30 Mayıs 2012 Çarşamba

ANKARA MARKASI

29.05.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, “Ankara, Türkiye’nin başkenti. Bundan büyük marka olamaz. Bu marka yeter aslında. Bu markayı harekete geçirmek gerekiyor” diye başladı konuşmasına. “Bütün Türkiye buradan idare ediliyor. Bütün önemli, stratejik kararlar buradan alınıyor. Dolayısıyla Türkiye güçlüyse Ankara’da alınan kararlar sayesinde güçlü” diye devam etti. Her başkentini seven vatandaşın, özellikle her Ankara’yı seven Ankaralı’nın kulaklarına, tatlı bir nağmeydi bu sözler. Uzun yıllar hasret kaldığı bir sahip çıkmaydı Ankara için. Uzun yıllar ardı ardına kaybettiği markalarından, sonuncusuna sahip çıkma  uyarısıydı. Belki de elde kalan sonuncuyla başlayıp, eski markalarını geri kazanma uyarısı.

Uzun vadeli hedef
Bu sözleri sarfettiği yer Şopping Fest (Shopping Fest) açılış töreniydi. Şopping Fest’in Türkçesi Alışveriş Şenliği. ‘Ankara Alışveriş Günleri’ desek vatandaşlarımız tarafından daha iyi anlaşılabilirdi belki. Konu alışveriş olunca ‘marka’ sözcüğü, tamamen ticari içeriğiyle algılanmış olabilir salondaki konuklar açısından. Ancak defalarca okudum Cumhurbaşkanımızın sözlerini, ticareti aşan bir içeriği olduğu izlenimi edindim. Öyle 24 günlük bir etkinlik için söylenmiş gibi gelmedi. Daha fazlası vardı sanki içinde. Daha uzun vadeli çalışmalar öneriyor, uzun menzilli bir hedefi işaret ediyordu sanki.

1 yılı aşkındır uyarıyorlar
Yaklaşık 1 yıldır bu yönde açıklamalar ve uyarılar yapılıyor ancak bazı vekillerimiz tamamen duyarsız, ilgilenmiyor, bazı yöneticilerimizse duymazdan gelip, bildiğini okuyordu. Geçen yıl Mart ayında Meclis Başkanı Cemil Çiçek, “Kişiye göre işleyişler yapıyoruz, ilerisini hesaplayın, bir ülkenin ne imkanı ne zamanı bu kadar kolay heba edilecek bir şey değil. Ankara’yla övünüyoruz ama planlamalar, buna göre yapılmadığı takdirde sıkıntılar yaşıyoruz” demişti. Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakanı, Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanı, Savunma Bakanı, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı, hatta Sağlık Bakanı, başta OSTİM olmak üzere ziyaretlerde bulunuyor, sanayicileri ve Ankara’nın ileri gelen girişimcilerini, yönetici ve akademisyenlerini uyarıyordu. Yerli kaynakların, yerli üretim için biran önce harekete geçirilmesini talep ediyor, yerli araba, yerli uçak, yerli tren gibi hedefler bile koyuyorlardı.

Anlayan anladı
Bir kısmı anladı, görevi üstlendi, gereğini yapmak için çalışmaya çoktan başladı bile. Bir kısmıysa eski usul, üretim değil, tüketim ekonomisiyle büyüme hayallerinden uyanamadı. ‘Yeni Türkiye’ tabiri, üreten Türkiye’yi tarif ediyordu oysa.

Ankara Valisi, 6 ay önce ilk kez, ‘Ankara Milletvekilleri Bilgilendirme Toplantısı’ düzenliyor, o günden bugüne 3 partiden 31 Ankara milletvekili arasında, sahnede sadece ikisi görünüyordu; Aylin Nazlıaka ve Levent Gök. Parti ve meclis koridorlarında kayıptı diğerleri. Türkiye Cumhurbaşkanı, Ankara, Türkiye’nin başkenti. Bundan büyük marka olamaz. Bu markayı harekete geçirmek gerekiyor” diyor, kentin oylarıyla koltuğa oturmuş vekillerden çıt çıkmıyordu. Acaba Ankara gibi, Türkiye’nin gidişatından da mı haberdar değillerdi?

Öncülük edip, kentin içinde fıldır fıldır döneceklerine, parti ve meclis koridorlarındaki siyaset girdabına kapılmışlardı  belliki. Dünya’ya kafa tutarak marka olmuş başkentin, bırakın markasıyla ilgilenmeyi, sokağına bile çıkamayacak kadar meşguldüler!

26 Mayıs 2012 Cumartesi

KÜSKÜN DOST AKKÖPRÜ

25.05.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi

Anadolu Selçuklu Sultanı Birinci Alaeddin Keykubat, bir arabulucu gibi, Çubuk Çayı, İncesu Deresi ve Hatip Çayı’nın birleştiği noktaya yaptırmış Akköprü’yü. Bu yıl 790 oldu yaşı. Ne yaşına ne de hizmetlerine saygısız, önünü, berisini doldurduk; haşmetini gizleyip, gözlerden uzak, sessizce ölmesini bekliyoruz şimdi. Taşı kırmızı, yakıştırması ak, bahtı kara Akköprü!

