30 Mart 2011 Çarşamba

SİNSİ KÜÇÜLME


29.03.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

Ankara’da, plansız genişleme, kent ve tarihi dokusunda bozulma, kenti sahiplenme bilincinde vurdumduymazlık artıyor, ekonomik büyüme, kaynaklarını doğru değerlendirme oranı azalıyor. Plansızlık, bozulma ve vurdumduymazlığın arkasına ekonomik küçülmeyi ekleyince tas tamam oluyor içimizi sıkan tablo. Sokaktan bakınca gözümüzü alan ışıltı, yukarından bakınca soluklaşıyor. Hele daha yukarı çıkıp, il sınırları içine bakınca, uzaktan seçilen mum ışığına dönüyor ışıltı. Hep ışığa bakmaktan görme bozukluğu yaşıyoruz demek, arada gözü kaçırmak lazımmış.

Sıkıcı rakamlar
Ankara Kulübü Başkanı Metin Özaslan’la söyleşimizin, son bölümü yayınlanıyor bugün. Bir kent plancı, sosyolog ve Devlet Planlama Teşkilatı Planlama Uzmanı kimliğiyle değerlendirdi Ankara’yı. Yoğun olarak yaklaşık 25 yıllık dönemi değerlendirirken verdiği rakamlar, can sıkıcıydı. Tarımda sıkıcıydı, hayvancılıkta sıkıcıydı, bilişim, eğitim ve sağlık sektöründen esirgenen destek, kamu yatırımlarından alınan payın sürekli küçülmesi sıkıcıydı. “Güle güle, Allah yolunuzu açık etsin” diye el sallayarak yolladığı bankalar ve kamu kurumlarının, arkasında bırakacağı boşluk sıkıcıydı. El sallayan bilinçsizlik, sıkıcı olduğu kadar iç burkucuydu.

Acınacak durumda ilçeler
Ülkenin en iyi üniversitelerini barındıran Ankara, ürettiği nitelikli işgücünü elinde tutamıyor, üstelik sokakları, göçle gelen vasıfsız iş gücüyle doluyordu. Niteliksiz işgücü ve işsiz havuzuna dönüşmek sıkıcıydı. Sıkıcıların en sıkıcısı, Ankara ilçelerinin durumuydu; sesli patlayan Osmanlı tokadı gibi sıçratan. Türkiye’nin ikinci büyük ve gelişmiş kentinin ilçeleri, Doğu ve Güneydoğu Bölgelerimiz’in, gözden ırak, gönülden ırak ilçeleriyle aynı ilgisizliği paylaşıyordu. Bala ve Haymana, en kötü kaderi paylaşanlardı. 7 ilçesi orta, diğer 7 ilçesi daha iyiceydi ama birinci derece sınıfa giren yoktu. Başkent, ışık vermiyordu dibine.

1 satan 4 alan ticaret
Geçen hafta gazetemiz koordinatörü Ayhan Aydemir, 2 gün, Ankara’yla ilgili istatistikleri sıraladı. “Ankara’nın içtiği iki bardak dolusu iğneydi” desek yeridir. Öncesinde muhabir arkadaşımız Ayşegül Kahvecioğlu’nun, “Başkent’te Ticaret Yabancılara Emanet” başlıklı haberi vardı. Satmaktan çok aldığımız bin 736 firma, Ankara’yı sevmişti. 5 milyar dolarlık satan, 17 milyar dolarlık alan Ankara sevilmez mi? Dünyaca ünlü ‘sof kumaşı’nı yabancılara kaptırmasıyla ekonomisi çöken, nüfusu 100 binden 20 binlere gerileyen Ankara’yı anımsadım. Fark; bu kez ekonomi küçülüyor ama nasılsa nüfusu artıyordu Ankara’nın.

Sinsi sinsi küçülüyor
Sözün özü; hak ettiği yatırım ve desteklerden mahrum, elindekini tutamayıp, kaybedince haliyle küçülüyor Ankara ekonomisi. Nazikçesi eksi büyüyor, kabacası alenen yıldan yıla küçülüyor. Nüfusu artıyor, ekonomisi sinsi sinsi küçülüyor. Devlet, bilişim, eğitim ve sağlık gibi 1 numaralı sektörlerini, derhal desteklemeli. ‘Bilişim Vadisi’, koşulsuz Ankara’ya kurulmalı. Bazı yatırımlar, merkezden ilçelere yayılmalı. Ankara Kalesi ve çevresinden başlayıp, ilçelerine yayılacak biçimde yeni bir kanal olarak turizm sektörü, mutlaka kente kazandırılmalı.

Işıltıya bakmaktan gözü kamaşanlar, arada dönüp, bakın; arkanız ya loş ya da karanlık. Biz değil, çok sevilen rakamlar anlatıyor, karanlık manzarasını Ankara’nın. Sahip çıkıp, günü değil, biraz da Ankara’yı kurtarın!

ANKARA KULÜBÜ BAŞKANI Dr. METİN ÖZASLAN SÖYLEŞİSİ-4

29.03.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

Ali İnandım- Ankara Valisi Alaaddin Yüksel’in başkanlığında, kentin üst düzey bürokratları, dernekleri, iş camiasının temsilcilerinin katıldığı bir ‘Kale Toplantısı’ yapıldı. “Kale için ne yapılabilir, nasıl kurtarılır ya da kurtarılabilir mi?” diye konuşuldu. Birincisi; Ankara Kulübü olarak sizin Kale’ye bakışınız nedir? İkincisi; Kale’nin yeniden düzenlenmesinin Ankara’ya katkısı sizce ne olur?

Metin Özaslan-  ‘Eski Ankara’ deyince Kale ve çevresi akla gelir, Ulus ve civarı  dahil olmak üzere. ‘Turizm’ deyince de önce burası akla gelir. Cumhuriyet’in kuruluşunda dikkat edilen bir konudur Kale ve civarı. Eski Ankara’nın üzerine bir yapılaşma yapılmak istenmemiştir. Orada bir haşmet, büyük bir tarih vardır. Kolay yol, eski Ankara’nın üzerine yapılaşmaktır. Bunu bildiği için Cumhuriyet’in başındaki kurucular, özellikle bakir, boş alanlara şehri taşımak istemişlerdir. Jansen Planı’yla, Yenişehir, Sıhhiye civarlarında yaratılmıştır yeni şehir. Kale çevresi, adeta bir fanus içinde korunmaya bırakılmıştır. Hazinenin, devletin  olanakları sınırlıdır. Olanaklara kavuşunca yeniden kazanmak üzere fanus içinde, korunmaya alınmıştır burası. Ama ne olmuştur? Atatürk öldükten sonra maalesef Ankara, sahipsiz kalmıştır. Şimdiki Kültür Bakanımız’da (Ertuğrul Günay) söyledi bunu. Zamanla 1950 sonrası, gecekondulaşmanın, çarpık kentleşmenin Türkiye’de ilk örneği, Ankara’da, Kale ve Altındağ civarında başladı. Çarpık kentleşmenin klasik örneklerinden biri durumuna geldi. Ankara, bir kaleşehirdir. Böylesine bir Kale, dünyada, çok az şehre nasip olmuştur. Dünyanın her yerinde bu tip kaleşehirler, gezmek, görmek için tek başına bir nedendir. Eteklerine doğru inince Cumhuriyet döneminin eserleri, binlerce yıllık tarihiyle büyük bir uygarlık merkezi karşınıza çıkar. Küçümsendiği gibi bir şehir değildir.
Kablolu kalede turistler!

1920’lerde 20 bin nüfuslu bir kasabaya dönüşmüştür ama bunun arkasında, açık pazar haline geldiği için ekonominin çökmesi, 19’uncu yüzyılda yaşanan yangınlar, çekirge saldırıları ve kıtlıklar vardır. ‘Sof endüstrisi’ çökünce Ankara, sürekli nüfus kaybetmiştir. 20 bin nüfusa düşen bir kasaba görüntüsü, birkaç yüzyıllık gerilemenin sonucudur. 17’nci, 18’inci yüzyıl Ankarası, ekonomik ve sosyal yaşamı çok zengin bir üretim ve ticaret merkezidir. Kale ve civarı o dönemlerin ürünüdür. 1920’lerdeki fanusun, eski hali ama yeni işleviyle ele alınması gerekiyor. Kale, Ankara’nın, altın bileziği, gerdanlığı, mücevheridir. Bu çerçevede sayın Valimiz’in, Ankara turizmi ve Ankara Kalesi’yle ilgili girişimlerini takdirle izliyoruz. Şevket Bülent Yahnici öncülüğünde Kale Derneğimiz’in, girişimlerini de tabii ki.

Ali İnandım- Yeni nesille aranız nasıl, gençlerin, haberi var mı kulübünüzden? Ya da yaş sınırlaması var mı kulübünüze katılmak için?

