29 Ağustos 2012 Çarşamba

TARİHİ DERS 90’LIK

28.08.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi

Kağnı tekerlerine, onları çeken öküzlerin, ihtiyaç atların, eşeklerin toynaklarına, hatta insanların ayaklarına çaputlar bağlanmış, yürüyorlar ay ışığında. Ses çıkmıyor. Gündüz ağaç gölgesi, çalı diplerinde dinleniyor, keşfe çıkan düşman uçaklarına görünmüyorlar. Yürümekten su toplamış tabanlarını  patlata patlata koca bir ordu, düşman hattı Yunan Ordusu’nun karşısına diziliyor. En son model silahları, gıpta ettiğimiz kamyonları, otomobilleriyle karnı tok, sırtı pek bir ordu karşıdaki. Sırtını, üzerinde güneş batmayan imparatorluk, İngiltere’ye dayamış. Mehmetçik için pek lüküs hoşaf, bükme (börek) ve tahinden kahvaltımızı yapıp, 26 Ağustos 1922 sabahı ateşliyoruz topları. Tarihin en büyük askeri derslerinden biri başlıyor.

İpi kesilmiş kukla
İngilizlerin üç ayda aşılamaz dediği hatlar, başarılı topçu ateşiyle üç saatte aşılıyor, Yunan mevzilerine giriliyor. Düşman, üç koldan Akdeniz’e sürülüyor. ‘Ege Denizi’ yok, adı Akdeniz o zamanlar. “İlk hedefiniz Akdeniz” komutuyla 18 Eylül 1922’de, İzmir dahil, vatan topraklarında Yunan askeri kalmıyor.

Çanakkale’de solmaya başlayan İngiliz güneşi, Büyük Taarruz’la Anadolu’da batıyor. Yunanistan, boyundan ne kadar büyük bir işe kalkıştığını, kayıpları ve borçlarıyla baş başa kalınca anlıyor. Önüne konan sihir gibi ‘Anadolu’ hayalinin ortasında, gerçek bir kabusa uyanıyor. Fedai, ipi kesilmiş kukla gibi çöküyor.

Yine bir 26 Ağustos’ta, 1071 Malazgirt Zaferi’yle  kazandığımız Anadolu’yu, 850 yıl sonra, kanımızın her damlasında, vatanıyla devletiyle yeniden hak ediyoruz.

Sadece bıdı bıdı
‘Kurtuluş’un önsözü Çanakkale’yse sonsözü de Büyük Taarruz’dur. Bu tarihi ders, 90 yaşında. 90 yıl önce dünyaya verdiği dersi bilmeyen, anlamayan, anlatamayan beceriksizlik sayfaları gibiyiz 90 yıl sonra. Bıdı bıdı edip, geçiştiriyoruz. Her yıl 15 bin kilometre öteden Çanakkale’ye, dedelerini ziyarete gelen Avustralyalılar ya da Anzaklar, “Niye geliyor?” demiyoruz.

Sakarya Meydan Savaşı’nın merkezi Polatlı, Ankara’ya 80 kilometre. 25 dakika sürüyor yeni yolla. Büyük Taarruz’un simgesi Dumlupınar, 270 kilometre. Değil 15 bin, bin kilometre bile değil. Her cephede, her kökenden dedelerimizi, minnet duygusunu yitirdiğimiz için anmadan, saygıdan sözedemiyoruz.

Son birkaç yıldır Sakarya Meydan Savaşı için Polatlı Duatepe’de ve Büyük Taarruz için Afyonkarahisar Şuhut ilçesi Çakırözü Köyü’nde, kilometrelerce gece yürüyüşleri, kalabalık  anma törenleri yapılıyor. Gün ağarana kadar sürüyor törenler. Dedelerimizin asker kıyafetiyle yattığı siperlerde, 3 dereceye kadar düşüyor sıcaklık. Paltolar, battaniyelere sarınıyor ziyaretçiler. Bir gece dayanabiliyorlar. O dedelerimiz, su toplamış ve patlamış ve yine toplamış tabanlarıyla 20 gün koşarak düşmanı, İzmir’e sürüyor. Gerçek, isteseniz de daha fazla abartılamaz.

Taarruza denk bakanlık
Bu yıl Çakırözü Köyü’nden başlayan Zafer Yürüyüşü’ne, Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu öncülük etti. Orman ve Su İşleri… Bakanı ve Bakanlığı, eleştiri dışı tutuyor, sormadan edemiyorum; ne alaka?

Askeri Şurayı sivilleştirme başarısını göstermiş bir hükümet,  Orman ve Su İşleri Bakanlığı’yla Büyük Taarruz arasında nasıl bir bağ kurmuş olabilir de Zafer Yürüyüşü’ne timsal etmiş olabilir? ‘Orman ve Su İşleri’ diye yeni bir savaş bakanlığı mı kurulmuştur? İçinde milliyetçi sözcüğü geçen partiyle o taarruzun kadrolarının kurduğu partinin üst düzey temsilcilerinden eser yoktu Zafer Yürüyüşü’nde. Bu irade, kimin temsiline bırakılmışsa değeri odur.

Geçen yıl Ramazan Bayramı’yla Zafer Bayramı, çok hoş tesadüf,  aynı güne denk gelmişti. Ben de “İki Bayramın Su verdiği Çelik’ diye yazdığımı beğendiğim bir coşkuyu paylaştım. Bu yıl da dini bayramda duyulan coşkunun, milli bayramlardan esirgenmemesini diledim. Çeliği kırılmaz yapan çifte su, daha nasıl diyeyim?