Yalnız komşu
Bahtı kara Eski Kızılay Binası gibi. Onu, çocukken öldürdük. 1929 yılında kurulan Eski Kızılay Binası, 1979 yılında, daha 50 yaşındayken yıkıldı. Taşları, toz oldu. Akköprü dedesi, çok ağladı arkasından. Taşhanlar’a, Belvü Palaslar’a, Karpiçler’e, ne hanlara hamamlara, mescitlere, konaklara ağladı yüzyıllarca. Birkaç akranı mescitle cami, birkaç çeşme, bedestenle han kaldı yarenlik. Eskiden görüşürlerdi, şimdi bir benzinlik, bir yüksek yol, bir de alışveriş merkeziyle komşuluk ediyor. Artık arkadaşları görünmüyor uzun boylu binaların arkasında. 3 soğuk komşu arasında, hiçbiri yüzüne bakmayan.

6 ton 2 gün 60 metre
Evvelki gün çıkan bir haber yüzünden, hepsi gözümün önünden geçti. “Avrupa tarihindeki en büyük yer değiştirme projesi” diye sunuldu haber. İsviçre'nin Zürih kentinde, 122 yaşındaki bir bina, olduğu gibi yeni yerine taşınmıştı. Demiryolunu genişletirken kıymamış, 6 bin 200 tonluk binayı, 2 günde, 60 metre ileriye taşıyıvermişti adamlar. Bina da bina olsa Taşhanlar’ın, Belvü Palaslar’ın, Karpiçler’in yanında. Öyle dememiş, tarihlerine sahip çıkmıştı İsviçreliler. Görünce Akköprü dedenin hüngür hüngür yaşları, derelere, çaylara süzüldü kemerlerinden.

Sanki
Kervanlar, Bağdat’a selam salsın diye yapılmamıştı sanki.  Yüzyıllarca damatlar gelin almaya, genç kızlar gelin olmaya onun bağrından geçerek gitmemişti sanki. Davul zurnalı sünnet alayları, neşesini onun başucunda dönmemiş, hacılar, onun bağrından uğurlanmamıştı sanki. O bağra, Seymenler diz vurmamıştı sanki. Kınalı kuzular, peygamber ocağına, kucağından yolculanmamış, Ankara’ya vali olan, ilk onunla tanışmamıştı sanki. Çaylar, dereler gibi, insanların da arasını bulan Akköprü, sen olmamıştın sanki.

Acına da yaşlarına da ortağım
Hergün metroyla önünden geçiyorum. Ortasından sırt vermiş, kenarları çökük kaşlarınla hüzünlü insan gözlerine benziyorsun. Kıymetbilmez bir bacaksızın oyuncağı olmuş, başedemiyorsun. Bütün olgunluğun, bilgeliğin ve engin sabrınla acımasızlığa katlanıyorsun. İçin için inlemelerini, ne sağır Ankaralılar ne de devlet duyuyor. Vefasızlığımızı yüzümüze vurmadan, 7 kemerli gözlerinden akan yaşları, Ankara Çayı’na karıştırıyorsun.

Taşı kırmızı, yakıştırması ak, bahtı kara Akköprü! Bir gün acına da yaşlarına da ortak olduğumu sana söylemek istiyordum.  2500 yaşındaki Ankara Kalesi’nin omzunda kolum, derdiyle ağlaşırken yine seni gördük. Aç kemerlerini biraz çünkü Hatip Çayı’ndan doğru küskün Ankara Kapısı, yaşlarımız, sana da akıyor artık!

23 Mayıs 2012 Çarşamba

ŞAPKA ÇIKTI İÇİNDEKİNİ BEKLİYORUZ

22.05.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi

Şapka çıktı, dikkat kesildik; merakla içindekini bekliyoruz. Tavşan mı çıkacak, üflediğini yakan ejderha mı, belli değil.  Bilmediği için niyet okumaya, tahmin yürütmeye çalışıyor bazılarımız. Açık açık gösterilmeyince en kötüsü geliyor herkesin aklına. Kamuoyu, işte bu yüzden bilgilendirilir; aklına kötü şeyler getirmesin diye!

Bir yasa bir kararname
Şapka, ‘Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanun’. Geçen hafta çıkarıldı. Daha çıkmadan tarihi ve doğal alanları, yeniden tartışmaya açtı. Öncesinde, 17 Ağustos 2011’de yürürlüğe giren ‘Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'nın Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname' var. 10 günde Atatürk Orman Çiftliği kıyısındaki Gazi Yerleşkesi’ni, 1’nci Derece Doğal ve Tarihi Sit Alanı’yken 3’üncü Derece’ye düşürüp, TOKİ’ye devrini söz konusu etmişti.

Gazi Yerleşkesi gibi mi olacak?
1998 yılında 1’nci Derece Doğal ve Tarihi Sit Alanı ilan edilen Yerleşke, 60 yıllık geçmişiyle en eski bitki koruma ve saklama müzemizdir. Bitkiler üzerine araştırmalar yapılan laboratuarlarıyla ciddi bir kütüphanesi ve bahçesi vardır. 10 günde  koruma alanı olmaktan çıkarılmıştı. Sonra ülke çapında benzer haberler gelmeye başlayınca kamuoyunun aklına da kötü şeyler düşmeye başladı. Yeni çıkan yasayla kararnameye, başka gözle bakmaya başladılar. 'Ben Ankara' diye bir hareket oluştu, sokaklara döküldüler.