Metin Özaslan- Yerimiz tarihi Abidinpaşa Köşkü. Buraya gelebilir, internet üzerinden bize ulaşabilir, her zaman katılabilirler. Ankara’da, bir başkentlilik bilincinin geliştirilmesi ihtiyacı var. Yani şudur; bırakın bir kamu kurumunu söküp, götürmeyi, o şehirdeki bir taşı bile söktüğü zaman insanlar, sesini çıkarabiliyorsa orada kentlilik bilinci vardır. Şehrin gerçek sahipleri, o şehirde yaşayan insanlardır. Ankara’daki göçebelik, artık otursun istiyoruz.  Ankara’nın, köyleriyle ilçeleriyle beraber, 3 kişiden biri Ankara doğumludur. Sadece 3 kişiden biri düşünmesin, diğer ikisi de Ankara’yı düşünsün, sahip çıksın istiyoruz. Dolayısıyla gençlerimizden de beklentimiz, kendisini Ankaralı, başkentli hissetmeleri ve sahip ona çıkmalarıdır. Bunun da önemli mekanlarından birisi, Ankara Kulübü’dür. Başta Seymenlik olmak üzere Ankara gelenekleri ve göreneklerinin yaşatıldığı mekandır. Sadece tarihi ve gelenekleriyle değil, her türlü güncel sorunlarıyla da yakından ilgileniyoruz Ankara’nın.
Abidinpaşa Köşkü, Cumhuriyet'in kuruluşunda Harb Okulu olarak ta hizmet vermiştir.

Ali İnandım-  Ne gibi güncel sorunlar?

Metin Özaslan-  Ankara’nın, lobisi, savunucusu yok. İzmir’de var, İstanbul’da var. Bir büyük şehrin lobisi olmaması ciddi eksikliktir. Bir kültür yatırımı için Ankaralı sermaye bulamıyorsunuz. Örneğin Cer atölyeleri kaç zamandır gündemdeydi, sanat merkezi haline getirilmesi için. Kültür Bakanı, bir sermaye gurubu bulamadı orası için. Bu, bulunduğun şehri benimsememenin göstergesi. İstanbul’da çok sayıda sermaye gurubu, başta TÜSİAD olmak üzere; her üyesi o şehrin bir projesini üstlenmiş götürüyor. Ankara’da, bir Sevda-Cenap And Vakfı var bu tür proje üstlenen, Ankara Müzik Festivali’ni yapıyorlar. Ayrıca sivil toplum örgütleri, odalar, borsalar, birlikler gibi meslek gurupları çok zayıf. Seçilmişler çok zayıf, bir iki milletvekilimiz dışında, Ankara’yla ilgilenmezler.

Ali İnandım-  Yani ortak bir payda bulunamamış, bir kopukluk var.

Metin Özaslan-  Bir sahipsizlik var. 29 milletvekilimiz var ama bir ikisi dışında Ankara’yla ilgilenen yoktur. Çok sayıda vekilimiz ve bakanımız var, bir Isparta milletvekili, soru önergesi veriyor; “Bu kurumlar, bankalar, Ankara’dan niye gidiyor?” diye. Olacak iş midir bu? Bir şehrin temsilcisi, o şehirde yaşayan insanların vekili olmak, onların çıkarlarını korumak değil midir? Ya da bu, belediye başkanları için geçerlidir, sivil toplum  kuruluşları, meslek kuruluşları, odaları için geçerlidir. Bu şehrin ekonomik çıkarları aleyhine gelişen bir durum varken niye ses çıkarmaz, geniş kitlelere duyurmak için gündeme getirmezler? Ankara’nın üzerinde ölü toprağı var ve bunun derhal kaldırılması lazım. Artık Ankara’ya dönüşünü seven seçilmişler istiyoruz, atanmışlar, sivil toplum yöneticileri istiyoruz. Başkentklilik niteliklerini kaybediyor Ankara. Geri çevirmenin yolu; “Ankaralıyım”, “bu şehrin hemşehrisiyim” diyen insanlar, örgütler ya da kurumlardan geçer. Yoksa heykelinizi de yıkarlar, tarihi binalarınızı da yıkarlar, kamu kurumlarını da alır, götürürler, meydanlarınız da yıkılır, büyük önderin emaneti, Atatürk Orman Çiftliği’de amacının dışında kullanıma açılır. 1920’den bu yana 90 yıl geçmiş, hala ‘Kale’yi ne yapacağımızı konuşuyoruz. Bu işler, gençlikte, eğitimle okulda başlar. Çocuklarımızı, kentlilik bilinciyle yetiştirecek önlemler almalı, Ankara’yla ilgilenmeye, onu tanımaya yönlendirmeliyiz. Bu çerçevede, herkesi, hem Ankara sorunlarına eğilmeye hem de Ankara Kulübümüz'e, bu tarihi çatının altına bekliyoruz.

Ali İnandım-  Söyleşi ve verdiğiniz ilginç bilgiler için teşekkür ediyorum.
Her Çarşamba, sazlar, türküler ve Seymen oyunlarıyla sonlanıyor tartışılan sorunlar.

ANKARA KULÜBÜ BAŞKANI Dr. METİN ÖZASLAN SÖYLEŞİSİ-3


29.03.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

Sorunlarla devam...

Metin Özaslan: Diğer bir sorun, merkez ile çevre arasındaki gelişmişlik farkı. Ankara’dan, çıkar çıkmaz görüyorsunuz zaten bu farkı. Doğu ve Güneydoğu’dan farksız bir manzarayla karşılaşıyorsunuz. Özel bir politikayla Ankara kırsalına eğilmek lazım. Buraya uzanan devlet yollarını, ilçe bağlantılarını, ilçelerle köylerin bağlantılarını çok iyi yapmak lazım. Sağlık yatırımlarını, üniversitelerin meslek yüksek okulları gibi okulları, buralara taşımamız lazım. Ayaş’ta yapılmış bir okul var, Ayaşlılar’ın istemediği bir amaçla kullanılmak isteniyor; cezaevi ya da mülteci kampı gibi. Halbuki Gazi Üniversitesi’nin fakültesidir orası. Bir gölet yapılmış, tesisler var, herşeyiyle hazır ama devlet, okul dışında kullanmak istiyor. Ayaşlılar’da buna direniyor. Uzun yıllardır sürüyor bu. Aksine Ankara’daki okulların fakültelerini, özellikle Beypazarı, Ayaş gibi ilçelere kaydırmalıyız. Ayaş, eskiden, Osmanlı’nın bir üniversite şehridir. Osmanlı’nın en gelişmiş eğitim merkezlerinden biridir. O yüzden çok sayıda ‘Ayaşi’ lakaplı devlet adamı vardır. Çok sayıda bilim insanı vardır. Üniversite düzeyinde eğitim kurumları çok yaygındır Ayaş’ta. Değerlendirilemediği için zamanla kaybolmuşlar. Oxford, Cambridge, bir köydür, kasabadır. Ayaş’ta niye yapamayalım bunu; tarihinde vardır. Bu, Ayaş’ın ayağa kalkması demektir. Ayrıca tarihi konakların, sokakların, çeşmelerin ayağa kaldırılmasıyla Ayaş, Beypazarı, Nallıhan hattı, 1-2 günlük bir turizm paketi olarak sunulabilir. Ankara’nın merkezindeki projeleri, çevresine taşıyacak sistemi bulmalıyız. Organize sanayi bölgelerini artık ilçelerde kurmamız lazım.

Devlet Planlama Teşkilatı verilerine göre bazı ilçelerimiz, Türkiye’nin en geri ilçelerinin arasında yer alıyor ve her yıl gerilemeye devam ediyor. Özellikle Bala, Türkiye’deki 872 ilçe içerisinde 601’inci sırada. Türkiye’de 5 gelişmişlik grubu var en az gelişmişlik 5’inci derece. 4 ve 5’inci derecede gelişmiş ilçeler, genelde Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da. Bala, 4’üncü derece gelişmişlik gurubunda.

Ali İnandım-  Ankara’nın, 70 kilometre dibindeyken?

Metin Özaslan-  Evet. Haymana, 585’inci sırada, o da dördüncü gurupta. Kalecik, 435’inci sırada, üçüncü gurupta. Evren, Güdül, Çamlıdere, üçüncü gurupta. Yıllar itibariyle düşmeye devam ediyor bu ilçeler. 1996’da Haymana, 504’teyken, 2004 sıralamasında 585’e gerilemiş. Kalecik, 374’ten 435’e gerilemiş. Gerileme devam ediyor, devletin resmi verisidir bu; TÜİK ve DPT verileridir.
Geniş görmek için tabloya tıklayın
Ali İnandım- “Bir yandan merkezin bazı işlevlerini çevre ilçelere kaydırırken diğer yandan ‘Bilişim Vadisi’ gibi büyük ölçekli yatırımlara yoğunlaşmalı Ankara” mı diyorsunuz?

Metin Özaslan-  Evet. Ankara’nın önemli bir gücü de çevresindeki çok büyük arazilerdir. Bilişim Vadisi, büyük eğlence ya da fuar alanları gibi büyük alanlar için imkanları var Ankara’nın. Anadolu’nun, her tarafına ulaşma imkanı da var. Yetişmiş insan gücü sermayesini de düşündüğümüzde, tüm altyapı, kamu politikalarıyla desteklenmesi gerekir. Kentsel, hizmet sektörüne yönelik yatırımlar; bankacılıktır, danışmanlıktır, sağlıktır, eğitimdir, merkezde olmalı.

