28 Ocak 2013 Pazartesi

HACETTEPE’NİN YAŞAYAN ANSİKLOPEDİSİ: LÜTFÜ YANAR


19.12.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi






SÖYLEŞİ...
Belki de ‘Son Hacettepeli’ diyebilirdik. Hacettepeliliği’ni, aynı heyecanla yaşayanı kalmadı çünkü. Eski Hacettepe’yi, tüm ayrıntılarına kadar anımsayıp, anlatabilen ve anlatmaya devam eden ‘Son Hacettepeli’. Hiçbir Ankara takımının maçını kaçırmayan, hepsine mor-beyaz kravatı ve kaşkolüyle katılan, mahallesi içine sinmiş bir Hacettepeli. Hacettepespor’un maçlarında, yaptırdığı koca bez ilanı açarak takımı tek başına ateşleyen taraftar. Liseden sonra İmar ve İskan Bakanlığı’nda araştırma teknisyeni, 1980’le 2008 arasında turizm ve inşaat işleri yapan arkadaşının şirketinde müdür. Arkadaşın, Hacettepelisi, vefalısından. DSP kurucusu, CHP’de görevler almış, Atatürkçü Düşünce Derneği’nde saymanlık yapmış. Hacettepespor’da hem futbol oynamış, hem yönetici olmuş. Kendisinden sonra yaşatılamayan Hacettepeyi Sevenler Derneği’nin kurucusu. Mahallesinden kalanı dolaştık, ‘Son Hacettepeli’yle.
Hacettepespor Lokali'nin bugunkü hali


Karacabey Hamamı’nı karşınıza alınca solda yıkılmış, yerinde yeni onarılan ve düzenlenen evlerin olduğu eski Hacettepespor Lokali’ni yerini öğrenerek başladık. İnci Sokak’ta, babasını şikayet ettiği Dumlupınar Karakolu, karşısında İlhan Cavcav’ın yıkılmış evlerinin küçük arazisi. Yeşilağa Camisi, yanında hala duran çirkinleştirilmiş eski fırın. Sarıca Sokak’tan dolanıp, yeniden Talatpaşa Bulvarı’na indik. Hacettepe Sevenler Derneği’nin yerinde, Hamamönü Meydanı’nda, yeni yapılan saat kulesi var. Tacettin Dergahı önündeki çimliğin, Denizciler Caddesi’ne taşınmadan önce Yeğenbey Vergi Dairesi’nin ilk yeri olduğunu öğrendik. Sohbet için Hacettepe Kahvesi’ne baktık, kalabalık. Eski Hacettepespor fotoğraflarının sergilendiği, adı ‘C’ ile yazılan Cafe Arkadaş’a geçtik. Sobasının sıcağında sohbete başladık.

Ali İnandım- Hacettepe neresi o zamanlar?
Lütfü Yanar- Hacettepe, bugünkü Çocuk Hastanesi’nin olduğu yerden Samanpazarı, Kurtuluş ve Sarıkadın dediğimiz sokak arasındaki bölgeye deniyordu. Biz, Hacettepe Camisiyle Karacabey Camisi civarına ‘Hacettepe’ derdik. Şimdi adı Hamamönü ama bizim zamanımızda Hamam’ın arka taraflarına Hamamönü denirdi.
Cafe Arkadaş... Arkamızda Hacettepespor arşiv fotoğrafları
- Burada, Hacettepe dediğimiz yerde merkez tam neresiydi?
- Bizim toplandığımız yerler; şu anda Hacettepe Üniversitesi içinde Yapı İşleri Müdürlüğü var. O müdürlüğün olduğu yerde bir cami ve bir meydan vardı. Bakkalımız, manavımız, kasabımız, kahvelerimiz hep o meydandaydı. O kahvelerden birini de Kabadayı Mehmet çalıştırıyordu. Dumlupınar Caddesi’nde, Erzurumlular Mahallesinde, Yağcı Fehmi dayının Erzurum Kahvesi var. O kahve eskiden Hacettepeliler’in toplanma yeriydi. Onun karşısında da Çiçek Sineması vardı. O sinemanın işletmecisi Abdullah Özgörür’dü. Ankara’daki bütün yazlık sinemalar onundu ve aynı zamanda kulüp başkanımızdı. Taa ki 1954’e kadar Mustafa Demireli’yle görev değişikliği yapana kadar. Çok iyi futbolcular, muazzam bir abi-kardeş ve Hacettepelilik duygusu vardı. Hacettepespor’un en büyük başarıları, Hacettepe’de doğmuş, büyümüş, yaşamış insanlarla gelmiştir.

- Şu anda bu anlattığınız merkez yok öyle mi?
- Yok.

Sobanın sıcağı sıcak ama kahvenin uğultusu ve okey taşları, ses kaydımızı bastıracak düzeyde. Sakin bir yer bulmaya kalkıyor, Sarıkadın Sokakta, zamanın en meşhur sünnetçisi Hamza’nın evinin önünden, Mehmet Akif Ersoy Edebiyat Müze Kütüphanesi’ne iniyoruz. Kütüphanede, sakin bir oda buluyor, sıcak misafirperverlik eşliğinde, sohbetimize devam ediyoruz.

- Sürekli bir çekişme, gerginlik hali varmış Hacettepe’nin.
- Suç oranı yüksekti ama Cumhuriyet’ten sonra gelenlerin, Ankara’dan pay koparmaya çalışmasından kaynaklanıyordu. Genelev işletmekle başladı, Hacettepe sokaklarında yer edinmeye çalışmalarıyla tırmandı sürtüşme. O yüzden bitmezdi kavga. Atıfbey, Altındağ, 11 Ateş, Yenidoğan gibi takımlar kurdular. Bunların Hacettepespor’la maçları, hep  kavgalı olurdu. O kavga, mahalleye yansıyordu.
Hamamarkası'nın zamana direnen evleri

- 1950’lere kadar o günlerde aklınızda kalan olay ne var?
- 1948-49 sezonunda, Gençlerbirliği-Beşiktaş maçında Hasan Polatkan’la Baba Hakkı’nın, kavga ettiklerini, birbirlerini kovaladıklarını, Ali Polat’ın, Hakkı Yeten’e tokat attığını, sahanın karıştığını hatırlarım. Antrenmanlar Cebeci Çayırı’nda olurdu. Maçlar Ankaragücü stadında ya da 19 Mayıs Stadı’nın yanındaki kömürlük dediğimiz sahalarda oynanırdı.

