kötü anı bırakmadan arkasında. Allahtan rahmet, yakınlarına ve Hacettepeliler’e başsağlığı diliyoruz.

4 Ekim 2013 Cuma

UZAYLI TURİSTLERE TURİZM DANIŞMA BÜROSU


01.10.2013 Milliyet-Ankara Gazetesi



Uzaydan İnen Kızılay Binası’ demiştik yenisine. Kızılay’da, eski Kızılay Binası’nın yerine yapılan alışveriş merkezi, ilk gördüğümüzde bu izlenimi vermişti. Güzelim eski binayı görmüş biri olarak Kızılay Alışveriş Merkezi, bizim için hep uzaylıydı, hep uzaylı kalacak. Vicdan azabı binalaşmış, her gördüğümüzde yürek sızlatacaktı.



Uzaylılar istila ediyor

Uzaylılar, Ankara’yı ele geçirmeye kararlı galiba, bina biçiminde istilalarına devam ediyorlar. Merkezi ele geçirdikten sonra şimdi de Kale’ye göz dikmişler. Arkadaşımız Şevket Yaman’ın haberinden öğrenip, toz duman, çakır çukur yollarından görmeye gittik, hakikaten bir tane de Ankara Kalesi’nde peydah olmuş bu binalardan. Kızılay’dakinden daha az ilgi çekecek biçimde konuşlanmış ama “Aynı mimari, aynı zihniyet” dedirtiyor. Aramızda uzaylılar var!



Bu sefer Kale’deler

Kale içindeki bu yeni bina, ‘Turizm Danışma Bürosu’ kisvesine bürünerek köşeyi kapmış ancak dikkat çekmemesi imkansız, kendini saklayamamış. İmkansız çünkü önünde eski Ankara evi, yanında eski Ankara evi, arkasında eski Ankara evi, bir yüzü de İçkale girişi ve duvarına bakıyor. Yani her yanı tarihi yapı, ortada, iyot gibi belli bizim uzaylı. Ankara’yı istila ediyor ama kendini gizlemeyi hiç beceremiyor bu uzaylılar. Kim görse “Hangi gezegenin kafasını taşıyorsunuz siz” diye saniyesinde sorar. Sabit fikirliler, mimarilerinde ısrar ediyorlar. Hadi Kızılay’da araya kaynıyor biraz ama Kale’de, bildiğiniz göktaşı üzerinde gelmiş, bu köşeye düşmüş havası var vallahi. Mimarinin, kişilikli eserleri kadar kişiliksizleri de ilgi çekici olabilir. Kişiliksizlerine, “Bu ne bu!” diye bakarız çünkü anlamak için.



50 metrekarede Kale bitirilir

Amma abarttım” mı acaba? Topu topu çatlasa 50 metrekare yer için değer miydi? Gözümü alamadığım gibi gördüğümü aklıma alamadım, o yüzden galiba. Koca tarihi Kale, 50 metrekarede nasıl bitirilir onu almadı kafam. Başkası binlerce yıl yaşatmak için gözüne bakarken bizim eski Kızılay binasını yıkmamızı alamadığı gibi. Tarihi dokuya uygun bir 50 metrekare yapsak maliyeti ne olurdu, kıyaslamaya utandım. “Bu, bildiğini okumanın, bilinçsizliğin eseridir” derseniz bu anlayışı, kafamı açıp içine koysanız inkar eder mantık; “Bilinçsiz adama niye yaptırıyorsun bu işi o zaman” diye.



Bu bilinçle zor gelir turizm

Bu durumda Kale’nin ortasına yapılan turizm danışma bürosu, uzaylı turistler için yapılmış olmalı. Dünyalı turistler, gördüğü zaman bizimle aynı şeyi düşüneceklerdir çünkü onlar, ‘eski Ankara’yı görmeye geliyorlar. Hem Kale girişinde niye şu eski evlerden birini değerlendirmediğimize hem de yarısını gezdikten sonra karşılarına çıkan bir danışma bürosuna anlam veremeyeceklerdir. “Kaleleri var, bilinçleri yok” diye düşüneceklerdir.


Bitmeyen altyapısıyla tabelası, sur üzerine seyir terası ve asansörlü restore edilen Bursa Evi’yle Kale duvarında kapı açabilen yetkilileriyle başka da bir şey denemez Kale’de olanlar için. Bu zihniyet ve denetlenmeyen bilinçsiz işlerle turizm, zor gelir Ankara’ya.