Ali İnandım-  Atatürk Orman Çiftliği, değerlendirilebiliyor mu sizce, çiftlik, mesire yeri ve turizm açısından?

Metin Özaslan-  Maalesef maalesef. Çiftlikte sahipsizlikten, talandan nasibini alan yerlerden birisidir. Atamız, orayı 2 koşulla emanet etmiş: Diyor ki “Burası örnek tarım işletmesidir.” Atatürk Orman Çiftliği, bir öncüdür. Ankara’da denenecek, ona göre Anadolu’ya taşınacaktır gelişmeler. Örnek işletmedir. İkincisi; Ankara’nın, mesire yeri ihtiyacını karşılamaya yöneliktir. Üçüncü madde yok. Atatürk’ün devrettiği dönemde 70 bin dönümlük bir araziden bahsediyoruz. İçine safari park bile kurabilirsiniz, değil hayvanat bahçesi. Vasiyet eden, bu ülkenin kurucusu. Sahip çıkmayarak O’nun vasiyetine, ihanet ediyoruz.

Ali İnandım- Bu kadar mı olumsuzluklar?

Metin Özaslan- Bu kadar olur mu? Ankara, bir de önemli bir işsizlik havuzu. Türkiye ortalaması ya da üzerinde bir işsizlik oranı var. Ankara, çok göç alıyor, ekonomik olarak daralmasına, küçülmesine rağmen nüfusu artıyor. Genelde çevresindeki illerden, ilçelerden geliyor bu nüfus. Nitelikli olmayan bir işgücü geliyor, diğer yandan yetişmiş elemanını da kaybediyor. Doldur, boşalt yapıyor. Günümüzdeki ekonomi, “yetişmiş iş gücü” diyor. Biz, yetişmiş adama iş veremiyoruz, diğer yandan nitelikli olmayan bir iş gücü geliyor kırsal tabanlı. Onlara da iş bulamıyoruz, işporta gibi alanlara yöneliyorlar. Bırakın bir başkenti, bir şehirde bu kadar işporta olmamalı. Ankara olarak iş yaratmamız lazım. Ankara’daki genişleme sadece perakende sektöründe; büyük alışveriş merkezleri üzerinden bir gelişme var. Bu da Ankara’nın, kapasitesinin çok üzerinde gidiyor. Tüketici üzerinden nereye kadar gidecek bu iş? Kamu yatırımlarından az pay alıyor, Büyükşehir Belediyesi borçlu, yatırım yapamıyor. Kim yatırım yapacak? Yatırım yapılmayan ortamda bir şehir nasıl büyüyecek? Bu ne zamana kadar sürdürülebilir bir durumdur? Halbuki tersine, Türkiye’nin başkenti, özel olarak desteklenmelidir.

Özetle;
1-Ankara, bilişim merkezidir. Bilişime dayalı alanlarda mutlaka gelişmelidir.
2- Ankara, bir eğitim merkezidir. Ulusal ve uluslararası ölçekte, özellikle yüksek eğitim alanında,  dünyanın her yanından öğrenci çekmeye uygundur. Buna yönelik politikalar gözetilmeli ve üniversitelerin alt yapıları güçlendirilmelidir.
3- Ankara, sağlık merkezidir. Sağlık altyapısına ilişkin tüm sorunlar giderilmeli, araştırma merkezleri desteklenmeli, üniversiteleri, güçlendirilmelidir.

Bu 3 alan, Ankara’nın, 1 numara olduğu alanlar. Bunun dışında turizm gibi alanlar, ikinci derecede önemli. Ankara, inşaatta iyi bir noktada, bunun farkında olmalı, sahip çıkmalıyız. Bu alanda, müşavirlik, mimarlık, müteahhitlik hizmetleri açısından, iyi bir yerdeyiz. Devamını sağlamalıyız. Ankara çevresinde, değerlendiremediğimiz önemli bir tarımsal birikim var. Çiftçiyi de özendirerek çeşitli projelerle el atmalıyız tarım alanlarımıza. 1990’lı yıllarda, 2000’li yıllarda, sanayide bir hareketlilik başladı. Organize sanayi bölgelerinde, sanayi yatırımları ivme kazandı fakat şu anda olması gerektiği noktanın çok çok altında.

Ali İnandım-  Devam ediyor mu ivme?

Metin Özaslan-  Buna ivme diyebilmek için bir plan halinde, bütünlüklü bir program halinde takip edilmesi lazım. Yoksa kendiliğinden, bir takım sanayicilerin bir araya gelip, kendi başlarına çabalamasıyla olmaz. Belediyeler de dahil olmak üzere, kamu kurumlarıyla işbirliği içinde, Ankara’nın bir sanayi kalkınma planı olmak zorunda. Bilişim de dahil olmak üzere içerisine. Nerelere yerleştireceğiz, hangi sektörlere öncelik vereceğiz belli olacak, alt yapısı tam olacak. 1980’lerde, 1990’larda bu gelişme oldu, ihracat rakamlarına da yansıdı. Bugün sevinemiyoruz çünkü ithalat rakamları ihracatın çok üstünde. Örneğin 2009’da Ankara, 4.9 milyar dolarlık ihracat yapmış, buna karşılık 16 buçuk milyar dolarlık ithalat yapmış. Yaklaşık 3 buçuk katı. Ankara’nın, Türkiye ihracatı içindeki oranı, 6.9, ithalatının oranı 11.7. Bunun içerisinde Botaş’ta var; petrol ürünleri, doğal gaz alıyor. Botaş’ı çıkarsak bile hala Ankara’nın ithalatı, ihracatının 2-3 kat üzerinde. Ankara’nın ithalat şehri olmasını istemiyoruz. Ankara, neden havacılık sektöründe dünyanın önemli noktalarından biri olmasın da dünyaya, ürünler satmayalım? Aselsan gibi, TAI gibi firmalar, neden dünya ölçeğinde firmalar haline gelmesin? Bunlar olmayacak şeyler değil ki.


4.Bölüm: Kale'nin durumu, lobisiz ve sahipsiz Ankara

ANKARA KULÜBÜ BAŞKANI Dr. METİN ÖZASLAN SÖYLEŞİSİ-2


28.03.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

Ali İnandım-  Türkiye’de, nitelik olarak en iyi üniversitelerin, Ankara’da olduğu saptandı. Sermayenin tıkandığı yeri açacak akıl var, Ankara niye bunu değerlendiremiyor?

Metin Özaslan-  Ankara’daki üniversiteler, gerçektende Türkiye’nin en saygın üniversiteleri; ODTÜ, Ankara, Hacettepe, Bilkent ve Gazi üniversiteleri başta olmak üzere. Eğitim sektöründe Ankara, açık ara birinci sırada. Eğitim ve sağlık sektörü, gelişmişlik sıralamasında birinci sıradadır. İnsan sermayesine ilişkin tüm göstergelerde ve bileşik endekslerde Ankara, tartışmasız şekilde birinci sırada. Bunun temel nedeni, üniversitelerin, eğitim alt yapısının gelişmişliği. Birçoğu Cumhuriyet Dönemi’nin başlarından itibaren kurulan çok köklü, bilim yapma geleneği oturmuş, kurumsallaşmış üniversiteler. Bundan dolayı yüksek teknolojiye dayalı bilişim sektörü gelişmekteydi. TAI gibi, Havelsan gibi, Aselsan gibi devlet kurumları da vardı burada. Bunlar, gerçekten yüksek teknolojiye dayalı alanlarda dünyaya da üretim yapabilen ve bu üniversitelerden mezun olan teknik elemanların çalıştığı yerlerdi. Bunların etrafında fason ya da yan sanayi olarak üretim yapan çok sayıda yüksek teknolojili özel firmalar da kümelenmişti. Zaten bu haliyle doğal bir gelişme merkeziydi.