Nasıl uygulanırsa itiraz olmaz?
Şapkanın içini görmeden önyargılı olmak istemiyorum ama tabii ki şapkadan tavşan çıkmasını tercih ediyorum. Ankara Tavşanı!.. Örneğin; artık bu yasa kapsamına giren Ulus’ta, 100.Yıl Çarşısı’nı, Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü’nü, Anafartalar Çarşısı ve Gümrük Bakanlığı binalarını yıkacaksanız itirazım olmaz. Tarihi bölgeyi, Gar’dan Kale’ye kadar, çirkin ve tarihi dokuyu birbirinden koparan yapılardan temizlemiş olursunuz.

Örneğin; 150 hektarlık Atatürk Kültür Merkezi arazisine, geniş yeşil alanı ve parklarıyla, kendi dokusuna uygun Ankara Taşı ağırlıklı, uluslararası güzellikte bir ‘Uygarlıklar Müzesi’ yapacaksanız itirazım olmaz.

Örneğin; Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın güzelim binası arkasına sığdırılan ama tarihi yapıyla ilgisi olmayan sergi salonunu ya da Ankara Valiliği’yle Hacı Bayram arasındaki tarihi bölen Valilik Ek Hizmet Binası’nı yıkacak, Valilik Meydanı’nı açıp, çevredeki tarihi binaların arasını temizleyecekseniz hiç itirazım olmaz. Bu işlemi Gar’dan Kale’ye, Kale’den Hamamönü’ne kadar gerçekleştirirseniz hiç mi hiç ses çıkmaz. Bütün tarihi binalarının çevresini temizler,  aslına uygun düzenlerseniz minnettar olur Ankara.

Atatürk Orman Çiftliği içindeki tarihi binaları ve havuzları yeniden canlandırır, Çiftliği, amacına ve Ata’nın vasiyetine uygun düzenler, dünyanın en yeşil gözlü kentini kurmaya niyetlenirseniz itiraz olamaz.

Çirkin SSK İşhanı’nı yıkıp, Sakarya’nın ufkunu açsanız, Keçiören bağevlerini yaşatsa Akköprü’yü ortaya çıkarsanız  itiraz olmaz, yasaya dua edilir. En hızlı kaybettiği, doğal ve tarihi dokusudur Ankara’nın.

Ejderha çıkarsa
Yok eğer bu yasa ve kararnameyle iyice beton ve asfalta boğulacaksa şehir, şapkada ejderha var demektir. Hem kentleşmesini tamamlamamış Ankara’yı hem de ümitleri yakar. Canavar çıkarmamak lazım şapkadan. Üfleyince ateş nefesiyle, Allah muhafaza, kendisini tutan eli bile kömür eder!

19 Mayıs 2012 Cumartesi

KARŞIYAKA’DA YAYA MACERALARI

18.05.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi

İki anlamda Karşıyaka. Zamanında, uzaktan da olsa göründüğü için Karşıyaka demişler herhalde. Şimdi semtten büyük mezarlığı var, öbür dünyayı da çağrıştırıyor adı. Küçük ölçekli bir ilçe büyüklüğünde. Güdül’ü getirip, içine koysak kenarlardan taşabilir mezarlık. Büyükşehir Belediye Meclisi’nde, Karşıyaka Mezarlığı’na metro götürülmesi teklif edilmişti de “Yetmez” demiştim duyunca. Kapısına gitmek yetmez, tramvaylar, otobüsler sefer yapmalı içinde. O kadar büyük çünkü.

Son 15 günde iki kez yolum düştü. Yaşamın geçiciliğinden bahsetmeyeceğim. Mezarlıkların, kentlerin ayrılmaz parçası olduğunu nasıl bir kez daha kavramak zorunda kaldığımı anlatmak için açtım konuyu.

Zamanında kalkmayan otobüs
Daha önceydi, belki 1 ay önce. Karşıyaka Mezarlığı’na, ilk kez arabasız gitmek zorunda kalmıştım. Hiç tecrübem yok, sordum.  “Hastane Durağı’ndan otobüs kalkıyor, mezarlık kapısından  içeriye minibüs servisleri var, camiye kadar çıkarıyor” dediler. Hop metro, hop Hastane Durağı… Mezarlıklar Durağı, tam metro çıkışında. Kolaymış, gelmiş kadar sevindim. Aynı duraktan Dağyaka otobüsleri de kalkıyor. Onlara sordum, “Yarım saatte bir kalkıyor galiba” dediler. İkindi namazına 1 saat var, cenaze namazına 15 dakika daha ekle, erken bile gelmiştim bana göre.

“Mezarlıklar’ tabelası altında, alışverişe inmiş zombi gibi beklemeyeyim, karşıda pastane var, orada bir çay içer oyalanırım” diye düşündüm. Arabasız gelecek bir arkadaşımla durakta buluşacaktık. O da geldi birazdan.

Derken saati yaklaştı, durağa geçtik. Yaz gibi, 27 derece kızmıştı tepemizdeki güneş. Beli bükük, zor yürüyen bir teyze geldi. “Mezarlığa bu durak mı?” dedi, “Evet, biz de oraya gidiyoruz” dedik. Bekle bekle otobüs yok. Namaza 20 dakika kaldı. Hemen ilk yanaşan taksiye yöneldik. Mezarlığa giden varsa diye seslendik, yaşlı teyzeyle bir beyefendi daha katıldı bize. Yolda şikayet ediyoruz taksici, “Burada zamanında kalkmaz otobüsler” deyiverdi. Boşa yanaşmamış, bildiği varmış demek!