25 Ağustos 2012 Cumartesi

HAVA ALMAYALIM

24.08.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi

Ankara’nın, memleketten ve dünyadan kopuk atar damarları, birer birer bağlanıyor. Yarım yüzyıldan fazladır, karayollarından demir ve havayollarına gelememişti sıra. Ne kendi içinde, ne başka şehirlere ne de başka ülkelere ulaşma arzusu olmayan, içine kapanık, otistik bir kentti. Muhabbeti mi sevmiyor, milleti mi başına sarmak istemiyor, bu iletişim ve ulaşım çağında neyine güveniyor, anlaşılamadı. Ülkenin başkenti, devletin karar ve yürütme merkezi, ulaşılmazdı!

Demiryolunda durum
Neyse ki son yıllardaki gelişmelere bakılırsa insan içine karışmaya karar verdi. Eskişehir ve Konya Hızlı Tren hatlarına kavuşmasıyla günde bin kişiden 8 binlere ulaştı yolcu sayısı. 2013’te İstanbul’a bağlanacak. Bursa, Sivas hatları yolda. İzmir’in ilk adımı atıldı, Afyonkarahisar hattı başladı. 3 yıllık bir sürede, yani 2015 gibi 14 saatlik İzmir yolu, 3 buçuk saate inecek. Öğlen binen, Kale’nin meşhur gün batışıyla yorgunluk kahvesini yudumlayacak!

Havayolunun uçan rakamları
Havayolları, 2006 yılında açılan yeni Esenboğa Havalimanı’yla hareket kazandı. Cır cır böceklerinin türküsü, uçak sesinde daha sık kayboluyor artık. 10 milyon yolcu ağırlama gücüne ulaşan Esenboğa, 3 yıl sonra ‘Avrupa’nın En İyi Havalimanı’ ödülünü aldı. Parmakla gösterilmek yetmez, yeni uçuşlar ve yatırımlarla kalıbına yakıştırmak gerekiyordu. Ankara Valisi Alaaddin Yüksel, havayolu şirketlerimizle ilişki kurdu ve yeni uçuşlar için talepte bulundu. Hem iç hem dış hatlarda, doğrudan uçulan şehir ve sefer sayısı arttırıldı. Ulaştırma Denizcilik ve Habercilik Bakanlığımız da bu yönde gelen taleplere olumlu karşılık verdi. Sonuç; 5 yılda, 4 buçuk milyondan 8 milyon 700 binlere ulaştı iç hat-dış hat toplam yolcu sayısı. İç hatlar, fışkırdı adeta; 3 milyon 200 binlerden 7 milyon 200 binlere ulaştı. Ne kadar da kapanıkmış başkent içine, pes!

Toplu taşıma ve çeyrek metro
İçine kapanık ama kapandığı içi de sıkkın Ankara’nın. Toplu taşıma, özelikle raylı ulaşım açısından, 2011 yılına hiç yakışmayan altyapısı vardı. Ben değil, Gazi Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü’den, 10 yıl Japonya tecrübesine dayanan, Doçent Doktor Metin Şenbil hoca söylüyor: “50 kilometre çapındaki kentin, toplu taşıma alt yapısı 5 kilometre çapındaki bir kent kadar. Otomobil öncelikli bir trafiği var” diyor. 2 bin 400 civarında minibüs, 500 kadar halk ve 1800 kadar belediye otobüsü, günde 6 buçuk milyon yolcuyu, taşımaya çalışıyor. Tren garı ve havalimanına uğramayan özgün metromuz, çeyrek haliyle didiniyor.

Biliyorsunuz; metro inşası, Ulaştırma Denizcilik ve Habercilik Bakanlığımız’a devredildi. Bakan Binali Yıldırım, “2014 Mart”ı demişti ama seçimler öne alınınca 2013 Kasım’ına çekti yeni tarihi. Ertesinde, kim demişse artık, yakınıyordu “ Nereden çıkıyor yetişmeyeceği dedikoduları” diye. Komik vallahi; sen, 15 yıl meteor çukuruna dönmüş metro inşaatındaki kurbağaları dinle, çalışma başlayınca da şikayet edeceğin tutsun! Üstelik yüzde 70’inin bittiğini sanırken “Biten yüzde 30, 70’i duruyor metronun” diyen Bakan’a.

Bir rekor bir öneri
Temmuz başıydı. Övünür gibi “İstanbul bir rekora daha imza attı” diye başladı televizyon haberi. Atatürk Havalimanı, bin 119 uçuşla kendi rekorunu kırmış o gün. Hava ulaşımındaki yoğunluğu paylaşmak için şöyle bir öneride bulunmuştu Ankara: Başka bir ülkeye giderken geçici olarak havalimanlarımıza uğrayan uçaklar ya da ülkemizden aktarma yapan yolcular, Esenboğa’ya yönlendirilsin. O yüzden övünülecek bir yan bulamadım rekorda. Hafta başı bir de “İstanbul’a üçüncü havaalanı” haberini duyunca “Hah” dedim ”Yine İstanbul’a alan, bize hava kalıyor!”

Büyük sanayi yatırımlarına girişen ve çok yönlü turizm yatırımlarına hazırlanan Ankara’nın, uçmasını bekliyorduk ama balon gibi değil!