Bilişim Vadisi gibi bir proje önemlidir, çok önemlidir. Yıllarca söyledik bunu; “Ankara’da bir Teknopolis kurulması gerekir” diye. Japonya’da Teknopolis, Fransa’da Teknopol, Amerika’da Silikon Vadisi denir; yaklaşık benzer işlevi gören, yüksek teknoloji merkezleridir buralar. Çevreye duyarlı, sosyal sermayesi çok gelişmiş dolayısıyla sosyal ortamı gelişmiş  firmalardan oluşur. Bizde de Bilişim Vadisi projesi gündeme geldi fakat altını kalın çizgilerle çizmek istiyorum; Ankara’nın birikimini duyuracak kesimin zayıf olması, siyasi çekişmeler, ticari, sosyal ya da siyasi kurumların temsil ve lobi eksikliği, sivil toplumun, sivil toplum örgütlerinin  gelişmemiş olması, medyanın tavrı, başkentlilik bilincinin yeterince oluşmaması, sessizliğin hakim olduğu bir ortam yaratıyor. Ülkemiz açısından son derece yararlı, ufkunu açacak bu proje, mevcut donanım itibariyle tartışmasız Ankara’ya kurulmalıdır. Ankara, bunu hak ediyor çünkü. Mevcut alt yapısıyla, yetişmiş insan sermayesiyle teknoparklarıyla üniversiteleriyle Ar-Ge sayısıyla akademik yayınlarıyla tartışmasız bir şekilde hak ediyor. Zaten hazır bir alt yapıyı geliştirmeniz gerekirken yanlış yere kurduğunuz bir yapı, burayı da ülkeyi de olumsuz etkileyecektir. 1980’den sonra bu dalgalar, sürekli şoklar halinde geliyor. Birinci şok, ikinci şok, üçüncü şok belki Merkez Bankası ve kamu bankaları, dördüncü şok ta belki bu, Bilişim Vadisi’nin Kocaeli’ne götürülmesi olacaktır. Tekrar ediyorum; Ankara’da kümelenmiş olan mevcut bilişim, ileri teknoloji sektörüne, büyük bir darbe olur bu.

Ali İnandım-  Bu şoklar nasıl başladı?

Metin Özaslan- 1980’lerden sonra özellikle kamu politikalarındaki değişimler, içe kapalı bir ekonomiden dışa açık, ithal ikameciden ihracata dayalı bir ekonomiye geçiş oldu. Yani kamunun ağırlıklı olduğu bir ekonomik yönetimden, özel sektörün ağırlıklı olduğu bir ekonomiye geçiş yaşandı ve haliyle memur şehri olan Ankara, bundan en çok etkilenen şehirlerden biri oldu.

Ali İnandım-  Rakamsal olarak karşılıkları var mıdır  1980 sonrası dönemin?

Metin Özaslan- Tabii var. 1980 sonrasına baktığımızda en temel gösterge Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’dır (GSYH). İster toplam büyüklük ister fert başına düşen boyutuyla bakalım, Ankara’nın, son 20 yılda özellikle, yani 1990’lı yıllardan beri, hızla gerilediğini görmekteyiz. Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’ya baktığımızda, 1987 yılında Ankara’nın ülke pastası içindeki payı 8.7 civarında. 2001’e geldiğimizde 7.7’ye düşmüş. 
Geniş görmek için tabloya tıklayın

Bu çok önemli bir orandır 14 yıllık dönemde. 1987’de fert başına gelir, Türkiye ortalaması 100 alındığında Ankara’da, 134 iken 2001’de bu oran, 128’e gerilemiş. Türkiye’deki değişim hızı 31.8 iken  Ankara, 26.1 oranında büyümüş. Yine aynı dönem, 1987-2001 dönemi, krizler dönemi; 1990 Körfez Krizi var, 1994 ekonomik krizi, 1998 Rusya krizi ve 2001 krizi. Türkiye performansının çok altında büyüdüğünü görüyoruz. Türkiye’nin, 1987-2001 arasındaki dönemde yıllık ortalama büyüklüğü 2.8, Ankara’ya baktığımızda bunun çok altında; 1.9. 
Geniş görmek için tabloya tıklayın

Yani Türkiye, tüm krizlere rağmen büyürken Ankara, hep düşük kalmış. Bu da göreceli olarak şehrin sürekli Türkiye pastasındaki payının küçüldüğünü gösterir. Aynı dönemde İstanbul’un, Türkiye ortalamasının üzerinde, İzmir’in, Türkiye ortalamasında büyüdüğünü görüyoruz. 2001’den itibaren Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), Gayri Safi Katma Değer diye bir gösterge kullanmaya başladı. Bunu da 26 adet Düzey 2 bölgesi üzerinden, 3 yıllık dönemlerde yapıyor. Ankara’da Düzey 2 bölgesi. 2004, 2005 ve 2006 yıllarındaki durum şöyle: 2004 yılında Ankara, üçüncü sırada. 2005’te dördüncü sıraya geliyor. Bu ne demektir? 1 yıllık sürede başka şehirlerin daha hızlı büyümesi demektir. Ankara’da büyüyor ama diğerleri daha hızlı büyüdüğü için geride kalıyor.

Bunun arkasında birçok faktör var. Bunlardan biri de Ankara’nın yeterli kamu yatırımı almaması, kalkınma öngörüsünün olmamasıdır. 2000 yılında Ankara’nın, toplam kamu yatırımları içindeki payı yüzde 5.2. 2010’a geldiğimizde 3.3’e düşmüş durumda. Sürekli düşüyor. Bunlar devletin resmi rakamlarıdır.
Geniş görmek için tabloya tıklayın
Ali İnandım-  Bütün rakamlar inişte mi?

Metin Özaslan-  Evet. Yani 2000’li yıllar boyunca, devletin Ankara’ya bakış açısını gösteriyor. Yani Ankara, başının çaresine bakmaya terkedilmiş, sahipsizliğin göstergesidir bu rakamlar. Başka şehirlerde olsa bu işin peşinde milletvekilleri olur “Siz, neden şehrin yatırımlarını kesiyorsunuz?” diye. Ankara’nın yatırım ihtiyacı var. 4 milyon 700 bin kişilik bir şehir. Organize sanayisinde, sağlıkta, ulaşımda pek çok alanda yatırıma ihtiyacı var. Gazetelerde halen bitmeyen çok sayıda yol olduğunu, vatandaşın şikayet ettiğini görüyoruz. Bunlar, kamu ödenekleriyle yatırım ödenekleriyle olur. Oysa bunun sürekli azaldığını görüyoruz. Örneğin köylerin altyapısının desteklenmesi projesi KÖYDES, kırsal kesimi destekleyen önemli bir projeydi. 2005-2010 döneminde Ankara’nın toplam KÖYDES ödeneği içerisindeki payı 1.4.

Ali İnandım- Yeri gelmişken Ankara’nın çevresi, tarımı, hayvancılığı ne durumda?

Metin Özaslan-  Çok geniş bir iç bölgesi var Ankara’nın. Uzun yıllardan beri kırsal kesiminde ciddi sıkıntılar vardır. Başkent olmasına rağmen köy yolları ve içme suyu sıkıntıları var. KÖYDES yatırımlarında Ankara, en az payı alan illerden birisi. Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’yı oluşturan 3 ana sektörümüz var: Sanayi, Hizmetler ve Tarım. Ankara tarımının bu dönemde, 1987-2001 döneminde, tamamen eksi yönde büyüdüğünü görmekteyiz; eksi 2.8. Küçülüyor yani. Bunun yanında sanayi 1.9, hizmetler 2.2 büyümüştür. Türkiye’deyse tarım 0.8 oranında büyümüş, Ankara tarımı eksi 2.8 ile küçülmüştür. 
Geniş görmek için tabloya tıklayın

Bu çiftçinin yoksullaştığını, çiftin, çubuğun bozulduğunu gösteriyor.

Ali İnandım-  Bu rakamları açarsak?

Metin Özaslan- Örneğin geçen yıl Ankara’da 100 ton buğday üretilmişken 2.8 düşüşle ertesi yıl 97 ton oluyor. Her yıl üçer dörder ton üretimin düşmesi demektir. Her yıl düşme sürüyor.

Ali İnandım-  Hayvancılık?

Metin Özaslan-  Hayvansal ürünlere baktığımızda kırsal kesimde kişi başına düşen katma değer 135 TL, Türkiye ortalamasıysa 333 TL. Yarı yarıya. Ankara tarımı ve hayvancılığı ciddi bir sorunla karşı karşıya, bu sıkıntıların görülmesi lazım.
Geniş görmek için tabloya tıklayın

3.Bölüm: İlçelerin acınacak durumu ve 'işsizlik havuzu' Ankara.

ANKARA KULÜBÜ BAŞKANI Dr. METİN ÖZASLAN SÖYLEŞİSİ-1


28.03.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

Bu söyleşi gazetede 2 gün, tam sayfa yayımlandı. Burada bölüyorum, kolay okunabilmesi için.

Dr. Metin Özaslan kimdir?

1967 yılında Ankara, Kayaş’da doğdu. 1992 yılında ODTÜ Sosyoloji Bölümü’nden mezun oldu. Ankara Üniversitesi Dil, Tarih, Coğrafya Fakültesi Halkbilimi Bölümünde, “Kentleşme, Kentlileşme ve Kent Kültürü” alanında Yüksek Lisansını, İngiltere’de, Nottingham Üniversitesi Kent Planlama Bölümü’nde, “Kentsel ve Bölgesel Gelişme-Yeni Sanayi Odakları” alanında doktora kariyerini tamamladı. Ankara  Üniversitesi’nde, Ekonomiye Giriş, Bölgesel Gelişme Politikaları, Maliyenin Sosyal Teorisi gibi dersler veriyor.  Halen DPT Uzmanlığı, 2009’dan beri Ankara Kulübü Derneği Genel Başkanlığı, A.Ü. Ankara Araştırmaları Merkezi’ne danışmanlık, Ankara Kalkınma Kurulu ve Ankara Turizm ve Tanıtma Kurulu üyeliğini sürdürüyor. Seymen Kostüm ve Aksesuarları, Ankara Fotoğrafları, Fotokartları, Gravürleri, Belgeleri, Kitapları ve Ankara Resimleri koleksiyonları var.