- Niye kömürlük?
- Çamur olmasın diye kömür kırıntıları dökerlerdi o sahalara, kum filan yoktu. O zaman Stadspor vardı, Kömürspor vardı, İstasyonspor vardı, onlarla yapılırdı maçlar.

Hacettepe’nin tarihine giren, 3 efsane isme değmeden çıkamazdı o sayfalardan:

- Mahalleden anımsadığınız?
- 1950 öncesi Kabadayı Mehmet, Sarı Veli, Karagöz Kemal’i anımsıyorum. Sarı Veli dışındakilerle sonra ailecek de görüşüyorduk. Veli abiyi çok erken, 13 Kasım 1951 yılında kaybettik.

- Kaç yaşlarındaydı?
- 26-27 yaşlarında.
- Ölümüne sebep?
- Bunlar, kardeş gibi beraber büyümüşler. Bütün sorunlarını beraber çözmüşler. İyi günde kötü günde beraber olmuşlar. Fakat günün birinde Mehmet abi, birini yaralamaktan dolayı hapse girdi. Altın kabzalı tabancasını, Veli abiye bırakmış. Hapisten çıkınca tabancayı istemiş, Veli abi de sattım mı demiş, kaybettim mi demiş, öyle bir şey olmuş. O sırada Veli abi de bir kahve açmış. Parasını isteyince “ Ya Mehmet, biz seninle kardeşiz, parası yok ama bu kahveyi açtım, gel bu kahveye ortak ol” demiş. Sonra Mehmet abi, ortak olmasına rağmen kahvenin bütün hasılatını alır, Veli abiye bir kuruş para vermezmiş. Veli abinin gücüne gitmiş ama o da emanete ihanet etmiş gibi algılanınca ses çıkaramamış. Bir de arada getir-götürcüler var. Onlar da “Kabadayı Mehmet seni vurmak istiyor” diyor, diğerine gidiyor “Seni takip ediyor, vuracak” diye laf taşıyorlar. Bir gün sözleşiyor, Fehmi dayının kahvede buluşuyorlar. İçeriye girip de Veli abinin  sandalyeden kalkışını hamle yapıyor zanneden Mehmet abi, silahını cebinden çıkarmadan ateş ediyor, kasığından vuruyor Veli abiyi. Ondan sonra da Kabadayı Mehmet girdi, uzun süre yattı içeride. Can arkadaşını vurduğu için büyük pişmanlık duydu yıllarca. Bir de Mehmet abinin futbolla pek ilgisi yoktu ama boks maçları yaparlardı.
- Kendi aralarında mı?
- Yo yoo, lisanslı boksörlerdi.
- Üçü de mi?
- Tabi tabi. O zaman Harbokulu’nda yapılırdı boks maçları. Antrenmanları da orada yaparlardı. Üçü de müsabakalara katılmış, şampiyonluklar almıştı. Çiçek Sineması, Harbokulu, tenis kortunda olurdu maçlar.
- Bu bölgenin ünlüsü onlar mıydı?
- Kabadayısı, saygı gören, çekinilen… Bir de şunu söyleyeceğim; ‘kabadayı’ dendiği zaman işi, gücü olmayan serseri, başıboş kişiler değil bunlar. Hepsinin bir mesleği vardı. Mesela Kabadayı Mehmet matbaacıydı. Sarı Veli fotoğrafçıydı. Karagöz Kemal, taşımacılık yapardı, kamyonları vardı. O dönem Hacettepe’de futbol oynadı. Bir ara gitti, Demirspor’da oynadı.
Sarı Veli(solda)ve Karagöz Kemal
- Bu işleri yaparken mi oynuyor futbolu?
- Tabi tabi. Muazzam bir insandı. Babası Hayali Küçük Ali olduğu için Hacıvat Karagöz oyunlarında da babasına destek olurdu. Hatta sonradan Hacıvat-Karagöz figürlerini deve derisine işleyip, dünyanın çeşitli ülkelerinde sergilere katıldı. Yunanlılar’ın, “Hacivat-Karagöz bizimdir” dediği günlerde Kemal abi, Avrupa’nın değişik ülkelerinde, “Hacivat - Karagöz bizimdir” demek için katıldığı sergilerde epey uğraş verdi.
Mehmet abi, Veli abinin olayından sonra hapse girdi. Çıktıktan sonra araya Kürt Cemali olayı girdi. Birgün, İtfaiye Meydanı’nda Mehmet abinin çalıştırdığı kahvede, Kürt Cemali’yi öldürdüler. 1 Nisan günüydü yanlış hatırlamıyorsam. Kürt Cemali’nin yeğenleri de intikamını alacağız diye aynı gün öldürmeyi düşünmüşler.
- Kabadayı Mehmet mi öldürmüş?
- Onun mekanında olduğu için öyle düşünmüşler. Sonradan kimin yaptığı belli olmadı çünkü. Dündar Kılıç ta vardı işin içinde. Dündar’ı öldürmeye kalktılar, Dündar İstanbul’a gitti, yerleşti. Orada adliyeyi bastılar, Dündar’ı vurdular, Dündar, tabancayla ateş etti, onlardan birini öldürdü, birini yaraladı.
- Cinayeti kimden biliyorlar?
- Kabadayı Mehmet, Dündar Kılıç ve bir de ‘kocakafa’ ya da ‘at kafa Yalçın” dedikleri bir çocuk vardı, bu üçünden şüpheleniyorlardı. Dündar İstanbul’a gidip, kurtulunca bir 4 Nisan günü Kürt Cemali’nin yeğenlerinden biri, Kabadayı Mehmet’e arkadan yaklaşıyor, tabancayla birinci kurşunu ensesine, ikincisini, döndüğü zaman ağzına sıkıyor.
- Kaç yılıydı?
- 1964 olması lazım. Ama Kemal abi, bu tür olayların hiç içine girmedi. Dört dörtlük biriydi. Hatta o günün bütün partilerden politikacıları, Kemal abiye gelip, milletvekilliğinden, belediye başkanlığına kadar teklifte bulundular ama Kemal abi, istemedi, girmedi de. Efendi, temiz, dürüst, kendine özgü kuralları olan çok güzel bir insandı. Halen de öyle. Hanımı Çanakkaleli’ydi, sonradan gitti oraya yerleşti. Kilitbahir’de oturuyor. Birkaç yıl önce telefonum çaldı, “Lütfü, Rıza Doğan ölmüş, duydun mu” diye Kemal abi aradı. “Yok abi” dedim” öyle bir şey olsa haber verirler bana.” Biliyorsunuz Rıza Doğan Dünya Grekoromen Güreş Şampiyonu’ydu. Mahallemizin çocuğu, Hacettepe Kulübünde güreşirdi. Aradım evini, doğruymuş. Yani Çanakkale’de oturuyor ama aklı fikri Ankara’da. Ankara’daki dostlarıyla herkesle haberleşiyor. Halen 15 günde bir haberleşir, konuşuruz.
- Kaç yaşlarında?
- 88 var. Araba kullanıyor hala, akli melekeleri yerinde. Size söylemiş miydim; 1934 yılında Soyadı Kanunu çıkacak, Atatürk, babası Hayali Küçük Ali’ye, “Ali bey, siz çok sevilen bir insansınız. Gelin soyadınızı ‘Sevilen’ koyalım” diyor. Ali Muhittin Sevilen oluyor adı. Kemal abininki de Mehmet Kemalettin Sevilen’dir. Kemal abilerin soyadını, Atatürk koymuştur. Çanakkale’de, evlerinin içinden tutun, halı, kilim, çiçekler, lambalarına, elektrik düğmelerine kadar hepsi istisnasız mor-beyazdır.
- Geliyor mu peki Ankara’ya?
- Yok çünkü Ankara’da pek kimsesi kalmadı.
Hamamarkası'nın direnemeyen evleri
- Peki Hacettepe, ne zaman bozulmaya başladı?
- 1956-1957’lerde Çocuk Hastanesi için istimlaklar başlayınca. İstimlak olunca verilen parayla ev alamayanlar, perişan oldu, dağıldı. O zaman başladı bozulma. İhsan Doğramacı, “Hacettepespor’u, Arsenal yapacağım” diye gelmiş, kulüp yönetimine bir sürü doktor girmişti. Hacettepespor Arsenal olamadı. İstimlaklar için mi yönetime girmişlerdi acaba?