22 Ağustos 2012 Çarşamba

BAYRAMDA GİZLİ GELECEĞİMİZ

21.08.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi

Bayramın son günü, Ankara’nın dertleriyle bozmayalım şekerlenmiş tadımızı. “Kaybettik” derken çok güzel bir meziyetimizi, sanki geri kazanıyor gibiyiz, çıkaralım keyfini. 3-4 yıldır, artarak daha hissedilir olduğu kanaatine sahibim. Bilimsel bir bilgi değil, gözlemim öyle. İliğimize işleyen, dokunaklı reklamlar çekiliyor hakkında. Büyüklerinin elini öpmeden, dost akrabayla bayramlaşmadan tatil yörelerine sıvışmaya daha dikkat ediyoruz sanki. Ya da başka şehirdeki yakınlarımıza uğramaya çalışıyoruz önce. Birkaç Ramazan Bayramı, Kurban Bayramı hatta Muharrem ayında, bu dönüşümü hisseder oldum.

Budur zaten amacı; işten güçten bulunamayan zamanı, yakınlarımıza ayırmak için bayramda tatil olur. Gevşeyen bağları, tamir etmek için. Bir araya gelelim diye. Deniz kumları, kayak takımlarıyla bayramlaşalım diye değil. Duygusuz maddeler ve maddiyatçılarla bayramlaşan, yalnız kalır.

Bayram öncesi
Cuma akşamı, görüşemeyeceğim arkadaşlarla bayramlaştık,  çıktım gazeteden. Bayram havasına girdim. Çocukluğumuzdan kalmış; hafifleten, hoşgörüyü genişleten bir duygudur. Kızılay metroya indim, en öndeyim. Benden biraz irice bir arkadaş, yokmuşum gibi geldi, bütün rahatlığıyla önüme geçti. Etrafımdakiler, ne diyeceğim diye meraktan yan bakışa kesildi. Şimdi metro, yeraltında olduğu için, kendiliğinden gölgeli, “Ağaç geldi, gölge oldu” diyemiyorsunuz. İçimdeki güzel duygular ve bayram sevinci, ahşaplığı yakıştıramadığı için, bu tahta insanla muhatap olmadım!

Cumartesi, arife günü… Anacığım, mis kokulu kurabiyeler atmış fırına. Yaprak sarıyor şimdi. Burma tatlısının, müptelasıyım. Babacığım, bayram alışverişinden gelmiş, belgesi bayram şekeri baş köşede. Bayramların, bu hareketini severiz biz. Bayram, misafirliğiyle maratona dönüşür. Gelen yakınlar, ziyaret edilen büyükler, dostlar, akrabalar derken bir şamata içinde bağları tamir edersiniz.

Sakat toplum
İnsani bağları gevşeyen insan, kemik erimesine tutulur. Eridikçe kolay kırılır. Siz kırılınca toplum sakatlanır. Sakat toplum, her türlü kötülüğe açılır.

Taze bekarlık zamanlarım, çalışmak zorunda kaldığım bir bayramdı Ankara’da. Kardeşlerim Mithat ve Güven İstanbul’da, anne-baba Karadeniz Ereğlisi’nde, çocukluk arkadaşlarımla ilişkilerim kopmuş. Şeker almış, harçlık hazırlamıştım bayram çocukları için. O gün kapım, bir ‘tık’ edip, çalmadı. Hiç alışık değilim, anlatamam içime çöken kasveti. Bilmediğim bir bayramla tanıştım. Erimiş bir kemik lifi kadar incelmişim, kırıldım! Kıymetini anladığım gündür bayramın.

Çocuklarımıza, eski bayram coşkusunu hissettiremiyoruz galiba. Bizim bayramımızı, yaşamıyorlar. Hareketini bile sevdiğimiz bayramı, çocuklarımıza aktaramıyoruz. Komşu kapısı çalmıyorlar. Halbuki şeker ve harçlık için çalınmaz o kapı, işin cilvesidir. Çocuğu, çevresine açan ikinci bağdır. Şeker yok, harçlık yok, ne olacak? Bilgisayar oyunu mu dağıtacağız iyice bizden kopsunlar diye? Şekere doymuş, eğitim sisteminde eğitemediğimiz çocuklarımızla ne yapacağız?

Topallayan ayağımız
Sıkı bağların sırrına ermiş, güçlü bağları kurabilme meziyetimizi, geri kazanmalıyız. Bu memleketi 150 yıldır böldürmeyen, son 30 yıldır, kardeşlerine düşman edemeyen bu meziyettir. Kemikleri eritmeye çalışıyor ama kırabilecek hale getiremiyorlar. Bayramlarımız beraberlik, beraberliğimiz, güçtür.

Güçtür de unutulmasın; bu gücün diğer yarısı, tavsayan ‘Milli Bayramlarımız’dır. ‘Milli’ ayağımız topallarken manevi ayağımıza yüklenmekle bu uzun yolu yürüyemeyiz. Yaklaşık 70 yıldır topallayan devlete, bundan sonra kaçınılmaz, aksayan ayağını, mutlaka yeniden kazandırmalıyız.

18 Ağustos 2012 Cumartesi

HACİVATLAR KARAGÖZLER

17.08.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi

Bayram alametidir Hacivat’la Karagöz. Bayramla aklıma düştü, “gazeteye misafir edeyim, Ankara konuşalım” dedim. Geç kalmışım; “Çok meşgulüz, bayram” dediler. Başka bayrama artık. Ankara’nın Hacivat, Karagözleri’ne kaldık. Kaldık ya onlar da eğlenceli değil!

Orta okul değildim, eminim. İlkokuldayız demek. Karadeniz Ereğlisi’ndeyiz, Erdemir Lojmanları’nda oturuyoruz. Apartmanda bir komşumuz, kendi bodrumunda temizliğe girişti. Böyle kutular, kitaplar, süs eşyaları… Yardıma gittik. İstenmesi beklenmez, gördüğümüz gibi giderdik yardıma. İlkokul çocuğuyken bilincindeyiz yani. Hiç ummadığım bir şey çıktı eşyaların arasından; sapasağlam ve gerçek deriden bir Hacivat-Karagöz çifti. Arkadaşım Tombik’le (adı Mahmut ama öyle çağırmaktan adını unutmuştuk) fark edip, ayırdık kenara. Temizlik bitti.