Son zamanlarda bir arayış ve çaba içinde olan Ankara’da, olan biteni anlamak ve gelişmeleri, Ankara konusunda her açıdan faal bir uzmanla değerlendirmek istedik. Ankara Kulübü Başkanı Metin Özaslan, çarpıcı rakamlar ve saptamalarla kapsamlı bir fikir edinmemize yardımcı oldu.

Ali İnandım- Metin bey, kaç yaşında Ankara Kulübü?

Metin Özaslan- Ankara Kulübü, 1932 tarihli, 79 yaşında. Ankara’nın en köklü sivil temsilcisi, Türkiye’nin de en eski derneklerinden birisi. Bugün, ‘Kamu Yararına Çalışan Dernek’ statüsünde ve bizzat Mustafa Kemal Atatürk’ün talimatıyla kurulan bir dernek. 79 yıldır faaliyetlerini aralıksız sürdüren nadir derneklerden birisi.
Ankara Kulübü merkezi Abidinpaşa Köşkü

Ali İnandım-  "79 yaşın olgunluğu, bilgeliği ama aynı zamanda yorgunluğunu hissediyorum derneğinizde" desem katılır mısınız bana?

Metin Özaslan- Yorgunluk yanında tabii üzüntüyü de ekleyebiliriz, doğru. Ankaralılar olarak birçok konuda sıkıntılarımız var. Bunları, Ankara’nın en köklü sivil temsilcisi olarak, Ankaralılar’ın bir sözcüsü olarak, olabildiğince yaptığımız etkinliklerle kamuoyuyla paylaşmaya çalışıyoruz. Tabii ne derece etkili oluyor bilemiyoruz, tespitiniz o bakımdan doğru.

Ali İnandım-  Sizi, biraz daha yoracak bir soruyla başlayalım: Ankara’dan taşınan bankalar, kurumlar, Ankara’da gelişip, büyüyüp, merkezini İstanbul’a taşıyan şirketleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Metin Özaslan-  Bu gerçekten de çok talihsiz bir karar. Ankara’dan bankaların ve kamu kurumlarının taşınıyor olması, siyasi olarak ta ekonomik olarak ta talihsiz bir karar. Siyasi boyutuyla baktığınızda sanki Ankara’nın içinin boşaltıldığı, başkentlik halinin edilgenleştirildiği bir süreç gibi algılamakta ve Ankaralılar’ın, bu süreçte tereddütleri var; “Acaba başkent te bir gün taşınacak mı?” gibisinden.

Kamuya ait bir takım kurumların merkezleri başkentlerde olur. Dünyanın birçok yerinde böyledir. Çok çok istisnalar dışında, Merkez Bankaları’da böyledir, bir takım düzenleyici kuruluşlar da böyledir. Finansçıların ve analizcilerin yaptığı çalışmalarda, bu kararın çok ekonomik bir karar olmadığı, toplam katma değer olarak, ekonomik büyüklük olarak önemli bir şey olmadığı, bunun daha çok siyasi bir karar olduğu görüşü hakim.

Diğer taraftan ekonomik boyutuyla baktığımızda, Ankara ekonomisi açısından büyük bir kayıp. Ankara’nın, ekonomik kalbine indirilen en büyük darbelerden birisidir. Çok sayıda banka, finans sektörü çalışanı gidecek. Arkasından zincirleme bir etki yapabilir bu. Boşalan alan, bu kez ters çarpan etkisiyle birçok sektörü olumsuz etkileyecek; konut sektörü başta olmak üzere. İnsanlar çocuklarını okullardan alacak, eğitim sektörünü etkileyecek. Ticaretin tüm alanları etkilenecek. Bu alanda çalışan insanlar orta sınıf dediğimiz, harcama yapabilen insanlar. Dolayısıyla buradan gidecek onbinlerce kişinin yerini doldurmak çok zor olacak. Genel olarak son 20-30 yıldır Ankara ekonomisi bir gerileme sürecindeyken bu sürecin durdurulması, yenilikçi projelerin Ankara’ya yapılması beklenirken Ankara’da kurulu olanın da sökülüp, götürülmesi, bu olumsuz sürece eklenen büyük bir moral bozukluğu da yaratır. Sizin de ifade ettiğiniz gibi, bu durum, bir yorgunluk, üzüntü ve burukluk yaratmakta hepimizde.

Ali İnandım- Sadece kamu kurumları mı giden?

Metin Özaslan-  Belli bir noktaya gelen özel şirketlerin de taşındığını görüyoruz. Son 20-30 yıllık dönemde, medyanın önemli ölçüde İstanbul’a taşındığını ya da orada kurulduğunu görüyoruz. Popüler kültürün orada, müzik endüstrisinin orada yoğunlaştığını görüyoruz. Sanatçıların, edebiyatçıların, şairlerin zamanla İstanbul’a gitmesiyle o bakımdan da maalesef Ankara’nın, göç edilen, yoksullaşan, taşralaşan bir şehre dönüştüğünü görüyoruz. Özel şirketler de ölçek genişletmek için gidiyor.

Ali İnandım- Bu atılımı ya da sıçramayı Ankara’da yapamıyor mu sermaye?

Metin Özaslan-  Muhtemelen öyle. Burada özellikle büyük inşaat firmalarının olduğunu görüyoruz. Ülke çapında belli bir ölçek büyüklüğüne sahip firmaları görüyoruz ama İstanbul, sanki bir ekonomi merkeziymiş gibi algılanıyor. Bunu geriye çevirecek, Anadolu’da, diğer şehirlerin de aslında farklı alanlarda önemli merkezler olduğunu ama onları güçlendirecek politikaların olmadığını görüyoruz. O yüzden firmalar, belki de dünyaya açılmak, küresel ölçekli bir büyüklüğe erişmek için basamak olarak görüyorlar İstanbul’u.

Ankara’da pek ala finans merkezi ilan edilebilirdi çünkü tüm kurumlar Ankara’daydı. İnternet çağında, artık mekanın çok ta bir önemi kalmadı. Amerika’daki firmaların, yazılımla ilgili işlerini ya da mesela muhasebe gibi işlerini, Hindistan’da yaptığını görüyoruz. Amerika yattığında, Hindistan’daki firmalar, Amerika’nın muhasebe işlerini yapmaya devam ediyor günboyu. Hindistan yattığında Amerika uyanıyor, işlemleri onlar devam ettiriyor. Buna benzer birçok işlevi, bilgisayar ve internet üzerinden, küreselleştirmiş vaziyette firmalar. İnternetin dünyayı bir köy haline getirdiği bir ortamda, fiziki olarak Merkez Bankası’nın, Ziraat Bankası’nın, Emlak Bankası’nın, BDDK’nın İstanbul’a taşınmasının ne anlamı var algılayabilmiş değiliz. İllaki bir yer olacaksa Ankara tercih edilmeliydi. Olumsuz nedenlerden dolayı, küçülen Ankara ekonomisinden dolayı, Ankara için önemli bir sektör olabilirdi bankacılık sektörü, finans sektörü. Hizmetlerdeki danışmanlık açısından, Anadolu’nun birçok yerine ulaşımın daha kolay olması nedeniyle olabilirdi.


2. Bölüm: Rakamlarla Ankara'nın sinsi küçülmesi...

26 Mart 2011 Cumartesi

BEHZAT Ç. ÇUVALDIZI


25.03.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

Pata pata sesler yaklaşıyor arkamdan. Dönüyorum, Hayalet, Akbaba, Harun, Behzat Ç. iş üstünde, töhmetli bir zatı kovalıyorlar. Beni görünce Behzat Ç. duruyor, diğerleri kovalamaya devam ediyor. Arkalarından “Bırakmayın la, geliyorum şimdi” diyor, ellerini beline koyup, bana yöneliyor, “Bütün Türkiye’nin dilinde, sen bizi niye yazmıyon la?” diyor. Bu deli fişeği başıma sarmaya niyetim yok, tanımazdan gelip, “Anlayamadım?” biçiminde soran bakış atıyorum. “La numara yapma, biliyorum, izliyorsun. Niye görmüyon bizi, niye laaa?” diye ünlüyor. Güven Park’ın güvercinleri uçuşuyor ürküp. “Şu an zihnimde yazmaya başladım bile, istirham ediyorum müsterih olunuz azizim” diye kıvrak ve etkili tavır koyuyorum. Dik dik bakıp, töhmetlinin arkasına düşüyor.