Cenazeye yaya kalmak
5 dakikayla cenaze namazına yetiştik. Namazdan sonra  tanıdıklarla karşılaştık, arabalarıyla rahmetliyi defnetmeye indik. Ya arabaları dolu olsaydı? Mezarlıklar Durağı’na dönüp, kafamda yeniden yazdım senaryoyu:

Otobüse binmeyi bekliyorum. Geç geliyor. Vardığımızda koşa koşa cenaze namazı saflarına katılayım derken namaz bitiyor, tabutları kaldırmaya dağılıyor cemaat. Bari tabuta el vereyim derken bir tanıdıkla karşılaşmaya fırsat olmuyor. O sırada arabalara yönelir herkes. Birer birer çıkmaya başlıyor cenaze arabaları. Yaya adam, defnetmeye katılmak istiyorsa koşacak cenaze arabasının arkasından; servisler, sadece camiyle çıkış kapısı arasında işliyor çünkü. Şimdiki cenaze arabaları, 2 kat, 4 tabutluk; oturamazsınız da. Defnetmeye azimliyseniz mezar yerine kadar rahmetlinin yanına uzanmanız lazım!

Bitmedi. Bir belediyenin gösterdiği sıralı defin yerleri, bir de daha önce alınmış, belli defin yerleri var. Sıralı defin yerindeyse mezar, kimin arabasına binseniz gidersiniz. Değilse eğer… Düzlükte yer kalmamış, dik yamaçlara açılıyor artık mezarlar. Aşağıda, tanımadığınız birinin mezarı başında, karşı tepede defnedilen ahbabınıza karşı fatiha okuyor olabilirsiniz!

Köklü bir gelenekten uzaklaşıyoruz
Defin işlemleri çok düzenli ama yaya adama göre değil birçok şey. Yaya adamın, arabasız, mezar ziyareti bile çok zor. Hele de yaşı ileriyse.

Büyük şehirde insan, cenazesine bile uzak. Metronun kapısına gitmesiyle bitmiyor işler. Bir köklü gelenek, mesafelerle uzaklaşıyor kültürümüzden.

16 Mayıs 2012 Çarşamba

TARIM TEKNOPARKI

15.05.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi

Yenilikçilik ve öncülük, yakışıyor Ankara’ya. Yarım yüzyıldan uzun bir zaman bozkırına gizlenmiş bu niteliği, bir-iki yıldır yeniden yeşeriyor aynı bozkırda. Özellikle son bir yılda ardı ardına gelen atılım ve gelişmeleri takip etmek zorlaşıyor bazen. 70 yıl toprakta yağmuru beklemiş bir tohum sabırsızlığıyla fışkırıyor düşünce ve girişimler. Zamanında bulmuş olsaydı suyu, kimbilir nasıl bir Ankara’da yaşıyor olurduk!

Geleceğin ihtiyacı
Nisan ayı başında çok ciddi bir adım atılmış, Ankara’nın 6 teknokenti bir araya gelerek ‘Ankara Teknokentleri Platformu’nu oluşturmuştu. Kendi ‘Bilişim Vadisi’ni oluşturmak için kendi adımını atma kararını, kendi arasında imzaladı Ankara. Kendisine yakışanı yaptı. Birkaç hafta sonra bir teknopark talebi daha geldi; ‘Agropark’ yani tarım teknoparkı. Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Dekanı Profesör Doktor Ahmet Çolak, özünde bir tarım kenti olan Ankara’ya, ürünlerin kalitesini geliştirmek için bir tarım teknoparkı kurulmasını önerdi. Ülkenin de dünyanın da en ciddi ihtiyacıdır. Gelecek, tarım ve hayvancılığındır. En yetkin üniversiteleri, yetişmiş nitelikli uzmanları ve uygun coğrafyasıyla tabii ki Ankara’ya yakışacaktı tarımın teknoparkı.

Rant güveleri
Bu düşünce Ankara için yeni değil. 1925 yılında Atatürk Orman Çiftliği, sadece mesire yeri olarak kurulmamıştır. Diğer amacı da tarım ve hayvancılık alanında üretilen ürünlerin, kalitesini geliştirmektir. Kendi parasıyla aldığı ve geliştirdiği araziyi, 1937 yılında halkına bağışlarken bu amaç, iki şarttan biri olarak girmiştir Mustafa Kemal Atatürk’ün vasiyetine. Şimdi ‘teknopark’ gibi güncel terimler kullansak ta aynı noktada yeniden buluşmuş oluyoruz kendisiyle. Oysa işlevinden uzaklaştırılan Çiftlik, bir yandan da rant güvelerinin kemirmesine kurban gidiyor günden güne.

Turşu surat markalaşmasın
‘Tarım Teknokenti’ önerisiyle aynı günlerde Ankaralı Genç İşadamları Derneği ANGİAD, ‘Fikri Haklar, Marka Tescili ve Markalaşmak’ konulu bir toplantı düzenlemişti. O toplantıda,  Ankara’nın coğrafi işareti olarak ‘Kalecik Karası Üzümü’ ve ‘Çubuk Turşusu’ dışında tescillenmiş bir ürünü olmadığı ortaya çıktı. Duyunca turşuya döndü suratım. ‘Turşu Suratlı Ankara Yazarları’ markalaşmazdı inşallah! 38 çeşit armudu, 10 çeşit üzümü, her biri 300 gram elması, ceviz gibi vişneleri, yuva kavunu, balı, keçisi, tavşanı varken hala Ayaş domatesi, Polatlı durum buğdayı, kedisi, takla güvercini, sevgi çiçeği, çiğdemi yaşarken turşu suratlı yazarları markalaşacaksa aşk olsundu!