Mıknatıs kadar güçlü bağ
Temizlikten, nur topu gibi bir Hacivat-Karagöz çifti doğmuştu. Hacivat’ı o, Karagöz’ü ben aldım. Karagöz’ü severdim çünkü. Tek Hacivat’la tek Karagöz, bir hiçmiş meğerse. İkisinden biri olmayınca olmuyormuş. Bir gece ayrı tutabildik ikisini, ertesi gün buluşturduk. Sonra da ayıramadık. Mıknatıs da bu güçle çekebilirdi karşı kutbunu.

“Oynatalım işte” dedi Tombik. Dünden razıyım. Ne kitabı var piyasada, ne de internet o zamanlar. Elimizde bir metin yok oynayacak. O gece çocuk aklıyla çocuklara komik gelecek bir metin yazdım. Hacivat-Karagöz açılışları ve kapanışları, bazı kavgaları kazınmıştı aklımıza. Arasını doldurdum.

Ertesi gün çıtalar arasına beyaz bir tülbent gerdik. Arkaya iki mum yaktık. Ve mucizevi bir olaydı bana göre; kenarı zilli bir tef bulduk. Kim buldu, nereden buldu, o yaşıma kadar  mahallede görmemişim, nasıl bulundu, hala bilmiyorum. Hacivat-Karagöz’den daha çok şaşırtmıştı beni. Tahtadan, uzun oturma tabureleri vardı, onları topladık diğer bodrumlardan.  Tellallar gibi yayıldık, “25 kuruşa Hacivat-Karagöz gösterisi buradaaa, şu apartmanın bodrumundaaa” diye gösterimize çağırdık herkesi. Anımsadığım kadarıyla bir simit parasıydı 25 kuruş.

Ağzına kadar doldurduk bodrumu. Birçok yerde toplu gülüşmeler, cesaretlendirdi bizi. Hiç hesaplamadığımız bir hasılat yaptık. Ertesi gün yine çıktık tellallığa. Önceki günün yarısı kadar doldu. Üçüncü gün, 5 kişi geldi. Çok sonra fark ettim; hergün çağırdığımız gösteride, değişiklik yapmayı akıl edememiştik!

Hacivat-Karagöz farkı
Hacivat, gündemi takip eden, mürekkep yalamış ama Karagöz’e yardımcı olmaya, onu, güne uydurmaya çabalayan bir adamdı. Karagöz, işsiz, güçsüz, saman alevi sinirlenmesiyle her fırsatta Hacivat’ın tepesine hoplayan ancak işine gelince Hacivat’ın sözünden çıkmayan, hazırcevap bir ülke evladıydı. Genelde parlamasıyla Hacivat’a zıplaması bir olan Karagöz, zararlı çıkar, yediği sopayla “Vay anam, yandım anam! Kolum ezildi, burnum çizildi. Seni gidi idare fitilli, çöp bacaklı, sivri sakallı mikrop adam! Beni evirdi çevirdi, yerlere devirdi. Ah belim.. büküldü elim! Ay kepçe kulaklarım, vay balon oldu yanaklarım!” diye uzun uzun inler, medeniyete yenik düşerdi.

Dayanışma derinliği
Farklı mahallenin çocukları çatışır ama tüm zıtlıklarına karşın ahbaplıkları bozulmazdı. Ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi “Haayy hak, yar bana bir eğlence medettt!” diye kapısına dayanır Hacivat, tekme tokat kavga pahasına, yine karşılardı kendisini Karagöz. İtişmeleri, kakışmaları gibi ahbaplıkları da bitmezdi. Yüzlerce yıl sürdü. Şimdi bunu hiç anlayamayacak bir nesil yetişiyor, Anadolu’da bile kaybettiğimiz.

Şimdiki Hacivatlar’la Karagözler, çatıştığı gibi düşman oluyor. Çatışmayı bir arada tutabilen derin kültürü, gölge oyunu sanıyorlar.

Hacivat-Karagözler’i, mutlaka izletin çocuklarınıza. Bu ölümsüz kültürle tanıştırın. Tanışsınlar ki bayramlarımız, sonsuza kadar bayram olsun. Ramazan Bayramı mübarek, Şeker Bayramınız akide, lokum olsun!

15 Ağustos 2012 Çarşamba

ERKAN TAN’LA RAMAZAN

14.08.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi

1989-1990’lar… TRT’de, Kavaklıdere’deki eski yerindeyiz.  Bizler, çiçeği burnunda yapım-yönetim yardımcıları, Erkan Tan, taze spiker adayı. Biz, Haber Dairesi’ndeyiz, Erkan, henüz yeni yeni radyo haberleri okuyor. Yaşıtız, kafamız uyuşuyor o zamanlar. Bazen yayında olduğu ya da başka bir haber okuduğu için, acil haber seslendirmeye spikere sıkışırdık. Koşa koşa zemin kattaki radyoya iner, orada, mutlaka birini bulurduk. Bir kez bile kırmadı, haberimize koştular. Genç spiker adayı Erkan Tan, 4 çarpı 4 tırmananlardandı merdivenleri!