Belgesel gibi
Bir televizyoncu gözüyle her yeni başlayan yapımı, mutlaka kanaatim oluşuncaya kadar izlerim. En fazla 15 dakikamı alır oluşması. Işık görürsem birkaç bölüm fırsat tanırım aksaklıkların giderilmesi için. Gidermeyenler, gider! Ancak bu Behzat Ç.’nin, ilk günden, ilk andan müptelası oldum. Teknik açıdan, oyunculuk açısından, gerçekle örtüşmesi açısından farklıydı. Bir televizyoncu olarak susuzluğumu gideren, teknik olarak tarz yaratan, tekdüzelik içinde tavır üreten bir vahaydı Behzat Ç. Yapay değil, belgesel gibiydi.

Bitmemiş doğum süreci
Eski tarz polis içinde bile Behzatlar, tek tüktü. 2011 yılına kadar gelmeyi becermiş Behzat Ç., tamamlanmamış bir değişimin, dönüşümün ızdırabını simgeliyordu. Küfür ediyor, dayak atıyor, bazen yasalara kafa tutuyordu ama bir yandan da terbiye etmeye çalışıyordu kabalığını. Adaletsizlik, adaletin geç tecellisi, bunu kanıksayan toplum onu kabalaştırıyor, sisteme uyumlu ağabeyi, sevgilileri, çalışma arkadaşları, buduyordu çıkıntılarını. Kollarından ve bacaklarından çekildiği bir gergiye gerilmiş, kendini yeniden tanımlamaya çalışıyordu. Taş kalpli Behzat, bir türlü doğamadığı için, yeri geliyor hüngür hüngür ağlıyordu. Cumhuriyet’le başlayan doğum sürecini, hala tamamlayamamış Türkiye gibi. Bir türlü doğasına uymayan şeyleri vücudundan, zihninden ayıklamaya fırsat bulamıyordu. Ancak bir ayıklama ya da netleşme iradesini koruyordu.

Çuvaldız Behzat
Bir profesörümüz, makalesinde, “Ankara’yı İstanbullular kurdu” diye yazmıştı. “A efendi, madem bu kudrete sahipti, niye İstanbul’da kuramadı yeni devletini İstanbullular?” diye içimde kaldı soru. Çünkü Ankaralılar’ın zihni netti, yeni devletten önce koymuşlardı tavırlarını. Anadolu’nun süzülmüş düşüncesi, Ankara’da eyleme dönüşmüştü. Bir Ankara polisi Behzat Ç., küflenmiş yönetimden, adaletten ve asayiş yöntemlerinden yılan Anadolu kanaatinin, çuvaldız gibi dürten uyarıcısıydı.. Rahatsız edici, izlerken bir yerine batıyor insanın!

Bu çuvaldız, çıksa çıksa Ankara’dan çıkardı. Bu ince öngörüye sahip senaristi kutlarım. Senaryonun ruhunu kavrayıp, bir tarz yaratan yapım ekibini, o ruhun gereğini fazlasıyla yerine getiren oyuncuları, kutlarım. Hepsini, İstanbul’un basmakalıpla beslenen ortamından, kafalarını, Anadolu’ya uzattıkları için kutlarım. İstanbul’un algısı, yine Türkiye’yi temsil edemiyor.

Elleri belinde, üstüme yürümedi Behzat Ç. “Bizi yaz” da demedi. Ona yakışmaz. Dese balonunu patlatmak, bir iğneme bakardı!

Not: Önceki yazım ‘Yaşlı Dostu Kent’ için Çankaya Belediye Başkanı, Bülent Tanık beyefendi aradılar. “62 yaşındayım, kendimden genç bile olsa elinde ağır çantayla birini görünce hala hamle ederim” diye başladılar. Yeni nesil ve terbiyelerinden bir başladık!.. Yaşlı Ankaralılar ve yazıda geçen aksaklıklar için ellerinden geleni yapacaklarını ifade ettiler. İlgisine çok teşekkür ederiz.

23 Mart 2011 Çarşamba

YAŞLI DOSTU KENT


22.03.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

Ankara değil, peşinen söyleyeyim. Zaman zaman yaşlı Ankaralılar’ın yaşadığı zorlukları, şahit olduğum kadarıyla dile getirmeye çalışıyorum. ‘Yaşlı Dostu Kent’ kavramı, 18-24 Mart arası ‘Yaşlılara Saygı Haftası’ nedeniyle Çankaya Belediye Başkanı Bülent Tanık tarafından seslendirildi. Tam da aradığım kavramı bulmuşlar. Okurlarımızdan gelen şikayetler, gözlerimle görüp, kulaklarımla duyduklarıma bakılırsa ‘Yaşlı Dostu Kent’, Ankara değil.

Duraklarda, metroda
Ara ara otobüs bekleyen yaşlıları yazmıştım; ne altına sığınabilecek, ne oturarak bekleyecek otobüs durağı fakiri Ankara’da. Bacakları kaldırmayıp, kaldırımlara çöken teyzeleri, amcaları anlatmıştım. Yağmur altında, sabırla ıslanarak beklerler. Aynı sabrı, güneş altında kavrulurken gösterirler. Geçtiğimiz yaz, 45 derecelik sıcaklarda, geciken otobüsleri bekleyen yaşlıların, çektiği eziyeti paylaşmıştım. Gelen otobüsün, yüksek basamaklarında kalışlarına girmemiştim.

Birçok durağında yürüyen merdiven olmayan, olanların da çoğunlukla yürümediği metroda, dinlene dinlene tırmanan yaşlı teyzeleri yazmıştım; asansörden haberleri olmadığı için, onlara dağ gibi gelen dik merdivenlerle mücadelelerini. Asansörü gösteren tabela yok, uyarı yok. Yaşlılar için ayrıca sesli bir anons gerektiğine kanaat getirdim. Yaşlı dostu değil, yürümeyen yürüyen merdiven dostu kent Ankara!

Metroya binince, yer vermeyen gençleri yazmıştım. Ara sıra “Lütfen yaşlı ve hamilelere yer veriniz” anonsu yapılıyor. Sözü bile edilmemesi gereken, ne kadar ayıp bir anons. Hepsinin kulağında kulaklıklar, müzik dinlemekten anonsu duymayan gençler, yabancı ülkeye gelmiş angus şapşallığıyla oturuyorlar. Yine kalkıp, biz yer veriyoruz. Öyle öğrendik çünkü büyüklerimizden.

Kaldırımlarda
Geçen ay, İtfaiye Meydanı’ndan, Ulus Meyda’nına doğru, düzensiz, çukurlu, tümsekli kaldırımlısından Sanayi Caddesi’ne girdim. Bir teyzemiz, kaldırımda yürümekte zorlanıyordu. Ben zorlanıyordum, o ne yapsın. Düz bir yere kadar koluna girdim. Şikayet etti tabii sürekli, seyahatimiz sırasında. Alışığım; kaldırımlarda, karşıdan karşıya geçerken merdiven tırmanırken bulamadığı adrese götürürken çok teyzemizin, amcamızın koluna girdim. Öyle öğretmişti çünkü büyüklerimiz, öğretmenlerimiz.

Bir haber
Bir haber: Türkiye’de ilk kez Keçiören Belediyesi’nce başlatılan uygulamayla aileler, sosyal ve kültürel etkinliklere katılacakları ya da tatile gidecekleri zaman, yanlarında kalan yaşlıları, Belediye’ye ait misafirhaneye bırakabileceklermiş. Hizmet, ücretsizmiş. ‘Yaşlılara Saygı Haftası’da çıkan bir haber. İyiliğini, kötülüğünü, kestiremediğim bir haber. Yani kestiriyorum ama bugünkü terbiye ve saygı sınırlarını kestiremediğim için değerlendiremediğim bir haber. Böyle öğrenmemiştik büyüklerimizden.

Özürlü kent
Bir kent, içindeki herkesi gözetmekle yükümlüdür. Sahiplenme ve kentlilik bilincinin oluşması için de önemlidir bu. Ankara’nın, ‘Yaşlı Dostu Kent’ olamaması, özürlü bir kent olduğunu gösterir. Saygı ise daha genel, ülkenin huzurunu, geleceğini etkileyen bir kavramdır. Seviyesi, neye layık olduğumuzu gösterir. Şu andaki seviyeden gelecekte, saygısızlığı hak eden yaşlılar yetiştirdiğimiz izlenimi oluştu bende. Maalesef!.. Neden yaşlıları düşünmeyen, saygıyı öğretmeyen bir millete dönüştük acaba biz?

‘Yaşlılara Saygı Haftası’nı kutluyor, saygıyla büyüklerimizin ellerinden, bir kez daha öpüyorum.

19 Mart 2011 Cumartesi

ÖLÜRSEM ŞEHİT YAŞARSAM GAZİ


18.03.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

Deyip, “büyüklerimin ellerinden küçüklerimin gözlerinden öperim” diye bitiyordu. Başı da en fazla “Nasılsınız? Cenab-ı haktan dileğim iyi olmanızdır” diye başlar. Cephede, okuma-yazma bilen arkadaş bulanın mektubu da anıları da bu kadardı. Bu kadar kısa, birörnek mektuplardı. Bir zaman sonra, komutanları bile günlük tutmaya, mektup yazmaya zaman bulamaz olmuştu.