Çıktık, Sarıkadın Sokak’tan Kurtuluş’a doğru yürümeye başladık. “Sana Çiçek Sineması’nın yerini göstereyim” dedi Lütfü Yanar. O arada Rıfat Balaban’ın evini, Çukur Bakkal’ı gösterdi birkaç anıyla. Hava kararmıştı. Arkamızda kalan kahveyi gördüm, “Birer çay içelim, öyle ayrılırız” dedim. “Bakalım kim var tanıdık” dedi. Mahalle onun, her köşede bir tanıdık çıkıyor. Çocukluktan arkadaşı Beytullah Angür’le karşılaştı. “Ankara’nın, bahçeli, havuzlu, en lüks kahvesiydi burası. Gara inen memur, ilk önce bu kahveye gelirdi” diye anlattılar beraber. “Ha” dedi Lütfü Yanar, “Sarı Veli, şu köşede vuruldu işte.” Kahveye girince sol arka köşe.


Kapıda, dibinde durduğumuz için, görmemiştim; tabelada yazan ‘Erzurum Kahvesi’ni. Yağcıoğlu Fehmi’nin, Hacettepeliler’in meşhur kahvesinde oturuyorduk.

Fotoğraflar: Şevket Yaman
Milliyet Ankara Gazetesi'ndeki sayfa: http://www.milliyet.com.tr/Milliyet.aspx?aType=EklerDetay&ReleaseID=306&EkPage=2

26 Ocak 2013 Cumartesi

SAHNEDE AKÜN VE ŞİNASİ SAHNELERİ


25.01.2013 Milliyet-Ankara Gazetesi



Ankara’nın gelişmesini, zenginleşmesini, dünya çapında örnek bir başkent olmasını kim istemez. Hele neredeyse yarım yüzyıl hırpalanmış, hak ettiği ilgiyi görememiş bir Ankara’ysa. Tarihine ve tarihi yapılarına sahip çıkamamış, sahip olduğu özellikleri korumakta basiretsizlik ve beceriksizlik destanı yazmış, bunu da devlet göbeğindeyken başarmış bir başkentse. Yarası olunca her yeri acır ya insanın, Ankara da öyle işte; neresine dokunsanız her yanı sızlıyor.



Akün binası!

İlkokul yıllarında, elimden tutup, önce Kuğulu Park’a sonra Tunalı’dan bir çocuk için gökdelenden yüksek dev binanın kapısına getirdiler. Kapı önü çok kalabalıktı, beklemeye başladık. Sinemaya gelmişiz; Akün Sineması’na. Bildiğim sinemalardan çok daha büyüktü. Sinema gibi, salonunun büyüklüğünü izledim önce. Film, içinde yer yer gerilimli sahneler olan bir filmdi. Bu kadar büyük bir salonu dolduran kalabalık içinde, kendimi güvende hissetim. Devre arasında frigo ve patlamış mısır da girince işin içine, gerilimden eser kalmadı, korkmadım o sahnelerden. O hisler, yıllarca Akün’le aramızda bir köprü kurdu. Bir film aynı anda birkaç sinemada oynar ama Akün’lüsünü tercih ederdim her zaman. Çocuk tiyatroları izlemiştim ki yaşıtlarımla geçirdiğim eğlenceli zamanlar, Akün’le aramızda daha sıcak bağlar kurdu. Sözün özü; Akün artık bir bina değildi benim için.



Kopan bağlarımız

Bugün Akün ve Şinasi sahnelerinin olduğu binanın satılması  gündeme geliyor, 5 Şubat 2013’te ihalesi yapılacak. Bizim anılar, belki de bu binaya hiç girmemiş birilerine satılacak.  O da üzerine dökecek betonu, haydi anılara allah rahmet eylesin, gelsin paralar! Şehir de sahip çıkılması gereken şeyler, yerler ve binalar, bu yüzden önemlidir; bizi şehre bağlayan yapıştırıcılardır onlar, bir kültüre, medeniyete bağlar. Bu bağları Taşhan’da, Belvü Palas’ta koparttık, Karpiç’te koparttık, gecekondulaşan Kale evlerinde koparttık, Atatürk Orman Çiftliği’nde kopartıyoruz. Koptukça kişiliksizleşiyor şehir.