İstanbul’dan nihayet Ankara’ya
Sonra biz TRT’den ayrıldık, üstüne uzun yıllar İstanbul’da sürdürmek zorunda kaldık işimizi. Arayı açtık yani. Bir gün Sultanahmet Meydanı’nda, yeni tarz bir Ramazan programıyla karşımıza çıktı Erkan. Çok tutuldu ve yıllarca oradan sürdü programı. Tüm ülke, iftar saatinde, programa kilitleniyordu. Sırf bu program için İstanbul dışından gelenler, Sultanahmet Meydanı’nı, günden güne daha da kalabalıklaştırıyordu. Program tarzı da Erkan Tan’da bu ilgiyi hak ediyordu.

Derken bana göre “nihayet!” Ankara’dan yayına başladılar. Bu ekrana Ankara’nın, İstanbul’dan kat be kat daha çok ihtiyacı vardı. Çok şükür Ankara’dan da tuttu program.

Şimdi müsaade isteyip, televizyoncu gözüyle bazı değerlendirmeler yapmak istiyorum:

Programın püf noktaları
Öncelikle her mikrofon uzatan televizyoncu, halkla tam iletişime geçemez. Çok zordur o iletişimi sağlamak. Bazen 30 santimlik mikrofon mesafesi, yüzlerce, binlerce hatta nesillerce uzağa düşürebilir sizi. Bazıları da dilini, kültürünü, halkını iyi bilir, konuştuğu kişinin adeta içine akar. Değil 30 santimlik mesafe, mikrofon unutulur. Bu samimiyet, katlanarak geçer ekran başındakilere. Ekranın, samimiyet kadar samimiyetsizliği de aynı oranda büyüttüğünü unutmayın. Halkla söyleşen program sunucuları, genellikle bir süre sonra ipin ucunu kaçırır, şımarır. Ekran, onu da katlayarak büyüttüğü için ayar kaçar. Kaçırınca, izleyici  kaçar. Kaçmazsa yıllarca izlenirsiniz.

İkincisi; bir kalabalığın içinde saatlerce hatasız ya da az hatalı canlı yayın yapabilmektir. Çok zordur. Onca kalabalıkta, herkes bir olmaz. “Akım” demek isteyen biri, ucunu kaçırıp, “sakın!” dedirtebilir size. Zordur denetimi. Bu ayarı tutturmak, gerçek bir başarıdır.

Üçüncüsü; programa katılan konukları ağırlamaktır. Sazı eline alıp, programı esir etmeye meyillidir konuklar. Ekranda, kıvamında sohbet tatlıdır, çok konuşmak değil. Halk söyleşileriyle konukları dengelemek, programın ömrünü uzatır.

Bir de Ramazan, gevşeyen ya da kopan bağların birleştirilmesi için fırsattır. Fark olmaksızın her kesimden insanın, belli mekanlarda, bir araya gelmesi, birleştiriciliği önemlidir. Her kesimden insanı, aynı mikrofona, iyi dileklerini sunarken duymak önemlidir. Her kesimin sesini, duyabiliyoruz ‘Erkan Tan’la Ramazan’da.

Derdimiz zihinlerdeki Ankara
“Adama bak, ne biçim arkadaşının reklamını yapıyor” diyorsanız hiç demeyin. Programın, reklama, hele benim reklamıma hiç ihtiyacı yok. Derdim başka.

Tüm ülkede ilgiyle izlenen böyle bir program, kendi turizmini yaratıyor. Oysa Ankara, herkesle beraber izliyor ama o ekranı değerlendiremiyor. Bu eksikliğin yarısı programa, yarısı kentin yöneticilerine ait. Akıllara kazınacak bir Ankara görüntüsü, özelliği göremedik henüz. Aynı konuda Behzat Ç.’den de şikayetçiyim. O görüntü ve özellik var ama maalesef zihinlere  kazıyamadık. Gün doğarken ya da kıpkızıl batarken ne güzel pozlar verir oysa Kale ve oradan Ankara. Çok değerli bir kısmeti, hoyratça savuruyoruz.

‘Erkan Tan’la Ramazan’ı kutluyor ancak memnuniyetimi sizlere, şikayetimi Erkan’a ve kentin yetkililerine aktarmak üzere, önümüzdeki yıllar için, şimdilik dikkat çekmek istiyorum.

11 Ağustos 2012 Cumartesi

HEDEF ÇOK DESTEK LAZIM

10.08.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi

İstanbul’dan bahsetmiştik biraz. Ankara’ya kıyas olsun diye. Örnek alınacak bir kent olmaktan çıkmıştı, o yolda hızla devam ediyor. Düzeni kargaşa olmuş, kafasına göre işleyen bir kent, ne kadar toplasanız, dağınıklığı bitmiyor. Şimdi de hızla bir ucundan diğer ucuna, 100 kilometrelik rant arazisine dönüşüyor.

Zamanlama hatası
Üretimi, geri plana atacak kadar baş döndüren bir rant pastası. Ülkenin sanayi devleri, emlak şirketleri kuruyor ardı ardına. Her şeyi üretmişiz de bitmiş gibi, kaynaklarını, getirisi yüksek arazilerde değerlendirmeyi yeğliyorlar. Daha kendi otomobili, kendi treni, kendi uçağını hatta kendi televizyonunu yapamamış bir ülke, elindeki kaynakları araziye gömüyor. 10 yıl öncesine kadar yeterince sermaye birikimi olmadığından şikayet ederdi işadamlarımız. Olunca da…

İnşaat kötü bir şey mi, değil. Büyük paraların döndüğü inşaatlar, sanayicilerin aklını çelince kötü. Rant, üretimin önünü kesiyor gün be gün. Hele şu dönem, tam tabiriyle bir zamanlama hatası. Önümüzdeki en azından 15 yılı, hem ülke hem dünya açısından, iyi çözümleyemediklerinden korkuyoruz. Önümüz, sıkı bir araştırma-geliştirme, yenileşme ve yenilikleri üretme dönemi. O yüzden de büyük bir zamanlama hatası.