Oysa Anzak askerlerinin, yüzlerce kitap olmuş mektupları, anıları vardı. Yayınlanmayanlarla binlerce belki. Bazısı, adeta saniyeleri kaydetmişti defterlerine. Kara, traşsız, öldürülesi barbarları yeryüzünden kaldırmaya gelmişlerdi. Günler ilerledikçe Avustralyalı askerlerin satırları, düşmanını sevecenlikle tarif eden ve anlatan satırlara dönüşmüştü. Türk safını, onların anılarından öğrendik. Anafartalar Cephesi’nde, dünyanın, gelmiş geçmiş en ilginç savaşı gerçekleşiyordu; dostane bir savaş!

Kendi tarihini başkalarından öğrenmek
Merak etmeyin, Çanakkale Savaşı’nı anlatmayacağım! Çanakkale Savaşı’nı, 28 yaşında öğrenmiş olmaktan yakınacağım. Kendi şirket olanaklarımızla çekmeye karar verdiğimiz belgesel olmasa iki paragrafa sığan bir tarihle ölecek olmanın utancını paylaşmak istiyorum. İngilizler, Fransızlar, özellikle Avustralyalılar, Çanakkale tarihlerini yazmış, bir biz yazamamıştık anlaşılan. Anzakların bizi andığı adı koymuştuk belgesele; ‘Johnny Türk’. Belgesel için okuduğum Anzak askerlerinin anıları, günlükleri ve resmi tarihlerinin sayfaları, zihnimde patlayan tokat oldu birer birer. Kendi tarihimi, başkalarından öğreniyor, göz yaşlarım, onların yazdığı sayfalara damlıyordu. Sanki derdini anlatamayan bir dilsizin anlaşılamamasına kızıyor, hırsımdan ağlıyordum.

Çanakkale bize anlatılamamış
Şimdi gibi değil; 1994 yılında, okunacak kitap yoktu neredeyse Çanakkale Savaşı’yla ilgili. O belgesel olmasa, kıymet bilmez, dedelerinin toprağını küstahça çiğneyen, minnetsiz bir cahil olarak dolanacaktım ortalıkta. İçinde Çanakkale Savaşı olan her şeyi dikkatle okur oldum sonra. “Dedelerimiz dedelerimiz” dediğimiz içinde, 13-15 yaşında çocuklar var. Bugün, dökülen kanı küçümseyen, tarihi çarpıtan, yattıkları toprağı ticaretin, siyasetin malzemesi yapan yetişkinler var. Olmaz olsunlar; düşmanımızın(!) sayfalarında yok sizin kabalığınız, saygısızlığınız!

Çanakkale Savaşı’nı, çocuklarına anlatamayan bir millet, ancak kendisine ihanet ediyor olabilir. “Anlat Çanakkale’yi” derseniz, “Çanakkale bize anlatılamamış” derim. Tarihimi geç öğrenmekten duyduğum utancı, hala taşırım. Karlı, yağmurlu, güneşli her mevsimde gördüm Gelibolu’yu, Anafartalar’ı. Hiç şaşmadı, her ziyaretimde, dedesinin izinde bir Anzak’la, mutlaka karşılaştım!

Jülide Gülizar
Bir deniz fenerimizi daha kaybettik. Son saniyeye kadar meslek ahlakıyla arı diliyle okşayan sesi ve kararlı duruşuyla bir anıtımız daha devrildi. 82 yaşındaki çabasının, 10'da birine ulaşamadım. Meslektaş olarak, aydın bir kadın olarak, dilimizi sahiplenişiyle son ana kadar çalışkanlığı ve uyanık bilinciyle ruhumuzun emniyet kemerlerindendi. Dinlerken izlerken içim aydınlanırdı. O koca çerçeveli gözlükleri gördüğüm her yerde izledim onu. Biraz da okuldayken kurs almıştık kendisinden. Alçakgönüllü bir efsaneydi. Yapıcı bir kişiliğe duyduğum minnetle bu satırları yazıyorum. Yalpalamayan bir meslek ahlakı ve kişiliğe minnetle...

Nur içinde yatın Jülide Gülizar, mekanınız cennet olsun, Allah baba, hem sizin hem Çanakkale şehitlerimizin ruhuna gani gani rahmet eylesin.

16 Mart 2011 Çarşamba

MERHABA ÇİĞDEM, MERHABA BAHAR!


15.03.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

2 hafta önce karşılaştık Güven Park’ta, tatsız konulara dalınca gecikti selamlaşmamız. Kenarları alçak mukavva bir kutu içinde taşıyan adam, az duyulur bir sesle “Çiğdemm” deyip, geçti. Şubat sonu zamansız ısınan hava, Mart başı yine serinlemeye başlamıştı. Paltomla üşürken kutusundaki çiğdemler gibi tiril tiril tek gömleği, ince hırkasıyla satmak istemiyor gibi hızla geçti önümden. “Çiğdemci” diye seslendim arkasından. Ne melodik ve az duyulur bir çağrı; söyleyenin de duyanın da kulaklarını dikip, içine neşe saçıyor! Bir demet istedim parasını verip, dokunmaya kıyamadığım sarı, narin çiğdemlerden. Merakımdan; bitkibilimci Hikmet Birand hocanın, 1963’te, İncesu Deresi’nin yamaçlarında söyleştiği ‘Ankara Çiğdemi’dir belki diye.

Ankara Çiğdemi
Ak çiğdem, mor çiğdem, sarı çiğdem var. ‘Ankara Çiğdemi’ sarı ama her sarı çiğdem Ankara çiğdemi değil. Uzmanı anlıyor farkını, kaldıysa eğer. Koyu sarı oluyor Ankaralı. Özelliklerini Ankara toprağından almış, kendine hastır. Yaklaşık 150 yıl önce keşfedilmiş, memlekete ve dünyaya buradan yayılmıştır. Ankaralı niyetine aldım sarı çiğdemleri, büyük ihtimal olmadığını bile bile!

Kardelen Mahallesi
Batıkent, Kardelen Mahallesi’nde, 18 yıl önce bahçeli bir ev aldık, şu an içinde oturduğumuz. “Ne güzel, ‘Kardelen’ diye isim bulmuşlar mahalleye” diye düşünmüştüm. Bir gün yol kenarında kardelenleri görünce gözlerime inanamadım; “Aaa, isim bulmamışlar, bizim siteleri onların üzerine kurmuşlar!” Hiçbir biçimde korunmaya alınmaksızın, iç içe yaşıyorduk kardelenlerle. Kendi doğasına uygun yer beğenmiş kardelenleri, evinde yokediyorduk. Yoketmeden komşuluk edebilseydik!

Çiğdemin yalvarışı
22 tür Ankaralı bitkimiz var ama onları anlatma zamanı değil. Elinde çiğdemleriyle soğukta üşümeyen adam, uzun aralarla uzak kalsam da 30 yıldır sokaklarında dolaştığım Ankara’da, o gün, benim önümden geçiyordu. İlk kez çiğdem satan seyyar görüyordum Kızılay’da. Cemreler düşmüş, kardelenlerle açılan, çiğdemlerle ısınan doğa, ilk kez bana böyle “merhaba” diyordu. Avucumda kaybolurcasına tuttuğum 10-15 santimetrelik narin çiğdemler, bana tutunmaya çalışıyordu. “Yoketmeyin, daha nice baharları müjdelerim size, söz!” diyordu. Size nasıl kıyıyorduk, anlamıyorum ki!

Derin Ankara, en sıcak merhaba
Çözemediğim bir kendine özgülük var bu Ankara’da. Tarihi, ekonomisi, siyaseti, bitkisiyle bir özgünlüğü var. Hepsi de bir sükunet içinde gelişiyor. Derin etkileri ve sonuçlarıyla kendine has bir tavrı var. Binlerce yıl sonra, daha 150 yıl önce keşfedilmiş bitkisi, kendine has cumhuriyetleri, zor güne kadar ortalıkta görünmeyen halkı, abartılı bir kalenderliği var. Sakini olmaya zor bir kent aslında. Ehline, çekici bir gizemi var.

Derine dalmayalım; kardelenleri, arkasından çiğdemleri gördük, artık baharı karşılama zamanı. Ankara taşının eteğine gizlenip, korunmaya çalışan Ankara Çiğdemi, güneşin sıcaklığıyla altın sarısı yapraklarını dört yana açıp, yine de bizi kucaklamak istiyormuş. Bütün zalimliğimize karşın… Ankara’da ilkbaharı hiç bu kadar sıcak karşılamamıştım:

Merhaba Ankara Çiğdemi, merhaba ilkbahar!

13 Mart 2011 Pazar

GÖRÜNTÜ KARLIYDI


11.03.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

Ankara’nın en yakışan kıyafeti, beyazdır. Sokaklara, parklara, çatılara, kar değince başka bir kent olur. ‘Gri Ankara’ diyeni, aşık eder kendine. Soluduğunuz hava değişir, derin ferahlık duygusuyla çirkinliklerini sevdirir. Sahlep kokar kaldırımlar. Ankara’ya kar yağdığında çamuru seversiniz. Soğuk yüzlü resmi binaları, gülümser. Somurtkan kız gider, ferahlığı yüzüne yansımış, şen şakrak bir kız cilveleşir beyaz entarisiyle. Bu kez entariye dolandı kızımız!