Plan hazır, yapalım
“Daha önce Malatya’da hazırlanan projeye büyük katkı sunduk. Ancak oradaki proje çeşitli nedenlerle hayata geçirilemedi. Bizim fakülte olarak planımız hazır. Tek başımıza gerçekleştiremeyeceğimiz için ortak bir birliktelik sağlamak gerekiyor” dedi Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Dekanı Profesör Doktor Ahmet Çolak hoca.

Ne duruyoruz? Çubuk’ta, Hayvancılık Organize Bölgesi, araştırma-geliştirme altyapısı hatta meslek okuluyla oluşturuluyor şu an. Plan hazırmış. Tarımınkini oluşturmak için bu önerinin, düşünülecek nesi var acaba?

12 Mayıs 2012 Cumartesi

PLANIN NE ANKARA? -2-

11.05.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi

“1950’den sonra planlı gelişmesi giderek yavaşladı. 1980’den beri 32 yıldır, bir ‘yağ lekesi’ gibi kontrolsüz gelişiyor ve yayılıyor” demiştik önceki yazımızda. 85 yıl önce bile bir planı varken uzmanların değerlendirmesiyle gittikçe kötüleyen, plansız bir başkent görüntüsü çıkmıştı karşımıza. Kaldığı yerden devam edelim:

Haziran’a dikkat
Ankara Kulübü’nde gerçekleşen açıkoturuma, Eski Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı, Murat Karayalçın başkanlık etmişti. Aynı zamanda 1989-1993 yılları arasındaki Büyükşehir Belediye Başkanımız. Oturum boyunca araya girişleri, Ankara’yı ve belediyelerini, hala çok yakından izlediğini gösteriyordu. Oturum sonunda konuşmaları özetleyen bir toparlama yaparken  gündemde yer almayan çok önemli bir konuya değindi; “Haziran ayında yeni Belediyeler Yasası çıkacak. Bu yasada ‘Pergel Kuralı’ kalkıyor” dedi. Çuvaldız yemiş gibi hopladım.

Kent plancı değilim, imar müdürü değilim, bilmiyorum. Pergel Kuralı’da neymiş? Karayalçın, “Şu anda İstanbul ve Kocaeli’nde, deneme amaçlı uygulanıyor. İçişleri Bakanlığı, sonuçları derhal açıklamalı” sözünü 2 kez yineleyip, “Yasa çıkmadan önce, bu uygulamanın sonuçlarına mutlaka ulaşmalıyız” diye ısrarla vurgulayınca kıpırdandı salon. Bilmediğinden korkuyor insan; ben, adeta dalgalandım! Haberimiz olmadan yine mi bir şey oluyordu?

Pergel Kuralı
Hazırda uzmanları bulmuşken sordum. ‘Pergel Kuralı’na göre; bir merkez belirlenirmiş, diyelim Milli Kütüphane. Pergelin iğnesi oraya saplanır, pergel, haritada döndürülürmüş. Kent planlaması, işte bu pergelle çizilen alan içinde oluşturulurmuş. Bu alana, belediyelerin uygulama alanı da diyebiliriz. Büyükşehirseniz, büyükşehir belediyesinin görev alanı yani. ‘Pergel Kuralı’ kalkınca ne mi oluyormuş?

Kural kalkarsa
Büyükşehir belediyeleri, pergelle çizilen alan içinde kent planını uygulamak ve hizmet vermekle yükümlü ama bir de tüm ilin sorumluluğunu taşıyan valilikler var. Alışılmış yöntem, pergelle çizilen alan içine belediyeler, dışında kalan bölgeye, valilikler eliyle hizmet verilmesidir. Bir çeşit yazılı olmayan, nezaket anlaşması vardır aralarında. Kural kalkınca görev tanım ve alanları, iç içe girmiş oluyor. Büyükşehir belediyelerinin hizmet verme yetkisi, tüm il sınırlarını kapsayacak hale geliyor. Sordum, verileri görmeden, konu hakkında olumlu ya da olumsuz bir görüş belirtmek istemedi uzmanları. “Niyete göre iyi de olabilir, büyükşehir belediyelerini, il sınırları içinde tek hakim haline de getirebilir” dediler. Belki yetki çatışması artar, belki de büyükşehir belediyelerinin, ilçe belediyeleriyle didişmesi son bulur. İstanbul ve Kocaeli’ndeki uygulamanın sonuçlarını görmek şart demek.

Bir anı ve bizdeki karşılığı
Dinleyici olarak katılan Yenimahalle Belediye Başkanı Fethi Yaşar, nüktedan anlatımıyla bir anısını paylaştı: Çocuklarını ziyarete Amerika’ya gitmiş. Nereye gitse kent düzenine hayran kalmış. Bir yemekte Sen Fıransisko (San Francisco) Belediye Başkanı’na, imar planının nasıl değiştiğini sormuş. Şaşırmış adam, “Ne değişmesi, biz de plan bir kez yapılır, o uygulanır” demiş. “O şaşkın, ben şaşkın, sessizce bakıştık” diye gülüşmeler arasında bitirdi sözlerini.

