26 Mayıs 2010 Çarşamba

DİKEN, BOZKIR, AOÇ

22.05.2010 Milliyet-Ankara Eki

Bozkırın çimenidir dikenler. Çok türlü dikenli bitki vardır ama hepsine ‘diken’ dememizin bu yazı için bir sakıncası yoktur. Boş bulunup, basmaya, oturmaya kalksanız batar insana. Üstünde bittiği azbuçuk toprağa ve kıt kanaat yaşadığı yaşamına sahip çıkar. Kendine cimriliği bedenine yansımış bu sıska bitkiler, sıkı sıkı tutunur toprağa. Onu da kendini de korur.

Adını çok doğru koymuşlar; afedersiniz; insanın bagaj nahiyesine batmasıyla insanı, kalıbına bakmadan, ayağa dikmesi bir olur! Bozkırın bekçisidirler. Anadolu’nun kavruk, çorak toprakları, bu sıska sakinleriyle nitelik kazanır; bozkır olur. O da olmasa çöl!..

Sormadan edemiyor insan:
Okunası bir seyahatname sahibi İbni Batuta’nın (1304-1369), bir ucundan girdiği Anadolu’yu, güneş görmeden geçtiğini iddia ettiği topraklar, nasıl bu bozkırlara dönüşmüş? Yazın kavrulan bu topraklarda, gölgesine sığınılacak ağaçlar nereye gitmiş?

Gittiği yeri imar etmesiyle övünen imparatorluğun bozkırlaşan ruhu, topraklarına sinmiş sanki.

Gelişmiş Türkiye’nin nimetlerinden yararlanarak 15 yıl okuduğum okullar ve sonraki ömrümde edindiğim tecrübelerle bugün ilk işim, Porsuk nehrinin ya da Ankara Çayı’nın kenarına bir söğüt dalını saplamak ya da köy çeşmesinin aktığı su yoluna bir fidan dikmek olurdu. Öylece yavaş yavaş yayılırdı yeşillik.

AOÇ

Mustafa Kemal Atatürk, 1925 yılında akıl etmiş bunu. Ankara bozkırında, çiftlik yapılacak yer bulmasını istemiş ülkenin ileri gelen tarımcılarından. Bulamamışlar ama bulamadıklarından daha kötü bir yeri işaret etmiş Atatürk çiftlik için: "İşte istediğim yer böyle olmalıdır. Ankara'nın kenarında hem batak, hem çorak hem de fena bir yer. Burayı biz ıslah etmezsek kim gelip ıslah edecektir?” Sonra eklemiş: "Yeşili görmeyen gözler renk zevkinden mahrumdur. Burasını öyle ağaçlandırınız ki kör bir insan dahi yeşillikler arasında olduğunu fark etsin"

Batınca dikeni, dikeni görünce bozkırı görmek lazım. Bozkırı görünce Atatürk Orman Çiftliği’ni…

Tarım Bakanlığı uzmanlarından Schmit efendi, verdiği raporda “Bu öyle bir teşebbüstür ki, elverişsiz toprak ve iklim koşulları altında burada ya sabır tükenir, yahut ta para” demiş. Günümüzde, neredeyse santimetreleri bile para birimleriyle tanımlamaya çalışan akla seslenecek olursak; Atatürk, devletin değil, kendi parası ve azmiyle kalkışmış bu teşebbüse. Sebze, meyve, et, süt, yumurta, ekmek doğuran bir ana, Ankara’ya sütannesi olmuş. Ülkeye umut…

Osmanlı İmparatorluğu’nun, günden güne çoraklaşıp, bozkırlaşan ruhu, Ankara’da yeniden yeşermeye başlamış. Atatürk Orman Çiftliği, “ot bitmez” denilen bozkırın göbeğinde, dere kenarına saplanan söğüt dalı olmuş. Ankara Çayı, bir mucizeyi sulamış. Ankara, imparatorluğun kalbine, Atatürk Orman Çiftliği, Ankara’nın kalbine dikilen birer fidan olmuş.

1937’de bu mucizeyi, hazineye bağışlamış sahibi; o yüzden “Atatürk Orman Çiftliği”dir adı.

Köfte, kokoreç, dondurma yenen bir mesire yeri ya da arazisi, maddi değerle ölçülebilecek bir yer değil, azmin müzesidir Çiftlik. Dikenleri sıska bırakan çorak toprakların, mücadeleyle kazanılma efsanesidir. En ilkel hali de en gelişmiş hali de korunmalıdır. Korumayanı dikenler dürter!


Bir şehrin uygarlık seviyesini ölçme yöntemim var: Bir yükseltiden şehre baktığınızda, binalar arasından ne kadar yeşillik yükseliyorsa o şehir, o kadar uygardır. Çünkü “o yeşilliği akıl etmiş olanlar, mutlaka şehrin diğer sorunlarını görebilecek beceriye de sahiptir” diye düşünürüm. Görebilenleri, herkes gibi, saygıyla selamlarım. Hele bozkırın ortasında…

90 yıllık ağaçların gölgesinde, ‘diken’siz gül bahçesinde otururken anlatın çocuklarınıza; devlet Ulus’ta kuruldu ama Ankara, Çiftlik’te diye. Ankara’nın sütannesidir Çiftlik. Atatürk Orman Çiftliğini, köfte, kokoreç büfelerinden ibaret zannetmesinler.

Bozkırda diken batınca canım acımıyor artık, anımsıyorum; bir fidan dikeceğim, bir söğüt dalı saplayacağım dere kenarına. Bozkırlaşan topraklar ve ruhlar yeşerecek!

Hiç yorum yok: