29 Ocak 2011 Cumartesi

SEÇİM ZİLİ DUYULDU


28.01.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

12 Haziran 2011 Genel Seçimi’nin, zili duyulmuş. Ankara milletvekillerinin, yavaş yavaş kıpırdanmasından anlaşılıyor. Nasıl halkla iç içe olduklarını içeren demeçler vermeye başlamışlar çünkü. Her zaman ilçeleri ve köyleri dolaşıp, sorunları, talepleri dinlediklerini ve gereğinin yapıldığını ifade eden demeçler uç vermiş. Bu iç içeliğin, Mart ayından sonra daha da yoğunlaşacağını belirtenler olmuş. “Şimdiden samimiyeti abartmaya gerek yok, Mart ayından sonra daha uygun olur” demek istiyorlar galiba. 2 buçuk ay iç içelik, Ankara vekilliği için yeterli bir süre demekki!

Mart ayına kadar kim sabredecek, ne çalışma yapılacak acaba? Çatlatırlar insanı!..

En Madde 80 mağduru
Her genel seçim döneminde bir Anayasa maddesi gündeme gelir; 80’inci Madde. “Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri, seçildikleri bölgeyi veya kendilerini seçenleri değil, bütün Milleti temsil ederler” diyen maddedir. “Şeçim bölgemi kollayacağım derken ülkeyi ve milleti unutmayın sakın” demek isteyen bir maddedir. Bu maddenin en sadık ve harfiyen uygulayıcılarıysa her zaman Ankara milletvekilleri olmuştur. Hatta ülkeyi düşünmekten içinde yaşadıkları Ankara’ya ayıracak zamanları kalmaz. Kendi söküğünü dikemeyen terzi kayıtsızlığıyla Ankara, ertelenir hep.

En az 50 yıldır basmakalıp olmuş bir şikayettir bu ama böyle kötü bir kadere de bile bile mahkumiyetimizin sürmesini istemiyoruz artık. Anayasa maddesini ihlal etmeden bir çaresi yok mu bunun? Yapan iller nasıl yapıyor acaba? Başkent dışında geçersiz mi yoksa 80’inci madde?

Hiç ortak nokta yok mu?
Seçim zili hariç Ankara’nın büyük tartışmalarında, projelerinde göremiyoruz vekillerimizi. Ankara için ciddi bir ihtiyaç olan ancak 10 yıla yakın bir zamandır bitmeyen metro hatları için bir araya gelip, ortak bir ses verebilmişler midir? Şimdi gidişlerini izliyoruz ama banka ve finans merkezlerini kaptırmamak, aksine o merkezi Ankara’ya kurdurmak için ortak bir çabaları olmuş mudur 15 yıldır? İlin tarımı, hayvancılığı can çekişiyor, sanayisi tökezliyor. İktidar, muhalefet partisi demeden Ankara milletvekillerinin, buluşabileceği hiç mi ortak noktası yoktur Ankara’yla ilgili?

Seçim ödevi
Kaybettiklerinin bir kısmını telafi edebilmesi için şu an iki seçenek duruyor Ankara’nın önünde; Turizm Atılımı ve Bilişim Vadisi projeleri. Ankara vekillerini, biraraya getirebilecek iki mantıklı ve ortak nokta size. Mart’ı beklemeden, yarın sabah ilgilenmeniz gereken bu iki önemli projeyle Haziran’da, eli boş çıkmazsınız seçmeninizin karşısına. Daha kalabalık bir halk kitlesiyle ‘iç içe’ olmak için bulunmaz fırsat. Bu projelerin mundar olmasını ya da kaptırılmasını bizimle beraber seyredecekseniz eğer, Mart bile erken olur seçim çalışmalarınıza başlamak için. Mayıs ortasında çıkın bir dolaşın, 20 gün yeter de artar bile. Lafı hoş, eli boş seçilme güvenceniz varsa niye paranızı boşa harcayasınız değil mi azizim?

Bu seçim zili, Ankara vekilleri için uyarı, Ankara için bir uyanışın habercisi olsa melodisi kulağa ne hoş gelirdi!

26 Ocak 2011 Çarşamba

METRO TOTO


25.01.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

- Sincan mı, Çayyolu mu, Keçiören mi?
- Sincan!..
- Bilemedin, Keçiören olacaktı.
- Aaa Sincan diye okumuştum?
- Son haberleri okumamışsın; öncelik Keçiören’de artık.
- Aman yapılsın da Keçiören’den başlasın.

Hepimiz aynı ruh halindeyiz; yapılsın da nereden başlarsa başlasın. Onuncu yıla doğru gidiyor yeni metro hatlarının bitirilemeyişi. Mahallemiz, sokağımız, trafiğimiz, güvenliğimiz, sağlığımız ve sabrımız, bu gecikmeyi artık kaldırmıyor. “Bitirilmeyecekse kapatılsın, sokak sokağa, mahalle mahalleye benzesin bari” demeye başlamıştık. Batıkent, Mesa ve Botanik duraklarını anlatmıştım daha önce; durak biçiminde açılmış göktaşı çukurlarını. Yıllardır bu yolumuzu kapatan izbe, karanlık, çamurlu koca çukurların, medeniyete dönüşmesini bekliyorduk.

Öncelik değişti
Geçen hafta Keçiören Belediyesi ve Erzincan Kemah İlçesi Koçkar Köyü Sosyal Yardımlaşma ve Kültür Derneği’nin düzenlediği toplantıya katıldı Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım. Toplantının adı kadar uzun sürmeyen müjdesini orada verdi “Öncelik Keçiören’in” diye. 10 yıl daha beklemeyeceksek Keçiören’in olsun.

Metro inşaatı dolayısıyla daralan yollar yüzünden Keçiören’e girmenin ayrı, çıkmanın ayrı bir dert olduğunu görünce bir Batıkentli ya da Çayyolu sakini, önceliğini devredebilir. Bir Keçiörenli, sabah ve akşam Eskişehir Yolu’ndaki sıkışmanın içinde kalınca kendi hakkından feragat etmeyi düşünebilir. Bir Keçiörenli’yle Çayyolu sakini, Batıkent’in mezbele halini görüp, “O iki durağı kapatmadan bizim hatta başlamayın, nedir öyle dev lağım çukuru gibi?” diyebilir. Bu üç hattın hiçbiri diğerinden daha az değil, hepsi aynı değerde önemli. Mümkünse aynı anda bitirilmeyi hak ediyor üçü de. Geniş bir alana yayılmış 4 buçuk milyonluk Ankara’nın, bu hatların bitirilmesini daha fazla beklemeye tahammülü kalmadı. Uzak semtleri, merkezle buluşturmakta yeterince gecikti çünkü.

Niçin önemli?
- Sincan mı, Çayyolu mu, Keçiören mi?
- Çayyolu!..
- Sen de bilemedin, Keçiören.

Metro totoyu tutturmaya çalışmanın zamanı değil. Sıkış, tıkış trafikte, kaç metroluk benzin, mazot harcadık kimbilir. Kaç bin saatimizi yürümeyen trafikte tükettik? Zarardan bile ne kadar zarar ettik? Hangisinin önce yapılacağı değil, en kısa zamanda hepsinin bitirilmesi önemli Ankara için. EXPO 2020’ye, aday olmak için önemli. Turizmde ciddi adımlar atmaya hazırlanan kent için önemli. En azından kendi kentinde uzak kalan Ankaralılar için önemli.

Yapılacak” evresini geçip, çekiç, çivi seslerini duymak önemli. Hiçbir ses, çalışan şantiye sesi kadar ilginç gelmiyor yoksa Ankaralı’ya!

22 Ocak 2011 Cumartesi

EN SESSİZ HÜKÜMET MEYDANI


21.01.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

Ulus Meydanı’ndan, Hacı Bayram’a doğru gideceğim. Epeydir girmediğim Hükümet Meydanı’nı da göreyim diye eski İş Bankası ve eski Sümerbank Genel Müdürlükleri arasından Çam Sokak’a meylettim. Sümerbank binasına yan bakışla ilişti gözüm. Mağaza kısmının vitrininde sergilenen giysileri görünce “Kaderin cilvesi” dedim. Mağazanın yeni sakini, eski Sümerbank gibi giysi, ayakkabı satıyordu. Ruh halim belli olmuştu; fesatlığım, hinliğim, kaba tabirle kıllığım üzerimdeydi. Daha sokağa girmeden meydana bir şey yakıştıracağım, yakıştırmadan da çıkmayacağım içime doğmuştu!

Telgrafhane
Çam Sokak, Valilik önünden geçen Telgraf Sokağa bağlanır. Niye 'Telgraf'? 1890’larda Hükümet Meydanı’na yapılan Postane, ‘Telgrafhane Binası’ olarak anılırmış. 1919 Eylül’ünde, daha Mustafa Kemal Ankara’ya gelmeden 3 ay önce, İstanbul’a bir telgraf çekmiş Ankaralılar; Milli Mücadele’nin, Anadolu’dan ilk postasını: “Ankaralılar ne senin gibi sadrazamı ne de senin padişahını tanımıyor” diye Sadrazam Damat Ferit Paşa’ya, demirden bir leblebi yollamışlar. Hangi sadrazam böyle bir ‘ihtarname’yi müsekkinlerle dindirebilir? “Fevkalade bir sancı taarruz etti şuuruma haşmetlüm” diye padişaha çaktırmadan müsaade istemiştir Damat Ferit!

Sokak burası ama bina yok. Milli Mücadele’nin başlangıcında tarihi göreviyle efsaneleşen ‘Telgrafhane Binası’, tahminen 1930’lardan beri yok. Sokağa adını bırakıp, gitmiş. Aldığımız bir müjdeye göre, aynı yere binanın benzeri, yeniden inşa edilecek. Ne kadar hayırlı bir iş olacağını söylemeye gerek yok. Yerindeki büyük boşluğu, başka türlü doldurmak mümkün olabilir mi?

Sessiz meydan
Telgraf Sokak’tan Hükümet Meydanı, belki 20 metre. Sağda Jülyen Sütunu, ilerisinde Valilik Binası, solda Gelirler Genel Müdürlüğü ve Gümrük Müsteşarlığı. Meydan sessiz, sakin. Meydan diyoruz ama sokak burası. İnsansız, hem de bu kadar dar meydan olur muymuş? Hiçbir ilde bu kadar sessiz ve küçük hükümet meydanı görmemişim. Gelirler Genel Müdürlüğü mü ürkütüyor acaba? “Gelir” deyince “gider” geçiyor akıldan ister istemez. Pencereden biri “Ali bey Ali beeeyyy, stopaj vergisini 3 aydır niye yatırmıyorsun kardeşiiim?” diye seslenmesiyle kapıdan koşarak çıkan adamlar, yakalayıp, içeri mi alıyorlar acaba borçluyu? Ya da yivli, halka taşlardan oluşan Jülyen Sütunu mu tehlikeli olan? O halka taşlar bir yuvarlansa Çam Sokak’tan Gar’a kadar kovalar adamı!

Belki de sokağın kalabalığını Hacı Bayram çekiyor; “Vergi borçları, affedilsin ya Hacı Bayram” diye aman dilemeye çıkanlar, geri dönmüyor olabilir! Sonuçta hükümet meydanı için fazla sakin, her şey geliyor insanın aklına. Valilik karşısındaki gösterişli çeşmenin adını sordum çevredekilere, o an görmüş ifadesini saklayamadılar yüzlerinde. Çeşmenin sırtına yapıştırılan bina, lego biçiminde çeşmeye geçirilmiş gibi duruyordu. O kadar aykırı iki mimarinin bir araya getirilmesi, başka türlü nasıl tarif edilir, bilemedim.

Isıtmak lazım meydanı
Mum dibine ışık vermez gibi olmuş. Hükümet Meydanı, hareketsiz. Valimizin çok güzel çalışmaları ve hazırlıkları var, meydanı da ekliyorum listesine. İlk olarak ta meydanın tarihi dokusuna uygun bahçeli bir çayhane, kahvehane öneriyorum. O bahçeden yükselen sesler, havayı ısıtır, meydanı şenlendirir.

Hacı Bayram’a çıkacaktık, Jülyen Sütunu’nu geçemedik. Başka zamana kaldı. Asabiyet sokağın başında kabarmıştı ama meydan yine ucuz kurtuldu. Ancak aşağıdan Hacı Bayram tarafına bakınca ikinci dalga için aynı sükuneti garanti etmek zor görünüyor!

19 Ocak 2011 Çarşamba

NİYE ANKARA DEĞİL?


18.01.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

2000 yılının Ağustos ayında, Türkiye İş Bankası Genel Müdürlüğü’nün, İstanbul'a taşınmasını izlemişti Ankara. 2004 yılında, Şekerbank’ın gidişini de izledi. Gidenler, arkasına bile bakmadı sonra. Geçen hafta TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda, Vakıfbank'ın ardından, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu (BDDK) ve Sermaye Piyasası Kurulu’nun (SPK) merkezlerinin İstanbul’a taşınması da geçti. Geçer, gider artık!

İstanbul’un, 30 yıl içinde, önde gelen beş ya da altı uluslararası finans merkezinden biri olması öngörülüyordu o zamanlar. Kalan banka merkezleriyle beraber Merkez Bankası’da taşınınca uluslararası merkez olma işlemi tamamlanacaktı. Görüldüğü gibi gecikmeli de olsa işlem devam ediyor. Yabancı bankalar, çılgınlar gibi boşuna ülkemize gelmiyormuş demek.

Taşımanın sonrası belli değil
Son 10 yıllık gelişmelere bakınca kaba bir gözlem yaparsak kaba bir sonuç çıkarmamız mümkün olur: Siyasi ve ekonomik ekseni kayıyor dünyanın. Bu eksen, önemli oranda Türkiye’yi kapsıyor. Bu merkeze göre tavır almak isteyen Batı, en azından Avrupa, şu ana kadar bu değişimin önünde duramadı. 10 yıl sonra İsviçre bankalarının efsane kasalarını, turistler, müze olarak gezmeye başlarsa şaşırmamak lazım!
Kaba gözlem bile olsa kulağa hoş gelen böylesi güzel bir gelişmenin nesine itiraz ediyor olabilir vatandaş? Dünya için küçük, Türkiye için büyük önemi olan bir noktaya dikkat çekmek istediği için olabilir: Ülkenin merkezi, ağırlık noktası kayıyor. Bu kayma değil Anadolu’yu, Ankara’yı bile gelişmelerden koparıyor. Tartışmaların ve gelişmelerin içinde alınanın yerine konacak bir öneri göremiyoruz. Bankalarına el sallayan Ankara’ya, farklı ve yeni yatırımlar için çivi çakılmıyor, merkezliğini koruyacak adım atılmıyor. İstanbul’a taşınmayı mantıklı bulanların, sonrasına ilişkin tek bir cümlesi yok.

Niye İstanbul?
Niye İstanbul, Ankara değil? Birkaç küçük bankanın genel müdürlüğü vardı İstanbul’da. Merkez Bankası dahil bütün büyük bankaların merkezi Ankara’dayken ‘finans merkezi’ niye buraya kurulmadı? Her yerden ulaşımı daha kolay Ankara varken Ziraat Bankası, Emlak Bank ve Vakıfbank gibi çiftçiye ve esnafa ucuz kredi sağlamakla yükümlü bankalar, ülkenin daha uzak bir köşesine niye taşınıyor? Uzaklık ve ulaşım sorun değilse iyi ya niye taşınıyor işte? Yabancı bankaların da merkezlerini, İstanbul’a taşımaları gerekmez miydi bu durumda? Gerekçelerin içinde yanıtını bulamadık bu soruların.

Kamu bankacılığı dışında bankacılık piyasası, doğası gereği, toplumsal sonuçları gözeterek karar almaz; karlılığı gözetir. Yılbaşı itibariyle Ankara Büyükşehir Belediyesi, EGO’nun, ayda 10 milyon (trilyon) lira zarar etmesini gerekçe göstererek toplu taşıma ücretlerine zam yaptı. Bankaların taşınmasıyla Büyükşehir Belediyesi’nin, sadece kurumlar vergisinden kaybı yılda 105 milyon lira olacak. Diğer kayıpları düşünün. Maalesef konu, Belediye Meclisi’ne, geçtiğimiz Cuma ancak gelebildi. O da ertelendi!

Karamürsel sepeti mi?
Kararlar, toplumsal sonuçları gözetilerek alınırsa kim ne diyebilir? Ülkenin yararı için bir yatırımın kaydırılması gerekiyorsa kaydırılır ama yerine eksiği telafi edecek önlem alınır. Ankara, ülkenin merkezinde, dalga dalga çevresini etkileyen bir başkent. Özellikle Anadolu’yu gözeterek değerlendirmeliyiz etkisini. Karamürsel sepeti mi bu; aldım, götürdüm, kalanlara selam olsun! Bankacıların işine akıl ermiyor ama aklı eren yetkililerin, kaybın yerini doldurmak için derhal gereğini yapmalarını pür dikkat bekliyoruz.

15 Ocak 2011 Cumartesi

EXPO’DAN KALE’YE DE SIRA GELECEK


14.01.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

Ankara gazetelerinin sayfaları, her geçen gün daha da şiddetli savruluyor EXPO 2020 rüzgarıyla. Hiçbir somut adım atılmadan içimiz, dışımız EXPO 2020 oldu. Çoğu Ankaralı, ne olduğunu bile bilmiyor ama 'hem EXPO hem de 2020’yse iyi bir şey mutlaka' edasında, kısık gözlerle izledikleri etkisi yaratıyor bende. Araştırıp, bildiğim halde aynı ruh halini taşıyınca kendimden şüphe ediyorum; EXPO 2020 işte, nesini düşünüyorsun yani?

Kısaca kentlerin ya da ülkenin, gelişmişliğini gösterebilmesi için, her alanda  teknolojik gelişmelerin ve yeniliklerin kullanıldığı bir sergi olanağı diyebiliriz EXPO için. Dünyanın gözü üzerinizde oluyor. Uzun yıllar iz bırakacak eserler ve yapılar damgasını vuruyor bu sergilere; Eyfel Kulesi gibi. Turist de geliyor. Örneğin, Şangay’da yapılan 2010 EXPO’sunu 73 milyon kişi ziyaret etmiş. Ancak yeni öğrendim; bunun 5 buçuk milyonu yabancı turistmiş, kalanı Çinli yerli turist!