İnce tipiyle başladı
8 Mart 2011, Salı günü, Aşağı Ayrancı’daki gazetemizin penceresinden, yoğunlaşan tipiyi kesiyoruz yan gözle. Tipi başladı, hem de ince ince. 15 dakika içinde hiç trafiği bitmeyen sokağımızdaki arabalar seyrekleşti, vınlayan motor sesleri arttı. Trafik kilitlendi, arabalar olduğu yerde çırpınıyor demek bu. Sonra vınlama sesi de bitti. İşte kötü haberin sesi bu sessizlik. “Zaten ince başlamıştı tipi, hay kafam, iş işten geçti artık!

Paris Caddesi’nden Meclis Parkı’na indiğimde kardan adamdım. Arası 50 metre. Kısa mesafeyse bir araca binmeyi aklından geçirmeyeceksin böyle havalarda. Bakanlıklar’da, çizgi film başladı. Ayakta duramayan Ankaralılar’ın bacakları, kıpır kıpır. Arkasına düştüğüm 3 hanımefendiden biri, çömelir gibiyken bacaklarını ileri savuran Rus halk dansı yapıyor. “Kaalinn kakalinnn kamayaaa” diye içimden, eşlik ediyorum kendisine. Caddedeki arabalar da vıjjjlamalarıyla müzik yapıyor arkada. Meşrutiyet Caddesi’ne kadar sürdü bitmez, tükenmez dans!

Metro izdihamı, Batıkent karabasanı
Kızılay Metrosu’na inerken “Ohh bee, şimdi takk Batıkent, takk otobüs, takk evdeyim!” diye rahatlıyorum. Bizim “Oh bee!” oldu “O neee?” Miting yapacak çaplı bir kalabalık, turnikelere yığılmış. İlk kez görüyorum böyle bir izdihamı metroda. “Geri dönüp, yağ, un, şeker, makarna mı alsam?” diye çekiniyorum, seferberlik hali adeta. Bindik, tıkıştık metroya, Batıkent’e geldik.

Takk otobüs, takk evdeyim” hayal oldu. Hani böyle aniden gelen buzul çağından ya da dev dalgalardan kaçan mahşeri kalabalıklar gösteren felaket tellalı Amerikan filmleri vardır ya, bir sahnesinde de ben oynadım: Çift yollu caddenin biri kar kaplı, belli ki o tarafta kaza olmuş. Her durakta 100-150 kişi birikmiş, tipi coşmuş. Otobüslerin yönü belli değil, yığılan kalabalığa göre yönlendiriliyor. Halk otobüsleri, minibüsler, burnu, suratı cama yayılmış, tıka basa yolcu dolu. Taksiyi bulan binmiş, taksi yok. Bekleştiğim yolcu, Ulus’tan binmiş "Orası da aynıydı” diyor. “Eryaman’a gidenler şu durağa gitsin” deniyor, 200 kişilik karaltı, hareketleniyor. Tipi altında, tam zombi filmi, yüreğini oynatıyor insanın. 30 dakikalık yolu 3 saatte aşmış şanslı biri olarak eve varıyorum.

O akşam düşündürüyor Ankara
Varır varmaz yoğun bakımdaki hastasına kan verecek kişiyi hastaneye yetiştirmeye çalışan editörümüz, Ömür Ünver’i arıyorum; ulaştı mı diye. Hastaneye gideceği Eskişehir Yolu iptal, 3 saattir gazeteye 500 metre uzaklıktaki Kızılay’da, arabanın içinde oturur buluyorum. Gözü benzin ibresinde. Hastaneye yakın, başka biri bulunuyor kan için. Gazeteden akşamüzeri 5 buçukta çıkan Ömür, gece 12’de evine varıyor.

Türkiye’yi yöneten başkent, Baykal, birini taciz etti mi, etmedi mi tartışması ve yeni Ergenekon ithamlarıyla dalaşıyor aynı gün. Kimin umurunda? Akşam televizyonlarda, bir Ankara’yı konuşmuyor idareciler. Ne düşünülür bu manzara karşısında? O akşamı yaşayan her Ankaralı’nın, düşündüğünü düşünüyordum ben de; görüntü karlıydı!

9 Mart 2011 Çarşamba

CAM GAZETECİ PLASTİK GAZETECİ


08.03.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

Gazetecilerin sokağa dökülmesine, arkadaşlarına destek vermesine şaşırdınız mı? Şaşırmadınız. Artık hiçbir şeye şaşırmayan bir millet olduk zaten. Herkesin iyisi ve kötüsü kendince, ortak iyilerimiz ya da kötülerimiz azaldı. Dünyanın en ağır haksızlıklarını, yalanlarını, cinayetlerini, sapkınlıklarını, olağan karşılayan bir genişliğe eriştik. Tam sinirsiz, çift çekilmiş çiğköftelik kıyma kıvamındayız.

Gazeteciler şaşırdı
Ama gazeteciler şaşırdı gazetecilerin sokağa dökülmesine. Televizyoncuları da katın siz ‘gazeteci’ dediğimde. Şaşırdılar çünkü son 30 yıllık gidişatın aksine çok ani bir iniş oldu. İyice unuttular derken indiler tozlu, çamurlu, içinde herkesin dolaştığı kalabalık sokaklara. 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’yle başladığını varsayarsak 40 yıla çıkar gazetecilerin sokak alerjisi. Birden iniverdiler işte!

İnsan, cam sever, zorluyorlar ama plastiğe alışamıyor. Suyunu, çayını camdan içerse lezzetini alıyor. Mecburiyetten dokunan dudaklar, eller, sevemiyor plastiği. Kurtulmak istiyor; hemen atıyor çöpe. Camın şeffaflığını, berraklığını, temizliğini seviyor insan. Plastik gibi, hergün yeni bir dedikodu çıkmıyor hakkında. Doğanın içinden gelip, insanla uyuşmasını seviyor. Ona dokunmayı seviyor. Yapaylığı, plastiği sevebilecek insan, yapıldıysa eğer, yine plastikten imal insandır ancak!

Camdan plastikten gazeteciler
Benim, camdan ve plastikten gazetecilerim var. Cam olanları camı sevdiğim gibi sever, plastiklere alışamam. 1990’lardan sonra artan plastik gazeteciler, 2000’lerden sonra daha dayanıklı ve esnek malzemeden imal edilir oldu. Plastik kalitesi yüksek ama yapaylık baki. Hatta seri üretime geçildi, yaklaşık 34 İletişim Fakültesi, ihtiyacın çok çok üzerinde gazeteci imalatına başladı. Usta-çırak ilişkisi bitirildiği için, plastik olmaktan başka çare de kalmadı. İstisnalar affetsinler beni.

Yalnız camın tek kötü yanı, tekrar birleştirilemeyecek biçimde kırılabilmesidir. Bir kere yere düşürdünüz mü tuz buz olur, tamir edilemez. Örneğin Abdi İpekçi’yi bir düşürdük, kırdık, o günden beri toparlayamadık. Cam gazetecilerin değerini anlayamadık. Anlayamadığımız için arkasından diğer cam gazetecilerimizin, hoyratça, birer birer kırılışını izledik. Sonra düşünce kırılmayan plastik gazeteci icad edildi. Arsız, darbelerden etkilenmiyor, yere ne kadar sert vursanız tersine, o kadar yükseğe sıçrayabiliyorlar. Esneklikte sınır yok.

50 cam gazeteci kırıldı
Nedim Şener ve Ahmet Şık’la tanışmıyorum ama işlerini takip ediyorum. Gazetecileri sokağa indirdiklerine, üstelik plastiklerle bile yan yana getirebildiklerine göre camdan yapıldıklarına kuşku yok. Sizleri de düşürüp, kıracaklar diye titriyorum. Abdi İpekçi’yle başlayıp, Hrant Dink’le sonlanan yaklaşık 50 cam gazetecimizin kırıldığı bir dönemden geçtik. Daha fazla kırılmanızı kaldıramıyoruz. Parçalarınız, değdikçe kanatıyor bir yanımızı. Faili bulunmayan kesiklerimiz, sinsi sinsi kanamaya devam ediyor. Her yenisi eklendikçe kan, revan içindeyiz.

Sokağa inen gazetecilerin hepsi paylaşır mı bilmiyorum ama cam da olsa plastik te en az vicdani ve ahlaki değerleri paylaşmak zorundaymışız. Kendi haline bırakınca geldiğimiz yer burası. Her şeyin aşırısı gibi, gazeteciliğin de ölçüsüzü olmuyormuş. Sokağa inişinizi, bu ilkelerin sessiz kabulü olarak anlamak istiyorum. Uygulamanın da ertesi gün başlamış olmasını ümit ediyorum. Çünkü ne kadar gözardı edilse de kapıdan çıkınca, sokağa iniyor insan!