Bir öneri

Bir ara yol olur mu diye önermek istiyorum: Aslında Ankara’nın o bölgesine bir oteli yakıştırabiliyorum mesela. Şık bir otelin dibinde, Ankara’nın en güzel sahnelerinden ikisinin duruşunu gözümün önüne getiriyorum. Tunus Caddesi’nin yıllarca karanlıkta kalan bu köşesi, işbirliğiyle ışıl ışıl aydınlanır,  Akün ve Şinasi Sahneleri’nin, tam aksine, manevi değeri üzerine maddi değeri de artabilir diye düşünüyorum. Elalemin renkli sinema, tiyatro kaplı sokaklarına özenmeyi biliyoruz. İşte fırsat. Belki de Akün ve Şinasi Sahneleri, bu proje için biçilmez kaftandır. Ankara için bir soluklanıp, düşünmeye değmez mi?


Kişiliksiz bir şehre, kimse gelmek, kalmak istemez ki en güzel yerine en güzel oteli yapsanız ne çare?

25 Ocak 2013 Cuma

BİRAND’LA VEDALAŞIRKEN

22.01.2013 Milliyet-Ankara Gazetesi



Anılar canlandı. 1989-1993 yılları arası 4 yıl, ağzına kadar dolu 32.Gün’ler geçirdik. Araya birbirinden iddialı, çok ses getiren belgeseller sığdırdık. Onlarca ülkeyi dolaştık, dünyanın neresi sıcaksa oraya burnumuzu soktuk. Kendiyle ve kendi içinde yarışan bir program ve ekip olduk. Aramızdaki adı “MAB” dı. Bizden sonra belki 3 televizyon kanalı kuracak ekip geçti elinden. Brüksel’den kesin dönüş yapıp, Türkiye yerleşti. “Dönünce yavaş yavaş bize benzemeye başladın” dediğimde “Hadi oradan ukala!” diye pek tanıdık yanıtı almıştım. Ukalalıkla başlamıştı iş ortaklığımız.



Ukalayla tanışma

Kasım 1988. Arşiv ve ekip, TRT’deki odaya sığmadığı için Meclis’in Çankaya Kapısı’na bakan binalardan kiralanmış bir daire. Bir akşam saat 6-7 gibi, Mehmet Ali ağabey oraya  topladı bizi. Beni ve Mustafa Ünlü’yü ekiple tanıştıracak. Turan Yavuz, Ahmet Sever, Musa Çözen, Talip Korkmaz, Birand ve bizi öneren Metin Çorabatır, soluk floresan ışığının altında buluştuk. “Ali’yle Mustafa bizimle başlıyor” diye bir giriş yaptı Birand. Yapım ve yönetmen yardımcısı olarak başlıyorduk. Ne yapacağımızı anlatırken araya girdim; “Yalnız bana, büroya tıkıp, sadece kaset taşıtacaksanız şimdiden bırakın gideyim” dedim. Öğrenmek istiyor, çekimlere çıkmak dahil mümkünse her şeyin içinde fiilen olmak istiyordum. 23 yaşında velet, Türkiye’nin bir numaralı televizyon programı ve efsane ekibine koşul sürüyordum. Odaya bomba atılmış gibi oldu. Önce Musa abi başladı, bir güzel tozumu aldı herkes. Gençliğin verdiği sarsaklıkla ukalalığın sınırlarını zorlarken Birand, hep dinledi.



32.Gün’de taştım

Tanışma faslı bitti, hep beraber yemek için, meşhur Milka Restoran’a yürüyorduk. Mehmet Ali ağabey kolumdan çekti, biraz geri kaldık. “Çok büyük konuşuyorsun, içini doldurabilecek misin?” dedi. Üniversitenin ikinci ayından itibaren sinemanın ve televizyonun felsefesinden kurgu tekniğine, kamerasına, sesine, ışığına, sunumuna kadar, ulaşabileceğim bütün kaynakları tüketmiştim. Yetmeyeceğini anlayıp, felsefe, estetik, psikoloji, mimari, sanat tarihi gibi daha bir çok konuya da dalmıştım. 1987 yılından beri de TRT Dış Haberler’e stajla başlamış, çalışıyordum. Yani gözlerimden kulaklarımdan bilgi taşıyor ama değerlendirecek kapsamlı uygulama fırsatını bir türlü bulamıyordum. Gözüm dönmüştü.



Çalışmaya başlayıp, gece gündüz demeyince birkaç ay sonra bütün ağabeylerimizin desteğini görmeye başladık. Cenk Başlamış, Vahap Yazaroğlu dahil. Uyumlu bir çalışma ortamı olmuştu. 6 ay sonra Mithat Bereket, yaklaşık 1 yıl sonra Can Dündar katıldı aramıza.



Suya atarak yüzme öğretirdi

Birand, suya atarak yüzme öğreten ustalardandı. Brüksel’de oturduğu zaman, bir iş için gitmem gerekti. Kıbrıs’ı saymazsak ilk kez yurtdışına çıkacağım, hiç bilmediğim Brüksel’de, Mehmet Ali ağabeyin evine gideceğim. ”Ağabey, tek başıma çağırıyorsun, nasıl geleceğim ben” deyince “Oğlum, adresi verdim ya” demişti! İleri aşaması da şöyle oldu: 1990 yılı, Birinci Körfez Krizi için sık sık Irak’a gidiyoruz. Ya Başbakan Taha Yasin Ramazan ya Dışişleri Bakanı Tarık Aziz’le söyleşi yapıyoruz. Geciktirdiler bizi, Celal Talabani’yle söyleşi yapmayı düşünüyorduk, yetişmedi. Birand’ın Ankara’ya, programa yetişmesi gerekiyordu. Otelin lobisine çağırdı, elime sorular verdi. “Çevirebilir misin şunları?” dedi. Yapım yönetim yardımcısı, kamera kullanıyor, kurgu yapıyordum, bir bu eksik kalmıştı! Soruları İngilizce’ye çevirdim, verdim, baktı, “Talabani’ye sen gidiyorsun” dedi. Şaklava’da, o zaman pek belirli olmayan Kuzey Irak sınırlarının, ilk kez açık haritasının çizildiği söyleşiyi yapmıştım.