Birbirinden önemli hedefler
Bu hataya, sen düşme Ankara. Sadece son bir yılda, birbirinden önemli hedefler kondu önüne. Örneğin turizm girdi gündemine. Varolanların üzerine 7-8 yeni turizm alanı belirlendi. Hepsi de mantıklı, gelir getirecek yatırım alanları. Sağlık ve eğitim turizmini, bunların arasında saymıyorum bile.

Savunma Sanayisi, en büyük hedefleri koyuyor, yerli üreticileri, yatırımcıları, “bu hedefler için çalışın” diye uyarıyor. Milyarlık yani eski parayla katrilyonluk yatırımlar bunlar. Aynısını pahalı sağlık araçlarının, yerli üretimi için Sağlık Bakanlığı yaptı. Ulaştırma Bakanlığı, sadece metro ve hafif raylı sistemler için uyandırmaya çalıştı; 15 yıl içinde, 18 milyar dolarlık yani eski parayla yaklaşık 32 buçuk katrilyonluk bir pazar bekliyor önümüzde. Hava ulaşımı ve şehirlerarası raylı sistemler yok bu rakamın içinde. Sadece metro ve tramvay pazarımız bu.

Hepsiyle bağlantılı bilişim sektörümüz yatırım bekliyor. Teknoparklarda, üniversitelerimizde ve organize sanayi bölgelerimizde, bulunmuş bir çok fikir yatırıma dönüşmeyi bekliyor. Büyük getirileri olacak yatırımlar bunlar.

Çubuk’ta, 6 ayda, 66 sera kuruldu. Kazan, Sincan ve Çubuk’ta, kesme çiçek tarımı başladı. Kar oranı çok yüksek tarımsal yatırımlardır. Ekilmeyen yüzbinlerce dönüm toprağımız var, açıklaması yok. Hayvancılık Organize Sanayi Bölgemiz kuruluyor, arkası Hayvancılık Borsası.

Aklını başına al Ankara
Takılmış plak gibi tekrarlıyorum ama şunun iyi anlaşılması için; yerli fikirler ve yerli üretim kaynak beklerken bu paraları, toprağa gömmeyelim. Meslek okullarına,  üniversitelere, fabrikalara, tarıma, hayvancılığa, üretime yönlendirelim. Milyonlarca işsiz üniversiteli gencimiz ve kente göçmüş niteliksiz işgücüne yön versin, doğru değerlendirilsin.

Kentsel dönüşüme tamam ama mütevazi yatırımlar çerçevesinde. 250 binden başlayan, 500 bin liradan 1 milyona kadar fiyat biçilen yapılara, mütevazi ya da kentsel dönüşüm diyemiyorum ben. Bir de artık kusma hissi yaratan, hala yenileri planlanan büyük alışveriş merkezleri var. Kentsel değil, rantsal dönüşüm bunlar.

Tarihi hataya düşmüş İstanbul, anladığında dönüşü olmayacak. Sanayicileri aldı ama mesajı alamayan ya da maalesef almak istemeyen yöneticiler, işadamlarımız var Ankara’da. Dünyada benzeri olmayan bir Boğaz’ın ya da Haliç’in yok. Hedefin çokken onlara destek ol, yolun ortasındayken aklını başına al Ankara.

8 Ağustos 2012 Çarşamba

ENGELSİZE DE ENGELLİ ANKARA

07.08.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi

Aşk olsun engelli vatandaşlarımıza; kendilerine uygun değil de bize çok uygun sanki Ankara sokakları. Yürüyen merdiven olmadığı için dağcılık sporuna elverişli üstgeçit ve metro merdivenlerini, biz tırmanmıyoruz sanki. Yüksek atlama çıtası kıvamında kaldırımlara inip, çıkmak, bize çok kolay sanki. Sanki kışın, basınca su sıçratan kırık kaldırım taşlarında, üç adım atlamayla sek sek arası zıplamaların uzmanı değiliz biz. Olmayan otobüs duraklarında, güneşten kavrulmuyor, yağınca da ıslanmıyoruz sanki. Aşk olsun, sokaklar size zor, bize çok kolay sanki.

Farabi rampası
Milliyet Ankara Gazetesi, Farabi Sokak’taki altgeçide, engelli vatandaşlarımızın geçebilmesi için yapılan rampayı inceledi.  Engelli vatandaşımız Erman Eranıl da denemeye kalktı geçidi. Rampa başında karşılıklı bakışmışlar. “Engelli değil, füze rampası bu” demiş Erman bey. Yürüyerek bile inip, çıkılamayacak dimdik bir yokuş yapmış engelsiz arkadaş. Kendisine “Yürü bakayım” deseler, yürümesi yuvarlanmasından ayırtedilemez! Yüzde 8 olması gereken rampa eğimi, yüzde 45 çıkmış. Araba tırmanamaz o eğimi.

Erman bey, denemeye kalksa rampanın öbür yanına değil, füze gibi çıkışıyla Aşağı Ayrancı Son Durak’a fırlayacak muhtemelen. O hızla tekerlekli sandalyenin frenleri tutmayacağı için, yokuş aşağı kaymasıyla bizim gazetenin kapısında karşılarız kendisini. Gitmek istemediği bir yerde, yine Milliyet Ankara’ya, demeç vermek zorunda kalacak!