Sabit fikir
Sabit fikirli adam, tarih, tokat gibi seni yanıtlayacak” diyebilirsiniz ama ben EXPO’ya karşı biri de değilim. Mazeretim var, asabi değilim. Ankara’yı canlandıracak her şeyle heyecanlanırım. Oysa EXPO’yu alacak kent, alt yapıyla ilgili sorunlarını çözmüş, bitirmiş bir kent olmalı. Havadar bir otobüs durağında, yağmur altında beklerken su basmış bir alt geçitte arabamla yüzerken yürüyen merdiveni olmayan bir metro durağında dimdik merdivenleri soluk soluğa tırmanırken ‘EXPO’ yabancı bir sözcükten öte fazla bir şey ifade edemiyor insana. Ankara, elden geçirilmeye başlanırsa ikna olmak an meselesidir.

Kale toplantısı
Bunun yanında çok yakında gerçekleşecek bir toplantı, hemen heyecanlandırdı beni: Vali Alaaddin Yüksel’in, konunun uzmanları, sivil toplum örgütleri, odalar ve ilgili herkesi davet edeceği bir toplantıya hazırlandığını öğrendim. Kale ve çevresi, kapsamlı biçimde ele alınacakmış. Daha elle tutulur bir projedir Ankara için. Kale, Hamamönü, Gar, Hacı Bayram ve Hıdırlıktepe dairesi içinde atılacak her adım, Ankara’nın kazancıdır. Bu çemberle beraber altyapı sorunları da azaltılırsa her türlü hayali kurmak serbesttir. Ne kadar kısa zamanda bir eylem planı oluşturulur ve harekete geçilirse ‘EXPO’ da o kadar anlamlı olur.

Kulağımız Kale’de
Bu bölgeyle bitiyor mu iş? Bitmiyor tabii. Saptanmış ve çözüm için hazırlık yapılan başka konular da var; tarımda, hayvancılıkta ve ürünlerin yurt dışına pazarlanmasındaki zayıflıklar gibi. Bilişim Vadisi’nin, Kocaeli’ne gitmesi gibi. Ankara’yı, Anadolu’nun derinlikleriyle birleştirecek ulaşım hatları gibi. Ancak yeni bir kapı açıp, turizmden yararlanmayı düşünen Ankara için en önemli adım, çizdiğimiz çemberin içine odaklanmasıdır. 6 aylık bir EXPO etkinliğinden daha uzun ömürlü, yüzlerce yıl sürecek kalıcı bir adım olacaktır. Kalbi onarılmış Ankara, her türlü hayali kurabilir.

Mazeretim, sabit fikrimi hoşgösterse bari. Kale’ye, kulak verelim; hoş sesler hepimizi yumuşatabilir belki.

12 Ocak 2011 Çarşamba

ANKACAN’LA ANİ TOPLANDIK


11.01.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

Sakarya Caddesi’ndeki Tuna Sokak’la İzmir Caddesi’ni birleştiren üst geçite yürüyordum. “Gel gel, acil toplanmamız lazım” sesiyle hoplamam, koluma giren kalıplı şahsiyetin yanında çocuğu gibi kalıp, savrularak kendisine ayak uydurmaya çalışmam, “Ne.. merhab.. ne oluy…” diye eksik cümleler kurarak ifade zorluğu yaşamam aynı zamanda gerçekleşti. Ankara’nın Canavarı Ankacan, yine beklenmedik bir hamlesiyle en kalbime indirecek yeni bir buluşma tarzıyla karşımdaydı. Kolunda, garson peçetesi gibi taşıyarak ilk geçen taksiye bindirdi beni.

Kale’deyiz; Pirinçhan’daki kahvede. Hemen söyledi çayları. “Hayırdır, ne bu telaş, EXPO 2020’yi mi aldık?” dedim. Gülümserken kahveciye seslendi “Dilimle bir tabağa onları” dedi. Simitle kaşar geldi çayın yanına. Gözlerim parladı. Bu üçlü beni konuşturur!

Ben, simitle kaşara zıpkın gibi atılırken “Bankalar gidiyor mu sahiden?” diye söze girdi.
- Gitmiş bile.
- Nasıl gitmiş, yasa çıkmadı?
- Ziraat Bankası Genel Müdürlük Binası, Başbakanlığa devrediliyormuş. Üstelik 1 yıldır sürüyormuş bu görüşmeler. Önümüzdeki günlerde resmi devir gerçekleşecekmiş.
- Hiç haberimiz olmadı.
- Olsa da fark etmezmiş zaten.
- Niye?
- Bizim gazete bir aydır yazıyor, “Gitti, gidiyor bankalar” diye..
- Biliyorum.
- Ama Ankaralı’dan ses yok. Bu sessizlik, Merkez Bankası’nı da götürür. “Madem bu kadar memnunsunuz, onu da alalım, kafanız rahat etsin” diye düşünür kim olsa.

Yazıldığı gibi seri konuşmuyorduk tabii; simit ve kaşar lokmalarıyla boğulan sesim, çay yudumlarıyla kesiliyordu. Karşımda, simiti parmağına taksa yüzük sanılıp, fark edilmeyecek heybetiyle oturan Ankacan, yemeden içmeden soruyor, dinliyordu. Kaygılıydı.
- Ne oldu bu Ankaralılar’a?
- Ben de merak ediyorum. Ankaralı değil, paralı olmak geçerli desem ona da uymuyor. Ankara ekonomisini, 250 milyonla 400 milyon (trilyon) arası, hatırı sayılır bir para terk ediyor ve Ankaralı, sükunetle el sallıyor arkasından. Garip bir itidal!

Alnı kırıştı, düşünen adamın boş bakışlarıyla çevreyi dolaştı gözleri. Sorumlusunu bulacakmış gibi kahveyi taradı. “Yesene yahu, hepsini ben yedim. Simit, hem sıcak hem de çıtır çıtırmış. Kaşarla çay da 10 numara!” deyince tabağa uzandı. Çayı soğumuştu. Bir parça simitle kaşarı, ay çekirdeği gibi attı ağzına, bir yudumda içti çayı. Yutkunup, devam etti:
- Ankara Düğümünü Anlamak’ yazını okuyunca içime ateş düştü. Giden bankalar, ‘Ata’ya Saygı Alayı’nın iptal edilen yürüyüşü, devlet büyükleri olmadan geçen sönük kutlamalar, Ankara’dan kayan merkez… Kendi ağzından duymak istedim.
- Bunları birleştirince hayırlı bir sonuç çıkarabiliyorsan bana da söyle, beraber ferahlayalım.
- Varsa bile ikimiz de görecek durumda değiliz belliki.