Ben de Fethi Yaşar’dan yarım saat önce dinlediğimiz Yardımcı Doçent Doktor Savaş Zafer Şahin hocanın, sözlerini anımsatarak bitireyim; “Başkent Ankara 2023 Planı’nda, 2007’den bu yana, 500 kadar plan değişikliği saptadım” demişti.

Bizim bir türlü bilemediğimiz ama varsa eğer, söyle Ankara, medeni bir kent olmak için senin planın nedir?

9 Mayıs 2012 Çarşamba

PLANIN NE ANKARA?

08.05.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi

Medeni bir şehir olmak için planın ne? Var mı böyle bir niyetin? Nasıl yayılacağı belli olmayan bir ‘yağ lekesi’ gibi gelişiyorsun 32 yıldır. 85 yıl önce bile bir planın vardı, şimdiki planın ne, bilmiyoruz. Bilip bilmeden, yaşayıp, gidiyoruz içinde. Bildiğimizi sandığımız planları da değiştiriyormuşsun habersiz. Bir tül perdenin arkasında, belli belirsiz birşey bize planların!  

Perdenin arkasını seçebilmek için Ankara Kulübü’nün düzenlediği açıkoturuma katıldım. ‘Ankara’nın İmarı’ydı konu. Oturumu, Eski Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı, 1989-1993 yılları arasındaki Büyükşehir Belediye Başkanımız Murat Karayalçın yönetti. Açık oturum bittiğinde, Ankara Kalesi’nin üzerinde yükseldiği kayalar kadar sert, oturumun düzenlendiği Abidinpaşa Konağı kadar büyük bir kafam vardı! Dertsizmiş gibi yenileri eklendi içine.

Plan tutmayan devlet merkezi
Kitap kalınlığında not tutmuşum. Yeri geldikçe ayrıntılarına değinmek üzere, şimdilik ilginizi çekecek başlıklarla giriş yapmış olalım.

Açılışı, Atılım Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nden Yardımcı Doçent Doktor Savaş Zafer Şahin yaptı. Daha önce de küreselleşme dalgaları yaşayan dünyanın, yeni küreselleşme dalgasına değindi. Bu süreçte  Ankara’yı, 3 dalga halinde değerlendirdi:

-       1870’le 1914 arasındaki Birinci Dalga
-       1945’le 1980 arasındaki İkinci Dalga
-       1980’den günümüze kadar süren Üçüncü Dalga olarak.

İnanması zor ama 1800’lerin ortasında Ankara’nın çöküş direği, Yeni Zellanda’ya götürülen 50 çift tiftik keçisidir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve 1923’te başkent oluşuyla yeniden ayağa kalksa da 1950’de, çok partili yaşama geçişle ibre yeniden İstanbul lehine döner.

Dışarıdan aldığını içeride satan İstanbul’da birikir sermaye. Sanayileşme ve kültürel yaşamın merkezi olmaya başlar. 1980’lere kadar ağır ağır çöken Ankara’nın, 1980’den sonra yeni gerileyiş dönemi başlar. Ekonomik gelişmesi ve imarı kesintiye uğrayan başkentin, yüzde 60’ı gecekondularla doludur. 1990’dan 2007’ye kadar 17 yılı, plansız geçirir. ‘Yağ lekesi’ gibi kontrolsüz gelişir. ‘Başkent Ankara 2023 Planı’nda, 2007’den bu yana, 500 kadar plan değişikliği saptar Savaş hoca. Plan tutturamayan bir devlet merkezidir Ankara!

50 kilometre çapına 5 kilometre hizmeti
Ardından Gazi Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü’den Doçent Doktor Metin Şenbil hoca söz aldı. 10 yıl Japonya’da bilgisini terbiye edip, Ankara’ya dönünce bütün bildikleri alt üst olan hocamız. Günlük 6 buçuk milyon yolcu taşınan başkentte, toplu taşıma bilgilerini içeren döküm aramış, bulamamış. Kendi çabasıyla bulmaya çalışıyor. 2 bin 400 kadar minibüs, 500 halk otobüsü ve 2 bin kadar belediye otobüsüyle 50 kilometre yarı çapındaki kente, 5 kilometre yarıçapındaki kent ulaşım hizmeti verdiğimizi söyledi. Kendi de hep toplu taşıma aracı kullanıyor. Bazı hatlardan kaldırılan otobüs seferlerinin, maliyetini ve toplumsal sonuçlarını anlattı. 163 numaralı otobüs seferi gibi. Ruhum daraldı.

Kentsel dönüşüm karmaşası
Bilkent Üniversitesi Kentsel Tasarım ve Peyzaj Mimarlığı Bölümü’nden Yardımcı Doçent Doktor Bülent Batuman’a geldi söz. “2004 yılından sonra plansızlık, kamu yönetim biçimine dönüştü” diye başladı. Kentsel Dönüşüm Projeleri’ne değindi. “Dikmen’de çatışmalı, Kuzey Ankara’da uzlaşmalı dönüşüm başlatıldı ama iki mahalle de şu an Büyükşehir Belediyesi’yle mahkemelik. Buralarda toplumsal dokunun parçalanması tehlikesi, çok ciddidir” dedi. Uzun uzun ‘Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanun Tasarısı’nın barındırdığı tehlikeleri anlattı.