Yaptın mı, yaptım!
Çoğu engelli rampalarımız, dikkatli bakın, başlı başına bir engel. Daha yeni döndüm İstanbul’dan, aynısı orada da geçerliydi. Yasayla falan düzenlenemeyen bir şey demekki. Mühendis kaynayan ülkemizde, inşaat işçilerinin eline bırakılmış engelli vatandaşlarımız. Yöneticilerimiz içinse angarya. 2005 yılında çıkarılan Özürlüler Yasası, engellerin kaldırılması için, belediyeler başta olmak üzere kamu kurum ve kuruluşlarına 7 yıllık süre tanımıştı. 7 yılda çok şey yapmışlar gibi 3 yıl daha ek süre verildi kendilerine. Yapılanlar da füze rampaları. Yaptın mı, yaptım!

İnsana bakışla ilgili
Ah engelli dostlar, engeller size mi sadece? Betonlaşma ve asfaltlaşmayı kentleşme sananlar var. Oysa betonla asfaltla bitmiyor. Bir gün şu Kurtuluş, Sıhhiye ve Ulus metro duraklarının, uzun ve dik merdivenlerinden aşağı baksanız anlarsınız. Maltepe durağından Gar’a gitmek için yüklü bavulunuzla merdivenlerden caddeye tırmanıp, tekrar altgeçite merdivenlerden inmek, oradan Gar’a yürümek zorunda kalsanız anlarsınız. Kolej’den Kızılay’a, Tunus Caddesi’nden Bakanlıklar’a, düzensiz ve yorucu kaldırımları yürümek zorunda kalsanız anlarsınız. Olmayan otobüs duraklarında kavrulsanız ya da sucuk gibi sırılsıklam ıslansanız anlarsınız; bu, sadece sizle değil, insana bakışla ilgili bir sorun.

Örnek olamayan başkent
Hükümetleri de halkı da hizmet edeni sevmiyor bu ülkede. Hükümetleri sevse hizmeti aksatanı, uzun yıllar oturtmaz o koltuklarda. Halkı sevse hizmet etmeyeni ödüllendirmez oylarıyla. O yüzden engellisi engelsizi fark etmiyor mağdurların. Biri diğerinden daha şanslı değil. Herkes, kendi çapında engelleriyle mücadele ediyor. Demektir ki engelli dostlarımızın işi, katmerli zorlaşıyor.

Her konuda değil ama en temel konularda engelsize de engelli Ankara. Başkent engelliyse tüm ülkeye de engelleri örnek olabiliyor. İşte bu, olmuyor; duyarsızlığın hiçbir türü, en çok başkente yakışmıyor.

5 Ağustos 2012 Pazar

AĞIR AMA DOĞRU VE KARARLI ADIMLAR

03.08.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi

Bir buğday tanesinin, başağa dönmesine denk sürede büyüyen gökdelenlerden bahsetmiştim İstanbul’da. Gözü dönmüş bir çılgınlık furyası esiyor. En son Beylikdüzü’ne doğru çevreyolunun çevresinde dizili siteler aldı aklımı. Aynı sürede dikilen, ilçe barındıracak siteler. Yıl bile olmadı ama öncesinde boş arazi, tarlaydı buralar. Kentsel Dönüşüm diyemiyorum, bir kent yoktu çünkü oralarda.

İnsan ruhu üzerine hırs anıtları
Alibeyköy’den Balat’a ya da Kağıthane’den Çağlayan’a doğru görsem ‘dönüşüm’ diyebilirdim bu gökdelenler ve siteler için. Aksine, boş arazide yükseliyorlardı. Kentin göbeğinde kalan birkaç avuç boş araziyi de ürkütücü büyüklükte beton kütleler doldurmuş. Gerçekten ürkütücü; sanki bir dev, hışımla üzerinize yürüyor. Uzaktan bakmak zorunda bırakıyor sizi, insani değil yaydığı hava. İnsan ruhunu ezmekle yükümlü hırs anıtları gibiler!

Bu beton kütlelerinden birini yapan, yıllarca üretimle sanayicilikle meşgul bir işadamımız, yaptığına şaşırmış: “Ben, hayatımda hiçbir işimde böyle para kazanmadım arkadaş” demiş. Anlatanın yalancısıyım. Ancak kazanılan para ortada, söylemeden de anlaşılabiliyor zaten.

Püf noktası
İşte burası püf noktası; sabırla adım adım tezgahını  geliştirmek yerine, tatlı paranın büyüsüne kapılmak. Frenleri boşalmış işadamımızın. Onu, o güne getiren tezgaha yatıracağına, dolduruşa gelmiş, toprağa, betona yatırmış parasını. Dili damağı kamaşmış. İş değiştirmiş neredeyse. Kazandığını nasıl değerlendirecek, merakla bekliyorum.

Merakla bekliyorum çünkü Amerika Birleşik Devletleri gibi bir süper güç, tam da bu nedenle ekonomik krize girdi. Üretmek yerine kestirmeden gitmeyi düşünen işadamları ve bankalar, alamayacak insanlara sattıkları evlerin ve onlara verilen kredilerin altında kaldılar. Onlarınki, bizimki gibi kütlesel beton yığınları da değildi üstelik. Üretmeyene tükettirmeyi denediler ama o günden beri bir türlü çıkamıyorlar krizden.

Üretmeyi küçümseyen İstanbul
Bilmediğiniz merdivenden koşa koşa, zıplaya zıplaya çıkılmaz. Her birini yoklaya yoklaya, tek tek çıkacaksınız. Bir tanesi çürüktür, alır sizi aşağıya. Yavaş ta olsa doğru ve kararlı adımlar atmalı Ankara. Üretmeden tüketme hissini  körüklememeli. İstanbul’un düştüğü derin rant çukurunu, dikkatle değerlendirmeli. Artık üretmeyi, küçümsüyor çünkü İstanbul.