İri yarı, kendine Ankara Canavarı diyen dağ gibi seymen, dizlerinin üzerine çökmüş, Kale burçlarından Ankara’ya ağlamaya hazırlanan çaresizlikti karşımda. Simitler, kaşarlar, çaylar boğazıma dizildi. Kalıbından çekinmesem şu soruyu kafasına bir kesme şeker atarak sorardım:
- Konuyla ilgili bir yetkili buluyordun, niye beni buldun bu sefer?
O boğa başı gibi yumruğuyla çehremi buluştursa bu kadar vurucu olurdu verdiği yanıt:
- Yetkililerin değil, artık milletin meselesi bu.

Yürü, Gramofoncu Ali’de taş plak dinleyip, şenlenelim, karamsarlık yakışmaz bize” dedim, Koyunpazarı Yokuşu’ndan, yukarı salındık.

8 Ocak 2011 Cumartesi

12 EYLÜL GİBİ İŞHANI

07.01.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

12 Eylül 1980 gibi… Yağmurun altında, solan yaprakların rengarenk cümbüşü içinde el ele tutuşan sevgililer gelir şimdi o günden hiç haberi olmayan gençlerin aklına. Romantik bir sonbahar gününden bahsediyor sanırlar. Hiç öyle bir gün değil o gün. Şimdi gençlere masal gibi gelen o gün, bu milletin iradesiyle uyuşmayan bir darbeye uyandığımız gündür; bir ülkenin, kültürünü, aydınlarını, yaşam sevincini emen, kişiliğini kaybettiren, gözlerinin ferini solduran askeri darbeye uyandığımız gün. O günün gelişinden insanlar habersizken binalar haberdarmış meğer. Hem de Kızılay’ın göbeğinde…

12 Eylül habercisi binalar
Harabeyken bile yıkmaya kıyılamayacak o kutu gibi güzelim Kızılay Binası’nın, yıkılmadan önce çığlığını duymamış kimse ’80 öncesi. Ferah feza Kızılay Parkı’na kıyılırken anlayamamışız; içimiz gibi aklımızın, ciğerlerimizin de daralacağını. Benzer acıyı, 450 yaşındaki Mostar Köprüsü bombalanıp, yıkılırken de duymuştum. Ağızlarda sakız gibi dolanan 'soykırım' sözcüğünün simgesi gibiydi o yıkım. Bir köprüyü değil, kültürü yok ediyordu. Sonra bir gudubet kondu güzelim Kızılay Binası ve Parkı’nın yerine. “Ben buraya oturabiliyorsam eğer!.." diyordu sanki. Anlayamadık işte.

Bir haberci daha vardı, onu da kavrayamadık; SSK İşhanı. Gudubet Kızılay Binası’ndan daha önce, 1979 yılında bitmiş, 12 Eylül 1980 ruhuna çok yakışır görüntüsüyle Kızılay’ın, bir diğer köşesini soldurmuştu. Sakarya Caddesi’ni, Kızılay’dan koparmış, cıvıl cıvıl caddenin tepesine, başkentin merkezine, kültürsüzlük, kabalık ve kişiliksizlik anıtı gibi dikilmişti. SSK İşhanı, 12 Eylül’dü. Oysa 12 Eylül’den önce varlığıyla uyarmış, onu da anlayamamıştık. Bir başka solgun zombi, yaşam enerjisini emmeye devam ediyordu başkentin.

Korktuğumuz başımıza gelmese
Geçtiğimiz hafta Çankaya Belediyesi, yaklaşık 50 milyon (trilyon) lira ödeyerek bu zombiyi satın aldı. Meydan yapmak dahil, projelerini anlattı Çankaya Belediye Başkanı Bülent Tanık. Büyükşehir Belediyesi’yle alışıldık iletişim başladı: “Meydan yaparsanız destek veririm, projelerinize destek vermem” dedi Melih Gökçek. “Korktuğumuz başımıza gelmese yeni bir tartışma başlayıp, 30 yıl daha beklemesek” dedim ben de!

12 Eylül 1980 öncesinde başlayan ancak ardı alınamayan kültürsüzlük ve kişiliksizlik simgesi bu abidenin yıkılmasında hemfikir olun lütfen. Eninden boyundan küçülmüş Güvenpark, kaldıramıyor soluklanmak isteyen kalabalığı; Kızılay Parkı’nın hatırına, bir parkla yükünü hafifletin. Yer altına otoparkınızı yapın, Sakarya Caddesi’ni açın, ferahlatın. Ankara’nın buçuk ‘İstiklal Caddesi’ni, tamamlayın.

Derhal işbirliği
Sayın Bülent Tanık, 50 milyon verip, bir arazi değil, 30 yıl önce kaybettiğimiz bir değeri geri aldınız. Doğru; 50 kuruşa verdiği güzelliği, 50 liraya çirkin olarak almak zoruna gider insanın. Ancak hatanın bedeli buysa katlanmalı Ankara. Çankaya Belediyesi ve Büyükşehir Belediyesi’nin, hiç zaman kaybetmeden el sıkışmasını, başkentin merkezi için, tarihi görevlerini üstlenmelerini bekliyoruz. Bu işbirliği, emin olun, herkesin takdirini kazanacaktır. Ve lütfen üfleyin artık şu solgun 12 Eylül tozunu başkentin üzerinden.

4 Ocak 2011 Salı

ANKARA DÜĞÜMÜNÜ ANLAMAK


04.01.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi


Ankara, bazen yanıltabilir. O’nu, yönetirken yazarken anlatırken tartışırken zenginleştirip, fakirleştirirken sadece bir kentle değil, bir bölgeyle kıtalararası bir bölgenin kalbiyle ilgileniyor olursunuz. Herhangi bir kentle ilgilenir gibi hafife alırsanız yanılırsınız. Yanlış yorumlardan çıkan yanlış sonuçlarla kıtalararası bir bölgenin, kaderiyle oynuyor olursunuz aslında. Hele başkentken yanlışlara düşmek, düşündürücü olur!

Kötü işaretler
Geçtiğimiz hafta Ankara’da, bu nitelikleri anımsatan gelişmeler yaşadık. Torba Yasa Tasarısı, Meclis Genel Kurulu’na geldi. Bir aydır ağaçkakan gibi gagalayıp, dikkat çekmeye çalıştığımız konu; finans merkezlerinin, kasaların, Ankara’dan taşınıyor olmasıydı. Diğer gelişme, 90 yıldır kutladığımız ‘Atatürk’ün Ankara’ya Gelişi’nin, 91’ci yılında çıkan tatsızlıklardı; 1932’den beri, seymenler tarafından her yıl yapılan ‘Ata’ya Saygı Alayı’nın yürüyüşü iptal edilmiş ancak gürültü, Kara Harp Okulu öğrencilerinin düzenlediği ‘Garnizon Koşusu’ iptal edildiğinde kopmuştu. Geceki kutlamalar ikiye bölünmüş, devlet büyüklerinden mahrum, coşkusuz, bir tür yasak savma törenlerine dönüşmüştü. Bu arada iş camiası nerede bölünmüştü, bilmiyoruz. Kötü müdür? Ankara’nın ve bölgenin geleceği için kötüye işarettir.

Merkez kayıyor
Anayasa Mahkemesi Eski Üyesi ve Başkanvekili kadim Ankaralı Güven Dinçer’le 5 güne yaydığımız söyleşimiz, bugün sona eriyor. Bu söyleşi, Ankara’nın hırpalanmasını ve bölgesel etkisini, bir kez daha düşünmemize neden oldu. Ankara’nın, hala Batı’nın Doğu’ya açılan kapısı olduğuna ilişkin inancımızı tazeledik. Batı’ya açılan kapı olmayabilir belki ama Doğu’ya açılan kapı olduğu kesin. 

Küreselleşmenin koşulları geçerli olsaydı finans merkezlerini taşımaya gerek duyulmazdı. Dünyanın en ücra köşesinden bir bilgisayar korsanı, hesaplarımı kolayca boşaltabiliyorsa bankaların nerede olduğunun önemi kalmamıştır. Ya da Anadolu güçlü olsaydı Ankara’nın, teline dokunmaya kimse cesaret edemezdi. Zayıf Ankara, zayıf başkent, zayıflayan Anadolu’nun göstergesidir. Merkezin, Anadolu’nun bağrından kayışını izliyoruz. Yine, yeniden!..

Ankara Düğümü
Birkaç kez yineledim; “Büyük İskender hatayı, ‘Gordion Düğümü’ne kılıcı vurmakla yaptı” diye. Çözmeye çalışsa uzun ömürlü bir imparatorluğun temellerini atacak sabra ve tecrübeye sahip olacaktı. Kestirmeden gidince, ömrü kısa oldu imparatorluğunun. ‘Ankara Düğümü’nü, anlamadan, kestirmeden çözmeye çalışanlar da aynı hataya düşecekler. Burası hala kıtalara açılan bir bölgenin giriş kapısı. Bu kapıyı kapatan, Boğaz’ın öte yakasına hapsolur kalır. Zincirin halkası eksilir, kıta, biter orada. Bazı politikalar moda olabilir ama doğru olmayabilir!

Ankara’yı, düşünen, yazan, araştıran, yöneten herkesin aklından çıkaramayacağı gerçek, bu tarihi ve coğrafi konumdur. Bir kent ya da başkentin ötesinde, bölgesel etkisiyle düşünmek gerekir. Biz, gazeteciler dahil, bu derin bağı atlıyoruz bazen. Bankaları taşınırken yatırımlar kaydırılırken gelenekleri aksatılırken yönetimi bölünürken gıkını çıkarmayanlar, ‘Garnizon Koşusu’nun iptaliyle memlekette gürültü koparıyorsa eğer, anımsatmak gerekir Ankara’yı: Mütevazı görüntüsü ve tavrı, yanıltıcıdır. Kıtalara uzanan, derin kökleri vardır. Gündemden etkilenmez, uzağa bakar. Tarihi de düğümünden bir ilmek çözebileni yazar.

GÜVEN DİNÇER SÖYLEŞİSİ-5


04.01.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi


Eski fotoğraflara bakıp, anlatılanları dinleyince ‘Ankara’ diye nerede yaşadığına şaşırıyor, etrafınıza yeniden bakma gereği duyuyorsunuz. Güven Dinçer’le son bir kez bakıp, söyleşimizi bitiriyoruz bugün.

Ali İnandım- Siz, çocuklar olarak nerede zaman geçiriyordunuz?

Güven Dinçer- Bizim zamanımızda çocukluk gene kıymetliydi okullarda. Okullarda disiplin bugüne göre çok fazla ama yaz aylarında mesela, Samanpazarı’nda, Çocuk Esirgeme Kurumu’nun arkasında, çocuk bahçesi vardı. Oraya biz, Himayei Etfal derdik. Çocuk Esirgeme Kurumu’nun bahçesinde, kaydıraklar hatta havuz da vardı. Orada yüzdük biz. Sonra bizim bisikletimiz olduğu için, ortaokul ve lise çağlarında birkaç arkadaş, Ankara civarındaki yüzülecek yerlere giderdik. Hatip Çayı, Çubuk Çayı… Çubuk yolunda, Koka Kola’nın fabrikası vardır, onun orada Çubuk Çayı döner. Yalnız bağ bahçe vardı, ev olmadığı için oralarda yüzerdik biz. Sonra Bahçelievler’de, şimdi Gazi Hastanesi’nin olduğu yerde, Belediye’nin bir Bahçeler Müdürlüğü vardı, oranın muazzam bir havuzu vardı. Fidan yetişir, oradan Ankara’ya dağıtılıyordu, Belediye’nin ihtiyacı için. Orada da yüzülürdü. Sonra Gölbaşı’na da giderdik yüzmeye filan. Yazın böyleydi. Yazın tabii hiçbir ailenin kültüründe, yaşam tarzında hatta imkanı içinde, İstanbullar’a gitmek, yazlığa gitmek diye bir kavram yoktu. Yani öyle insanların İstanbul’a gidip, yazlık tutması çok nadir, çok az insanların yapabileceği bir şeydi. Ankara’da eskiden bağ evleri vardı, uzun süre devam etti. Civarda bizim akrabalarımız işte, bizim bir parçamız o zaman Çubuk’taydı. Çubuk’a giderdik. Kışın bize okumaya gelenler olurdu oradan, halamızın çocuklarından filan. Dediğim gibi, bizim öğrenciliğimiz çok cici geçti.

Ali İnandım- Güven bey biraz Kaleiçi’ne girsek? Fecaat çünkü Kaleiçi.

Güven Dinçer- Kale, aslında 19. Yüzyılın ikinci yarısında, terkedilmiştir. Yani Ankara’nın Kaleiçi, çok eski bir zamanda terkedilmiştir. Daha böyle yavaş yavaş çökmüştür orası. Ankara’nın, gerçek Ankara evleri, Aşağıyüz, Yukarıyüz denilen, yani Hacı Bayram civarıyla şimdiki o Bentderesi Kavşağı’ndan, Samanpazarı’na doğru gelen alan ve Samanapazarı’ndan Hamamönü’ne kadar giden alandır. Ankara’nın, en güzel evleri de oradadır. Ama onların çoğu yok edildi. Mesela Hacettepe istimlakinde bizim evlerimiz gittiği zaman, biz de işte Bahçelievler’e ev yaptırdık, dedik ki “oh ne güzel, bu yeni evi de yaptık” filan. Yani o bilinç uyanmamıştı. Hatta ben sanat tarihi kitabımı saklamışım liseden; meraklısı olduğum için. Aradım baktım, eski evlerde mimari hakkında bir satır yok. Hint Sanatı var, Çin Sanatı var, oradan Floransa var, Rönesans var. Bizim sanatçılarımızdan isim var ama mimarlıkla ilgili en küçük bir koruma bilgisi yok sanat tarihi kitabında. Bunu Türk toplumu sonradan öğrendi. Hala da bunun acısını çekiyoruz. O koruma bilgisi, bir kültür lazım tabii, sanat kültürü.

Ali İnandım- Ondan sonra da diyorsunuz “Kale adam olmadı”.

Güven Dinçer- Olmaz zaten. Kale’nin içi, müsait değildir. Onların bir kısmı, sanat değeri olmayan, sonradan yapılmış binalardır. Hakiki olanları koruyacaksın, belirli yerlerin aralarındaki boşlukları da yeniden çizimlerle inşa edeceksin. Kale’nin içindeki o gereksiz alanı, sonradan yapılmış derme çatma olanları temizleyip, boş alan haline getireceksin. Eski Medine denen şehrin etrafı açılmıştır. Arabayla ilgili ring vardır. Ringle surların arasında yeşil alan vardır. İçinde trafik yoktur. Bütün elektrik filan yeraltına alınmıştır. Elden geçirilmiştir o Medine. Her yerde böyle olmuştur. Bizim orayı yeniden ele almamız lazım ama bu devlet projesiyle olur. Olacaksa hepsini kamu malı haline getireceksin, yeniden yaratacaksın o Kale’nin içini, ondan sonra satacaksın.

Ali İnandım- Yani bu bir ihtiyaç mıdır?

Güven Dinçer- İhtiyaç tabii, ihtiyaç. Çünkü Ankara Kalesi’nin tipinde, birkaç yerde gördüm, daha küçük çapta kaleler var, Ankara Kalesi gibi bir Kale yok Türkiye’de. Böyle büyük bir kaide üzerinde… Ağrı Dağı’nı gördünüz mü?

Ali İnandım- Gördüm.

Güven Dinçer- Ağrı Dağı, eteğine kadar haşmetlidir. Tepeyi bazen göremezsin dumandan, buluttan. Ankara Kalesi’de öyle. Böyle büyüüük bir gövde üzerine kurulu ve çok haşmetli. Onu yaşatacaksın. O zaman Kale’nin ilk girişindeki o bölümleri temizleyip, oralara otopark ve normalleştirmek lazım. Şimdi orası ne; çoluk çocuk. İnsanı rahatsız edecek bir düzey var. Yabancı girdiği zaman onlarla karşılaşıyor. Sağlıklı bir düzen yok orada.

Ali İnandım- 15 yıl önceye kadar arnavut kaldırımları filan duruyordu?

Güven Dinçer- Onu mu değiştirmişler? Beton mu yapmışlar?

Ali İnandım- Neredeyse duvarlara kadar asfalt sıvanmış.

Güven Dinçer- Oradaki vatandaşın düzeyiyle geliriyle ve görgüsüyle anlayışıyla bu iş, hiçbir zaman kendiliğinden düzelmez. Onun için Kale’nin içini tümüyle boşaltacaksın, yeni bir planlama yapacaksın, yeni bir hukuki model koyacaksın oraya. Tabii kimsenin malını mülkünü el koymak anlamında değil fakat orayı ıslah etmek için bunu yapmak lazım. Etrafını da düzelteceğiz. İşte şimdi Koç Grubu o Çengelhan’ı aldı. Onun yanında bir han daha var.

Ali İnandım- Orası yapılacak mı?

Güven Dinçer- Yapılacak, o da yapılacak. O da vakfındır.

Ali İnandım- Anadolu Medeniyetleri Müzesi’yle Çengel Han arasındaki handan mı bahsediyorsunuz?

Güven Dinçer- Evet. Onlar hep vakıflara ait. Koç Grubu’na belli bir zaman için verildi galiba o Çengel Han. Yani oraları yaparsınız, oralar kendiliğinden gelişir. Ama bu Kale’nin içinin, kendi kendine bu mülkiyet ilişkileri içinde düzelme şansı yoktur. Daha da kötü olur hergün. Çünkü orada sosyal kirlenme var yani her şeyin ötesinde. Onun için orayı temizleyip, korunacakları, koruyacağız, korunma kabiliyeti olmayanları kaldıracağız. Değer olmayan, sonradan yapılmış salaş şeylerin hepsini kaldıracağız, orayı bir sanat, kültür alanı haline getireceğiz. Ve dışarıda otoparklar vesaire yapacağız, çıkışı, girişi kolaylaştıracağız. Zaten düzelecek  yerler düzelmiştir. Arslanhane’nin önünden geçen yol vardı ya orayı biraz toparladılar. Ama içi toparlama şansınız yok. Türkiye, nerede ne paralar veriyor. İstanbul’a verdiği o 100 milyon liranın bir parçasını da Ankara’ya verse biz Kale’yi, onlar eliyle kurtarabiliriz.
SON

Fotoğraflar; Atila Cangır’ın, Cumhuriyet’in Başkenti albümünden.

GÜVEN DİNÇER SÖYLEŞİSİ-4


03.01.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

Şehircilik tarihimizin çok yeni olduğuna dikkat çeken Güven Dinçer, “Metropolitan planlama, bununla ilgili düzen yeniden kurulmalı ve bir bütün olarak ele alınmalı. Yalnız Ankara için değil, İstanbul için, İzmir için, Konya için…” diye bitirmişti dün. Kaldığımız yerden devam ediyoruz bugün:

Ali İnandım- Genel bir problem diyorsunuz.