Yetmedi yerimiz, Murat Karayalçın’ın çok önemli uyarısını Cuma günkü yazımızda işleyeceğiz. Kimsenin belirgin hatlarla çizemediği Ankara’nın planı, şimdilik, “İnşallah ‘plansızlık’ değildir” demekle yetineceğiz.

5 Mayıs 2012 Cumartesi

HİÇ HİZMETLER İDARESİ

04.05.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi

Bazen “Belediyeler, siyasetten bağımsız olsa daha mı iyi olur acaba?” diyorum. Her zaman demiyorum, bazen diyorum. “Valilik gibi, kaymakamlık gibi, herkese eşit mesafede dursalar daha mı iyi olur?” diye düşünüyorum. Çekişmekten hizmet veremez hale gelen hangi kurum olsa varoluş nedeninden uzaklaşmış demektir.  Gerekçesi ne olursa olsun zarar, olduğu gibi hizmet bekleyene dokunur. Hele ki tepeden tırnağa hizmet vermekle yükümlü belediyeler, hizmet vermez hale gelecek duruma düşerse çaresiz kalırız. Çünkü hiç kimsenin, yasal olarak, kafasına göre hizmetini görme hakkı yoktur. Görev, yasal düzenlemelerle ilgili kurumlara verilmiştir millet adına.

Eski dostlar!
14 yıl İstanbul’da yaşadım. 2 yıl önce, sözde geçici olarak Ankara’ya geldiğimde büyük şaşkınlık yaşamıştım; Bakanlıklar’da, Meclis Kavşağı’yla Olgunlar Sokak arasındaki kaldırım şaşırtmıştı ilk. 14 yıl önce bozuk bıraktığım kaldırımların, aşağı yukarı aynı yerindeki oynak, kırık taşlar, yine aynı yerde kırık, döküktü adeta. Eski bir tanıdıkla karşılaşmış gibi de sevinmiştim hatta içimden! Kızılay’a, oradan Sıhhiye, oradan da Ulus’a doğru bütün tanıdık kaldırım taşlarıyla selamlaştım. Kızılay’dan Kolej’e ya da Demirtepe’ye, hep tanıdıklar yerli yerindeydi.

Bazı semtler dün gibi dururken bazıları, bambaşka bir çehreye kavuşmuştu. Gelişme, neye göre uğruyordu acaba mahalleden mahalleye? Sıhhiye, Zafer Meydanı, eskisinden de kötüydü. En kötü kaldırım adayım Kızılay-Kolej arasındadır. Batıkent’te  her şey, 14 yıl önce bıraktığımız gibiydi. Dün gitmiş, ertesi gün gelmiş gibiydim. Betonu tuzla buz olmuş kaldırımı, aynı yerde duran çukuru selamladım, “Naber kaldırım? Yıllar seni hiç çökertmemiş çukur!” Kaldırımdaki ağaçlar, budanmamıştı. Eski dostlar, eski dostlar!..

Atılan toplar dolanan ayaklar
‘12 Eylül Gibi İşhanı’ diye yazdığım SSK İşhanı, Çankaya Belediyesi’yle Büyükşehir Belediyesi’nin çekişmesi nedeniyle yıkılamıyordu. Bir sokakta altyapı çalışması yapılıyor ama kapatıldıktan sonra yol, asfaltlanmadan bekliyor, belediyeler topu birbirine atıyordu. Ergazi, aylarca şikayet etti, hala ediyor. Karanfil Sokak başta, Çankaya sokakları bir yaz boyunca toz soludu. İçişleri Bakanlığı yanındaki Emniyet Parkı’na Atatürk Anıtı yapılıyor, birkaç gün önce önünde  reklam tabelası yükseliyor, hop kavga çıkıyordu. Bir belediye,  esnafın şikayeti üzerine bozuk kaldırımı tamir ediyor, diğeri “yetkisini aştı” diye dava açıyordu. ‘12 metre’ kuralıyla  belediyeler, birbirinin ayağına dolanıyordu; 12 metrenin altındaki sokak ve caddeler yerel belediyeye, 12 metre üstündeki sokak ve cadde düzenleme yetkisi ise Büyükşehir Belediyesi’ne aitti. Akpınar ve Mamak’ta evler kayıyor,  voleybol oynayan belediyeler, sorumluluğu birbirine atıyordu. Saymakla bitmeyecek yüzlerce çekişme konusu var. Ortak bir kent bilincinden uzak, kısır çekişme konuları.

6 metrekareye düştü
En son Meşrutiyet Caddesi’yle Karanfil Sokağı birbirine bağlayan üst geçitin altındaki didişme “Pes” dedirtti: Yasa dışı olduğunu iddia ettiği geçidin, önce altındaki büfeyi yıkmış, yerine çiçeklik yapmıştı Çankaya Belediyesi. Büyükşehir Belediyesi’de gelip, çiçekliği yıkmıştı. 6 metrekarelik bir alana kadar düşmüştü çekişmenin boyutu.