4 yıllık 32.Gün’den hariç, TRT arşivinde çürüyen 6 bölümlük en kapsamlı ‘Kıbrıs Belgeseli’ni, 6 bölümlük ‘Vehbi Koç Belgeseli’ni, onun himayesinde Can Dündar’la ‘Cumhuriyet’in Kraliçeleri’ni ve en son 9 bölümlük ‘12 Eylül Belgeseli’ni yaptık. Beraber ürettiğimiz iyi eserler, bir de yukarıdakinin 100 katı anılarımız var. “Huzur içinde uyusun” diyeceğim ama orada da boş durmayıp, sorgu meleklerine soru soruyor olabilir! Güle güle MAB, nur içinde yat.

21 Ocak 2013 Pazartesi

ASO’NUN ÇIKIŞ FORMÜLÜ


18.01.2013 Milliyet-Ankara Gazetesi



İhracat rekoru dillerimizde. Her yıl bir önceki yılı unutturacak satışlar yapıyoruz dünyaya. Türkiye, hala  sattığından çok alıyor ama satabileceği bir şeyleri var artık, üretiyor bir yandan da. Dışarıdan alınan parçaları birleştirip, satmak, Türkiye’ye yetmiyor, daha fazlasını talep edecek boyutlara geldi sanayisi. Bilgiyse var. Teknolojiyse var; matbaa trenini kaçırmıştık ama bilgisayar teknolojisine hızlı uyum sağladık. Yetişmiş kadrolar, yetişecek kadrolar var. İşsizlik var, üstelik çoğu lise, üniversite mezunu genç neslin yakasına yapışmış. Elimizi, önce bu gençlik sonra değişen dünyayı yakalamak için çabuk tutmalıyız.



Adapazarı’ndan İstanbul’a oradan Tekirdağ’a uzanan bölgeye yığılan sanayi ve sermaye birikimi, ülkenin geri kalanını eksik bıraktı, yeteneklerini kullanamaz tüketici durumuna soktu. Düştüğümüz bu durumdan çıkacaksak illeriyle ilçeleriyle hep beraber çıkacağız. İşte Ankara da bu koşuları gözeten atılımlar yapıyor uzun zamandır. Son 3 yılda daha belirginleşti ama 1 yıldır, bu yöndeki çabaların somutlaştığını görüyoruz.


ASO’nun formülü
Ankara sanayisindeki gelişmeleri birinci ağızdan duymak, değerlendirmelerini almak üzere, muhabir arkadaşımız Tolga Akıner’le Ankara Sanayi Odası (ASO) Başkanı Nurettin Özdebir’in kapısını çaldık. Detaylı haber, dünkü Milliyet Ankara Gazetesi’nde yayınlandı. Başkentin bilgi ve insan kalitesi, gençlerin kullanılmayan müthiş enerjisi, Türkiye’nin en iyi, dünyada bile az bulunur ama kullanılmayan laboratuarları, duvarların arkasına sinmiş şehrine soğuk üniversiteleri, başka ülkelere kaptırdığımız beyinler ve beraberinde giden buluşları, Silikon Vadisi’ne en uygun altyapı ve tekonoparklar, başkentin ve başkente ulaşım sorunlarıyla çok kapsamlı bir sohbet oldu. 3 başlığın altını, görünmesi için, iyice çizmek gerekiyor:

Ankara sanayisi, kendini ve ufkunu yenileme ihtiyacı içinde. Dünya pazarında, bir yer edinmek, edinmekle kalmayıp, rekabete girmek istiyor. Ankara, sanayi altyapısı için çok nitelikli özelliklere sahip. Biri de üniversiteleri ve onların teknoparkları. Ankara Sanayi Odası’nın, ufku açacak, kendini yenileyecek formülü burada saklı işte: “Bilgi, uygulamayla buluşmalı, kaynaşmalı, projeleri paylaşmalı, düzene oturmuş sürekli bir işbirliği içinde hep beraber kazanmalıyız” diyor.

En hayati okullar
İkincisi de bu işlerde çalışacak kadrolar. Şu an Türkiye’de olduğu gibi Ankara’da da çok fazla yetişmiş kadro ihtiyacı var. Sadece Ankara’nın, 35 bin kişi civarında iyi maaşlarla  çalışacak elemana ihtiyacı var. Meslek liseleri ve meslek yüksekokulları, ‘Yeni Dünya’ yolunda, en hayati kurumlardan biridir Türkiye için. İhtiyaca yanıt verecek okulu kurarak ilk adımı ASO attı. Arkasından hiç gecikmeden iki tane Manisa OSB  ve bir tane Tekirdağ Çerkezköy OSB’deki okullar açıldı. Mezun olunca hemen işine başlayacak biçimde yetişmiş olacak bu gençler. Devlet okullarının da derhal müfredatını güncelleyerek bu kervana katılmasını bekliyoruz.
Demiryolu hazır mı?
Üçüncüsü; demiryolu taşımacılığı. Daha çok malınızı, daha ucuza taşırsınız demiryoluyla. Ankara, limanlara uzak bir şehir olması nedeniyle vazgeçilmez koşuldur ticareti için. Malıköy’den tren yolu geçiyor. 4 tane organize sanayi bölgesi var istasyonun dibinde. Sincan ASO 1’le arası, trenle 15 dakika. Bu 15 dakikada, hergün yük taşınabilecekken haftada iki gün taşınabiliyor. Yük taşınacak bu hat, çoktan kurulmalıydı halbuki. Devlet Demir Yolları’nın 70 bin vagonu var, özel sektörün 4 bin. Ancak 4 bin vagonla neredeyse 70 bin vagondan fazla yük taşıyor özel sektör. Demiryolu, gelişmelere  ve gelişeceklere ayak uydurmaya hazır değil demek. Gidişatı kavrayamayan birçok kurum ve yönetici gibi. Oysa ‘Yeni Türkiye’, kendini yenileyen kurumlar ve yöneticilerle tazelenecek.