Geçen hafta Ankara İl İstihdam ve Mesleki Eğitim Kurulu toplandı. Her ay yapılan olağan toplantı, bu ay kamuoyuna duyuruldu. Ankara Valisi Alâaddin Yüksel, “Ankara’da işgücü programlarını doğru belirleyerek istihdam etkinliklerini ve mesleki eğitim uygulamalarını dikkatle takip edeceğiz.” dedi. Meslek okullarımızın, güncellenmesini istedi. Budur bizim gündemimiz.

İki niyet
Ankara Sanayi Odası kuruyor, OSTİM, meslek okulunu kurdu. Üniversitelerle işbirliğine girişti bu sanayi önderlerimiz. Yine teknoparklarla işbirliğini başlattılar. Türkiye’nin, 2011’deki 500 Büyük Sanayi Kuruluşu Araştırması’na 27 sanayi kuruluşumuz girdi. Artmalı tabii ama küçük ve orta ölçekli işletmelerden oluşan organize sanayi bölgelerimiz, belki de büyük işletmelerimizin işlevinden daha önemli görevler üstleniyor.

Küçük, yavaş ama doğru ve kararlı adımlar atıyor Ankara. Masaldaki tavşan ve kaplumbağanın yarışı gibi. Sabırlı kaplumbağa olmak yakışıyor Ankara’ya. Her adımın değerini bilen, hakkını veren. Atlayanın arkasından uçuruma atlamayan.

Biri kendinin, diğeri ülkenin geleceğini kurmayı hedefleyen iki niyet, iki kent. Tavşan Ankara’ya, mutlaka yenilecek diyorum ben!

2 Ağustos 2012 Perşembe

PARKTAN BAHANE

31.07.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi

Ağğğlamak istiyorum Ankaralılar! Hizmet için, gerekirse göğüs göğüse vuruşur hale geldik çünkü. Düne kadar “hizmet” diye inleyen memleketin başkenti, “Vallahi olmaz, ben yapacağım” diye yarışan belediyelerin muharebelerini izliyor şaşkınlıkla. Hizmet vermek aşkıyla yanıp, tutuşan Büyükşehir ve ilçe belediyelerimizin, birbirine girişine şahitlik ediyoruz. Ne saadet yarabbim!

Hizmet muharebeleri
En son Batıkent İnönü Mahallesi’nde karşı karşıya geldiler. “Vay efendim bu parkı ben yapacağım, yok efendim katiyen bırakmam, en çok ben yapacağım” tarzında, polis nezaretinde, bir hizmet tartışması yaşandı. Daha önce de Çukurambar’da ve Kızılırmak Mahalleleri’nde yaşanmıştı benzeri. Daha daha önceleri, neler neler yaşanmıştı. Laf parklardan açıldı diye  iç bayıltan sayısız muharebelere girmiyoruz.

Mücadelesinden hizmete güç kalmadı
Ne oldu bu muharebelerin sonucu? Dünyanın en ilgiye muhtaç başkentlerinden birine sahip olduk. Hizmet verme mücadelesinden, hizmete gücü kalmıyordu belediyelerimizin. Aynı anda hem haklı hem haksız, kendine has, açıklanamayan koşulları vardı Ankara’nın. Yasalar karşısında aynı anda hem haklı hem haksız nasıl olunabiliyor, çözemedik yıllardır. Örneğin Akpınar’da, evler kayıyor ama hem Büyükşehir Belediyemiz hem de Çankaya Belediyemiz aynı anda haklıydı. Ama aynı anda haksız!.. Devletin göbeğinde, çukurda, bir adam kayboluyor, kaderiyle baş başa kalıyordu. Haklı ve haksız yoktu çünkü. Daha çözebilen yok bu muammayı. Çözsek yerimizde saymayı bırakıp, dünya başkentleri arasına karışmış olurduk zaten. Nasreddin Hoca yaşasa “Sen de haklısın Aliciğim” derdi!

Yürümeyen arabanın içinde
İnsan, iki ayağıyla araba kullanabiliyor. Yola göre, gaza ve frene basıyor hatta üçüncü pedal debriyaja bile yetiyor iki ayak. Ancak bir ayak gaza diğeri aynı anda frene basınca istop eder araba, yürümez. Ankara, bu yüzden yürüyemiyor. Yol almaya  uygun görev almıyor ayaklar. Yetkiler ve kurumlar, ortak çıkarlara uyumlu hareket etmiyor. Hele seçimler yaklaşırken iyice sert basılıyor pedallara. Yürümekte zorlanan arabanın içinde, oturuyoruz sessiz sedasız.

Yerel Yönetimler Yasası yolda. Yasaya ilişkin ilk duyumlar gelmeye başladı. Halimizden ders çıkarıp, ayakların yerini ve hareketini, iyi ayarlamak lazım. Mümkünse bu ülkenin başkentini, kollayıcı önlemler almak lazım. Cumhurbaşkanlarının, başbakanların, bakanlar ve milletvekillerinin yaşadığı kent, duramaz. Burası yürümezse ülke durur.

Sevinçten değil dertten
Ağğğlamak istiyordum Ankaralılar ama sevinçten. Parktan bir bahaneyle geldiğimiz noktaya bakılırsa ağlamaya devam ama  bıktığımız bir döngü başa sarmış, derdimizden ağlayacağız. İstop ettirilen bir arabada, yolculuk etmek zorunda bıraktırıldığımız için ağlayacağız. Bu kent hiçbir zaman hak etmedi ama ısrarla bu muameleye layık görüldüğü için!..