6 metrekareye düşen çekişme, bütün Ankara’yı kapsayan resmin özeti gibiydi. İster siyasi ister kişisel olsun, hizmetin önüne geçmiş bir çekişmenin resmiydi bu. Hizmet yarışına dönmüyor, millete fayda sağlamıyorsa çekişme, elde var sıfır, karşılığı ‘hiç’tir yani. Bazı başkent sokaklarına yıllarca hiç uğramayan idareler, ‘hiç hizmetler idaresi’ dir bize. İnsan, 14 yıl sonra aynı yerde, aynı kırık kaldırıma basıyorsa zamandan başka ne ilerlemiştirki?

2 Mayıs 2012 Çarşamba

ÜSTÜNZEKA TÖRPÜLEME LİSESİ

01.05.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi

2003 yılında, “Türkiye’nin en iyi ihracat ürünü ordusudur” demişti Corç Soroz (George Soros). Dünyanın en başarılı borsa spekülatörü, yani vurguncusu olarak tanıtılır kendisi. Hayatta aklımıza gelmezdi ama her şeyi parasal değer olarak gören bu adamın yakıştırması, tokat gibi indi suratımıza. “Vay efendim öyledir, öyle değildir” tartışmalarına boğuldu ama bu tokadın acısı, benim suratımda hiç soğumadı. Bizim için kutsal   ‘Peygamber Ocağı’na, hiç bu gözle bakmamıştık.

Kore’de ucuz Amerika’da pahalı
Pazarlama çağının tüccar gözüyle bakıldığında, devlet ve ordu konusunda marka olduğumuzu söyleyebiliriz. Ancak Soroz’un tarifinden alınmıştım. 1950’de dahil olduğumuz Kore Savaşı’nda, ABD Dışişleri Bakanı Con Fostır Düllıs’ın (John Foster Dulles) sözleri yankılandı kulağımda; Türk askerinin kendilerine maliyetinin, ‘23 sent’ olduğunu söylemişti. Amerika’nın 23 kuruşu… Bütçeyi savunayım derken düne kadar ordusunu bir maliyet kalemi olarak görmeyen milletin, askerlerini harcamıştı.

Oysa aynı Amerika, ülkemizden göçen akıllı beyinleri, binlerce dolar maaş ödeyerek çalıştırıyordu şirketlerinde, üniversitelerinde. Soroz, “En iyi ihraç ürününüz aklınız” dese hoşuma giderdi. Aklına sahip çıkmayan milletin, kendisine yaramayan çocuklarının başarılarıyla övünme garabeti. Ümit veriyor, güven aşılıyor çünkü. “Sahip çıkılsa akıldan yana eksiğimiz yok” diye düşünüyorsunuz.

Çıldırtma lisesi
O akla sahip çıkılmadığını, çok acı bir örnekle bir kez daha öğrendik geçen hafta: En başarılı 500 çocuğumuzun okuduğu Ankara Fen Lisesi, dökülüyordu. Üstünzekalı 500 çocuğumuzu, 1960’lardan kalma teknoloji ve koşullarda eğitmeye çalıştığımız çıktı ortaya. Etüt odası olmayan, tavanı çökmüş müzik odalı, 1960’tan kalma kimya ile elektrik kaçağı olan fizik laboratuarlı bir okul. Üstünzekalıyı, çıldırtma merkezi!

Tespiti yapan Türkiye Büyük Millet Meclisi Üstün Yeteneklileri Araştırma Komisyonu. Komisyondan da böylece haberdar oldum. 400 yüzyıl önce Hezarfen Ahmet Çelebi’yi, uçtu diye cebine altın koyup, süren, 1936 yılında kendi parasıyla uçak yapan Nuri Demirağ’ı, şirketiyle batıran milletin Meclisi, böyle bir komisyon mu kurmuştu? Üstünşaşkın oldum!

Ne zamandır bu halde?
Bizim zamanımızda F’sini bile aklımızdan geçirmeye cesaret edemediğimiz Ankara Fen Lisesi, komisyonun ziyaretinden sonra hareketlenmiş. Yenileme çalışmaları başlamış. Ne kadar zamandır bu durumda olduğunu düşündükçe tüylerim diken diken oluyor. Böyle bir akıl israfı, ya cehaletle ya da kasıtla olur çünkü. İkisi de birbirinden beter. Başka ülkelere göçmesi için, beyinlerimize yol veriyoruz demektir. Bir de siyasi bir manevra çıkmaması için dua ediyorum bu ziyaret ve gelişmelerin ardından.

Aklı törpüleyenin ihraç ürünü
Üstünzeka, kolay bulunur bir şey değil. Titizlikle kollanacak elmas beyinler onlar. Yolumuzu açacak çözümler, dünyada söz sahibi olma kudreti, onların kıvrımlarında gizli. Yüzyıllar süren bu zeka israfı ve kıskançlığıyla kuyruğumuzu kovalamaktan yorulduk. Kıymayalım artık, akıl, bizim aklımız.

Yoksa biz, üstünzekalı çocukları bir araya toplayıp, zekanın ‘üstün’ kısmını törpüleme okullarına mı tıkıyoruz? Zekaya, deli gömleğinden okul forması iyi mi? Törpü işlemeyeni de olabildiğince uzak ülkelere postalayıp, kurtuluyoruz. Aklına sahip çıkmayan, kendi buluşlarını üretmeyen ülkenin, ihraç ürünü de askeri zekası ve canı oluyormuş demek.

Bir kötü yanı daha varsa eğer; kala kala böyle bir vasatlar ülkesinde üstünzeka haklarını, benim gibi vasat bir zekanın savunmak zorunda kalmasıymış meğer!