16 Ocak 2013 Çarşamba

ANKARA’YI PAYLAŞTIĞIMIZ DİLSİZ DOSTLAR

15.01.2013 Milliyet-Ankara Gazetesi



Dilsiz değiller, biz anlamıyoruz konuştuklarını. Kendi aralarında anlaşıyor, insana anlatamıyorlar. Doğa hepimizin ama şehirler, sadece insanların sanki. Artık şehir dışında, dağda bayırda da rahat yok, tüm acımasızlığı ve yıkıcılığıyla  her yerde insan. Tüketim toplumuna dönüşüp, çıldırdıkça, daha da acımasızlaşıyor. Kendinden ve keyfinden başka bir şey düşünmeyen, doğayı, kendisinden ayrı bir dünya zanneden, zannetikçe de özünden uzaklaşan bir aymazlar topluluğuna dönüşüyoruz. Bilgisayar dünyası iyice doğasından koparıyor, sadece insan kalsa yaşayabileceğini sanıyor modern cehalet. İnsan, mağara insanlarının doğayla kurduğu uyumu ‘bilgi çağı’ diye böbürlendiği çağda kuramıyor, kopuyor doğasından. Ninem rahmetli, “Başımıza kıyamet kopacak” derdi bugünleri görse!



İnsanlık dersi

Yıllardır, apartmanda oturduğumuz zamanlarda da mahallenin insandan hariç sakinlerini, ihmal etmedi annemle babam. Kendi derdi, tasası olduğu zaman bile biz vermesek açlıktan öleceklermiş gibi unutmadılar kuşları, kedileri, köpekleri. Kuşların, ıslatılmış bayat ekmekleri, simitleri, arada onlara özel ikram buğdayları, eksik olmadı balkonumuzdan, bahçemizden. Tavuk, balık, et artıkları, çöpe dökülmedi, sokağın ya da bahçenin rahatsızlık yaratmayacak bir köşesinde, kedilere, köpeklere afiyet oldu. Bana da annemden babamdan insanlık dersi.



Hasta misafirimiz

Geçen kış oturduğumuz sitede, iri beyaz bir köpek görünmeye başladı. Topallıyor, belli ki canı yanıyor, hep yatmak istiyordu. Kışın soğuğundan bir evin sıcak duvar dibine sığındı. Sessiz bir mutabakatla kimse kovmaya yeltenmedi,  günlerce yattı o duvar dibinde. Yiyecek ve su bıraktığımız yeri öğrenmiş, yiyip, içip, yine aynı yere yatmaya gidiyordu. Hastalığıyla ilgili olabilir, kış olmasına karşın çok su içme ihtiyacı duyuyordu. Sular akşamdan donduğu için, sabah ılık suyla değiştiriyordu babam. 3 hafta sonra bir gün, bir başka köpekle koşturup, oynadığını gördüm. Topallamıyordu. Büyük ihtimal kolunu oyun arkadaşının omzuna atıp, Gençlik Parkı’na eğlenmeye gittiler, bir daha görmedim çünkü!



Yazın su, kışın yiyecek

Yazın niyetlenmiştim ama bugüne nasipmiş; “Sıcaklarda, bir kap su koyalım” diyenlere katılmak istiyordum. Örneğin bizim mahallenin çevresinde, bir su birikintisi ya da havuz yok. Kapıya koyduğumuz suyu, kuşların, kedilerin, köpeklerin hatta  böceklerin nasıl kana kana içtiğini bildiğimiz için, ailecek hep kontrol ederiz kapları. Onlar içer, bize şifa olur sanki. Şimdi şimdi başladı; bazı parklara, hayvanlar için yalaklar  konuyor artık. Hepsinde bile olsa yetmez tabii, bizler de düşünmeliyiz komşularımızı. Yazın su, kışın birkaç lokma yiyecek. Çeyrek ekmekle kaç kuşu doyurduğunuza şaşıracaksınız.



Kalabalık bir kentte, dikkati dağıtan o kadar çok şey var ki dibinde öten kuşların cıvıltısını duyamaz, gözünün önüne konduğunu göremez oluyor insan. Her şeyi, sadece işine yaramakla değerlendirecek kadar kopuyor bazen çevresinden.  Kendisinden başka, insanları bile görmez oluyor ucunu kaçırırsa. Oysa dikkati özümüzden uzaklaştıran kent yaşamıyla  doğamıza uygun yaşamın arasını bulmamız lazım.



Mutlaka iyi gelecek

Yaz-kış, kuşların cıvıltısıyla uyanıyorum ben. Kışın, yabancı kuşlar da misafir olabiliyor sitemize. Geçen sonbahar   ağaçkakan bile geldi, bir ağacımızı kakma işiyle iştigal etti bir süre. Her ilkbahar, anneleriyle beraber, yavru serçeler, güvercinler, çembercikler, saksağanlar büyütüyoruz. Sarsak yavrular büyürken her yıl sitemizin kuş cıvıltıları da çoğalıyor. İnsan ruhuna, ilaç olsun diye ses verilmiş sanki.


Kentin dilsiz komşuları, bizim sadece doğayla değil, insanlığımızla da bir köprü kurmamıza yardımcı oluyorlar galiba. Görmeye çalışın onları, mutlaka iyi gelecekler bir şeylere.

12 Ocak 2013 Cumartesi

ÇİFTLİĞE HÜCUM!


11.01.2013 Milliyet-Ankara Gazetesi



Amerika’nın, altına hücum filmlerine benziyor gün geçtikçe. Her gün işleviyle ilgisiz yeni bir proje gündeme geliyor, her defasında yeni bir parça daha kopuyor emanetten. Otoban büyüklüğünde yollarla başladı, “Arkası gelir, Çiftlik’le vedalaşın” dedik, gelmekle kalmadı, arkasını alamıyoruz şimdi. Atatürk Orman Çiftliği, vasiyet ve hukuk tanımayan rant canavarının pençesinde, imdat bile dilemesine fırsat kalmadan ufalanıyor.



Ahtapot kavşak

“Çiftlik Kavşağı’nı rahatlatacağız” diye yol ve kavşak düzenlemesi yapıldı. Burada bir kavşak ihtiyacı vardı ama mümkün olduğu kadar doğal dokuya zarar vermeden, yeraltından geçebilirdi. Aksine bütün cesametiyle kara asfalt, uçuk benizli betondan dev bir kavşak, ahtapot gibi Çiftlik arazisine dolandı. Bir kez dolandı mı boğmadan doğayı bırakmaz yollar. Bir otoban ve ancak onun üzerinde olabilecek kavşak, Çiftlik’le aramızı açtı, bizi yaklaştıracağına uzaklaştırdı. Yarın çocuklarınız soracak olursa “Atatürk Orman Çiftliği’yle vedalaştığımız yer” diye bu kavşağı gösterebilirsiniz.



Çiftlik hazinesine hücum

Ne getirdi bu kavşak? Başbakanlık Binası’yla beraber 300 milyon (trilyon) liraya mal olacak kocaman bir Başbakanlık Yerleşkesi’ni getirdi. 30 hektarlık Atatürk Orman Çiftliği Hayvanat Bahçesi, 183 hektar daha eklenerek 213 hektara çıkarılacak. Bakanlar Kurulu Kararı’na göre Hayvanat Bahçesi, ‘yenileme alanı’ ilan edildi. ‘Ankara Yenileme Alanları İhale Yönetimi Esas Ve Usulleri’ adıyla çıkan düzenleme, “Her tür yapı inşaatı, tefrişi ve malzeme alımı, kat karşılığı veya gelir paylaşımı usulleriyle de yapılabilir. Bu konudaki kurallar idarece tespit edilir” diyor. ‘İdare’ kim? Büyükşehir Belediyesi ve ona bağlı Fen İşleri, Çevre Koruma ve Kontrol Daireleri ve ASKİ, EGO gibi birimler. Bir de böyle yapılaşmaya açılacak yani. Bir ‘kentsel dönüşüm’ de Çiftlik’te gerçekleşecek!



Aynı günlerde bilgisayar korsanlarının Yüksek Öğretim Kurulu’nun bilgisayarına girdiğini ve Atatürk Orman Çiftliği’nde, Gazi Üniversitesi’ne ilim irfan yapılsın diye verilen arazi üzerinde iş merkezi ve konut yapılmak üzere pazarlıklar yapıldığını görüyoruz. Yetmiyor, ertesi gün yine Çiftliğe, milletvekilleri için sosyal tesisler yapılacağı gündeme geliyor. Hücuumm!.. Kapanın elinde kalır bundan sonra.



Önce hukuk sonra ahlak sorunu
Üşenmeden, bir kez daha yinelemek lazım: Atatürk Orman Çiftliği, romantik bir çevrecilik, yeşilcilik konusunu aşmış,  ciddi bir hukuk sorunudur. Bir vasiyet, yüce adalet  kurumlarının gözü önünde çiğneniyor ve bağışın muhatabı halk, bütün gelişmelerin dışında kalıyor. Hep altını çizdiğimiz çok önemli diğer noktaysa emanete sadakat. Ataların emanetine gösterdiğimiz saygı buysa yarın bizim bırakacağımız emanetlere ve vasiyetlere gösterilecek saygısızlığı ve sadakatsizliği, kendi elimizle hazırlamış oluyoruz demektir. Yarın nereye, hangi ruh terbiyesine tutunacak çocuklarımız ve gençler?

11 Ocak 2013 Cuma

METRONUN MERDİVENLERİ


08.01.2013 Milliyet-Ankara Gazetesi



Dünyanın, metrolarıyla nam salmış şehirlerini görme fırsatım olmuştu. Moskova gibi, Londra gibi, Paris gibi. 1989 yılında Brüksel’de ilk bindiğimde içim içimi yemişti; bizde adı geçmezken 100 yıldan fazladır böyle ucuz ve hızlı bir ulaşım düzeni kullanıyordu adamlar. Karaköy-Galata arasındaki çatlasa 100 metre mesafede halatla çekilen vagona binince sevindirik olduğumuzu hatırlıyorum; ne medeniyetti Karaköy’den Galata’ya yokuşu tırmanmadan 2 dakikada çıkmak! O zaman Ankara’da, Bahçeli- Dikimevi boyunca sıcakta, ayazda duraklarda yığılmış, kaldırımlara sığmayan yolcular hala gözümün önünde. Özellikle Kızılay’da. Gelmeden önce çok ülkede binmiştim ama Ankara’nın metrosuna ilk binişimin keyfi ve coşkusunu anlatamam. İşte buydu yahu!



Metronun gerekleri

İlk heyecan geçip, dik merdivenler yormaya, bavulu Gar’a ya da AŞTİ’ye taşımak zorunda kalmaya başlayınca eksiği görmeye başladık. Tekerlekli bavullar da icat olmamış henüz.  Sıhhiye’de, İvedik’te, Kurtuluş’ta, merdiven tırmanışı bitince, başarıyı kutlamak için, zirveye bayrak dikesi geliyor insanın. Hep söyledik “Metroda böyle dik ve uzun merdiven olmaz” diye. Gelişmiş metrolarda, merdivenin duranı yok, hep yürüyeniyle iner çıkarsınız. Metro, mutlaka tren garları ya da şehirlerarası otobüs duraklarına, liman ya da havaalanlarına bağlanır. Birinden diğerine geçerek şehir dışına rahatça çıkabilirsiniz. Metrodan Gar’a ulaşmak için Maltepe-Gar arasındaki dolambaçlı ve aklı zorlayan garabetten eser yoktur normal metrolarda. Hele gece, alt geçit kapanınca çantalarla Maltepe’de metroya geçme faslı, korku filmi gibidir. Yürüyense hep yürür merdivenler, 2 günde bir durmaz. Daha geçen haftasonu AŞTİ’de, yanında kızı, bastonuyla dik merdivenleri tırmanan teyzeyi gördüm. Merdivenler yine durmuş, asansörden habersiz, Ağrı Dağı’na tırmanıyordu. Çektiği eziyeti yaşadım adeta. Arkasında, koca bavulları sürüyerek çıkarmaya çalışanlar.



EGO’nun planları

Yeri geldi de o yüzden bir kez daha anımsatıyoruz; EGO’nun planları varmış. Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı’na devredilen metro hatları bitince, yolcu yoğunluğunun artması bekleniyormuş. Bu yoğunluğa önlem almak için ek asansörler ve yürüyen merdivenler yapılacakmış. Hatta 17 yıl sonra Ankaray vagonlarına, klima bile takılacakmış. Hayırlısıyla 2013’ün yatırım programına almışlar. Yeni hatlar yapılmasaydı?



Yeri gelince hep ‘çeyrek metro’ diyorum, biliyorsunuz. Sadece hattın eksikliğini kastetmiyorum, merdivenlerinden kolay ulaşılırlığına kadar bütün her şeyiyle çeyrekliğinden bahsediyorum. “Tren gidiyor ya işte”yle olmuyor metro. Nasıl Zonguldak Kömür Madenleri’ne iner gibi yerin dibine indiriyorsanız, oradan da yukarı çıkaracaksınız yolcuyu. Zonguldak’ta, çıkarıyorlar.



Çok iş var, niye bekliyoruz?

Metromuz, özellikle duraklarda ve Gar ile AŞTİ’de çok sorunlu. Dünya’da, yürümeyen en dik merdivenler Ankara’da. Adı metro ama caddeyle bütün bağları zayıf. Londra’da, 3 kattı metro. Hiç içinden çıkmadan gar, liman, havaalanı, bineceğiniz aracın kapısında iniyordunuz neredeyse. Paris, 110 yıldır yaşıyordu bu rahatlığı. Hele Moskova Metrosu, mimari bir sanat eseriydi başlıbaşına. Metroya değil, sanat galerisine iniyordunuz sanki. 100-150 yaşındaki bu metroları görünce bizim 20 yaşını bile bulmamış genç metromuzun, dağınıklığı ve işlevinin gerisinde kalması takılıyor kafaya: “Yeni hatların bitmesini beklemeden bile hala yapılacak çok iş var, bugüne kadar niye bekledik acaba?” diye.

5 Ocak 2013 Cumartesi

TURİST GELECEĞİNE GİDİYOR


04.01.2013 Milliyet-Ankara Gazetesi



Ankara, turizm acemisi. Son birkaç yıla kadar ne kent ne de il sınırları içindeki değerleri, turizmin hizmetine açamamış. Tarih deseniz var, eser deseniz var, müze deseniz var, doğa deseniz, sebze deseniz, meyve deseniz, kendine has lezzetleri deseniz var. Ancak bütün bunları bir araya getirip, değerlendirme kabiliyetini, en azından bugüne kadar kullanamamış başkent. Anadolu Medeniyetleri Müzesi’yle Beypazarı dışındaki turistik değerleri, tozlanmış. Göz görmeyince gönül arzulamıyor, Ankara’ya gelmek, aklından bile geçmiyor turistin. Bir-iki yıldır daha sık duymaya başladık ama turizmin acemisiyiz, yapalım derken olanı da kaçırmıyoruz inşallah.



Turist sayısı düşüyor

Bugün Evin Demirtaş’ın haberi, turizmdeki beklentilerimiz açısından ümit kırıcı bir tablo koyuyor önümüze. Hem yerli hem yabancı turist sayısında düzenli bir düşüş var. Bir göz gezdirelim tabloya:



2008’de:

Yerli turist sayısı: 506 bin 542

Yabancı turist sayısı: 374 bin 324

2009’da:

Yerli turist sayısı:432 bin 905

Yabancı turist sayısı: 334 bin 560

2010’da:

Yerli turist sayısı: 434 bin 402

Yabancı turist sayısı: 270 bin 820

2011’de:

Yerli turist sayısı 459 bin 541

Yabancı turist sayısı: 290 bin 220

2012’de:

Eylül ayı sonu itibarıyla

Yerli turist: 378 bin 119

Yabancı turist sayısı: 269 bin 927



Kent değil bölge de canlanır

Bu köşeden, turizmle onun gelişmesi, geliştirilmesiyle ilgili her şeyi paylaşmaya, desteklemeye çalışıyoruz. Destekliyoruz, gündemde tutmaya çalışıyoruz çünkü turizm, Ankara’nın en bakir konularından biridir. Açmayı becerebilsek ciddi bir gelir kapısı kent için. Sadece kentin değil, bölgenin canlanması demektir. Yepyeni ülkelerden ziyaretçilerin, Ankara’yı keşfetmesi demektir. Doğrudan uçuşlar, tren seferleri, yollar demektir. Kongreler için tercih edilmek, sağlık için bir tedavi merkezi olmak demektir. Özgün tohumlarımızdan organik  Ankara sebzeleri, meyveleriyle damakları da fethetmek demektir. Ankara’da turizm, yeni yüzyılı yakalamak demektir.



Yukarıdaki tabloya bakınca bir şey yakaladığımız izlenimi ediniyor musunuz? Ancak 'Marka Şehir Ankara' övünmesi dilimizden düşmüyor. Yerli turistin bile günden güne düştüğü mütevazı bir markayız anlaşılan. Küçük küçük gelişmelerden, çok büyük paylar çıkarıyoruz galiba. Turizmcisi, esnafı, yerel yöneticisi, planlamasıyla topyekün bir organizasyona dönüşmediği sürece, turizmin ‘t’sinde eğleşeceğiz sen ben bizim oğlan. Ortak bir tavır, ortak bir plan oluşturamadık hala.



Tozlu vitrine müşteri beklemek

İşte gelirse Anadolu medeniyetleri Müzesi’ne geliyordu yabancı turist, 2 yıldır toz toprak içinde, büyük tur şirketleri programından çıkarmaya başladı Ankara’yı. Gelişigüzel altyapı çalışmaları yüzünden otobüs lastikleri parçalandı, Amerikalı bir turist düştü kolunu kırdı, Rus bir turist, Kale Surları’ndaki idrar esansından şikayet etti. Turizm Danışma Bürosu yok Kızılay’da. Bedava dağıtılacak kent kitapçıklarını bile basıp, hiç olmazsa otellerde uçaklarda dağıtamadık. 20 Aralık’ta, ‘2’inci Kültür Turizmi ve Fuarı Kültür Yolları ve İnanç Turizmi’ diye adı uzun etkisi kısa bir toplantı yapıldı Ankara’da. Ankara Valisi gelip açmasa Ankara Ticaret Odası’na panayır açılmış diyecektik. Kentin birkaç temsilcisi dışında turizmcileri, akademisyenleri, esnafı hatta aynı zamanda zirveyi düzenleyen Büyükşehir Belediye Başkanı yoktu. ‘Turizm’, boş salon duvarlarında yankılandı. Katıldığımız fuarların çoğunda turizmcilerden faydalanmadık, belediye çalışanlarının hayal gücüne emanet ettik turizm geleceğimizi.


Bizim kuru yakınmamız değilmiş demek; rakamlar da turizmden şikayetçi. Özellikle ‘turist’ diye kaydedilen pek çok yabancının, bir geceliğine aktarma yolcuları olduğunu  düşünürsek ne kadar yolun başında olduğumuz daha iyi anlaşılır. İşte en kaba özetiyle turizmdeki durumumuz. Tozlu vitrine boşuna müşteri bekliyoruz gelip te nesine bakacaklarsa artık.