Güven Dinçer- Tabii genel bir problem. Bir de şöyle bir şey var. Türkiye’de, bölge planlaması yok. Türkiye, fiziksel olarak bir planlamaya tabi tutulmuyor. Bakıyorsunuz; Ankara’dan Eskişehir’e kadar, bir Polatlı var büyük merkez. Şeye kadar birazcık Aksaray var, Konya’ya kadar hiçbir şey yok.

Ali İnandım- Mersin, Adana’ya kadar yok.

Güven Dinçer- Yok yok. Neden yok? Çünkü böyle bir planlama yok. Türkiye, plansız yatırım yüzünden Ankara, İzmir, Bursa, İstanbul, Konya, Denizli, Antalya ve Erzurum… Herkes oraya yığıldı. Aynı bölgenin yerleşim alanları içinde, 3-5 binde kalmış ilçeler var. O zaman biz, bir fiziksel planlama yapıp, bir defa büyük merkezleri arttırabiliriz. Mesela Sivrihisar, büyük merkez olabilir, Polatlı, büyük merkez olabilir. Göller yöresinde, Isparta Konya arasında oralarda Beyşehir, mesela Aksaray büyük milyonluk merkezleri olabilir oraların. Bunu yapmıyoruz.

Ali İnandım- Niçin olması gerekir?

Güven Dinçer- Çünkü bu yükü, İstanbul taşıyamaz, Ankara taşıyamaz. Her şehrin bir kapasitesi var. O kadar anormal bir büyümeye tabiyiz ki ne caddeler yetiyor ne… Geçenlerde adadaydım, üç dört gün kaldım Büyükada’da. Orada insanlar adayı görmeye geliyorlar. Bütün İstanbullular geliyor. “Bu ne, bu ne?” diye hayretle bakıp, seyrediyorlar. Yani öyle bir İstanbullu yapısı meydana çıkmış ki İstanbullu, gördüğü zaman şaşırıyor. İstanbul, bu insanları hemşehri olarak özümseyememiş. Ankara’ya, civardan olduğu için Orta Anadolu’dan, biraz daha sıcaktır Ankara onlar için. Daha kolay intibak edebilir ama ona rağmen Ankara’nın da etrafında bir varoşlar gerçeği var. Yani şimdi demek istediğim; Türk toplumuna entegre olmuş insan, onun içinde kaynaşmış, bütünleşmiş insan değil de ondan ayrıştırılmış bir insan kitlesi yetiştiriliyor bu göç sayesinde. Halbuki biz, Anadolu’da, bir takım cazibe merkezleri yaratırsak zaten çevresinden gelecektir büyük çapta ve oraya daha kolay ısınacaktır. Kültürel yapı, daha kolay, kendi kendini yenileme şansına sahip olacaktır. Ama İstanbul’da, Ankara’da, hele İstanbul’da hiç bu şans yok. Antalya’da hiçbir şans yok. İzmir’de de öyle. Ben, o sonradan gelenlerin, İzmir’de kaynaşmalarının çok daha vakit alacağı görüşündeyim. Bütün mesele insanları birbiriyle kaynaştırıp, daha mutlu yaşamın içine sevk etmek. Onun için Türkiye, yeniden fiziksel planlamaya tabi tutulmalı, büyük ve orta merkezler yaratılmalı. Ve devlet yatırımları oraya olmalı. Bakın Türkiye’nin bütün parası, İstanbul’a yatırılıyor, kuleler kuruluyor. Böyle saçma şey olur mu? Kimin parası kimin imkanıyla? Bu toplumun imkanı. Bizim, kimsenin cebindeki paraya karışacak halimiz yok ama imkan verirsen İstanbul’a toplanır, İstanbul, yaşanmaz hale gelir. Halbuki devletin kanunlarıyla teşvikleriyle bir takım öngörüleriyle yöneltmeler olabilir. O zaman bütün Anadolu’da olur.

Ali İnandım- Şöyle “Aman ne güzel, keşke o zamanları görseydiniz” dediğiniz zamanları kıyaslayabilir misiniz?
Güven Dinçer- Tabii. Ankara, 60’lı yıllarda öyledir, 50’li yıllar, en güzel yıllarıdır belki Ankara’nın. Dengeli bir şehir; ulaşımı dengeli. Şehrin kenarına kurulmuş semtlerle otobüs bağları var, onlar da dengeli. Herkes kendi semtinde mutlu yaşıyor. Mesela bir Yenişehir’in hayatı var. Yenişehir, tabii bizim çocukluğumuzda, Samanpazarı’nın icat ettiği yahut eski Ankara’nın icat ettiği bir kelimedir. Yeni bir bina ve şehirleşme olduğu için Yenişehir deniyor. Fakat imkanı olanlar oraya gidiyor, ev yaptıranlar oraya gidiyor. Eskiden Ankara’da tur, Adliye’den Ulus Meydanı’na kadardı. Bir de Ulus civarındaydı. İnsanlar, akşamüzerleri turu orada atarlardı; ilkbahar, yaz, sonbahar. Orada herkes birbirine randevu verirdi. 50’den sonra bu, yavaş yavaş Kızılay’a doğru geldi. 1959-60’daki Menderes istimlakleriyle Ulus Meydanı’nda çok yer birdenbire yıkıldığı için hemen oradaki güzel mağazalar, perakende ticaret düzeni, Yenişehir’e doğru kaydı. O zaman Yenişehir’deki tur çıktı meydana. Kızılay’da tur atılırdı, 1960 yılında, benim Danıştay’a başladığım yıllarda mesela. Bu şekilde yaşam devam etti fakat kalabalık ve 1957’deki imar planının uygulaması başladı. O Uybadin Planı, çok kötü bir plandı. Ankara’nın yıkımına sebep olmuştur. Yenişehir’in 4 buçuk katlı planları, 8 kat, 9 kata çıktı. Aynı altyapıyla aynı fiziksel imkanlarla bir anda ikiye, üçe katlandı oranın nüfusları. Şehrin bir-iki katlı evlerinin olduğu o güzel mahalleler, birdenbire dev apartmanlarla donatıldı. Yenişehir, birdenbire kalabalıklaştı. O zaman tabii eski zarafeti kalktı. Yavaş yavaş Tunalı’ya kaydı. Sonra Köroğlu’na kaydı. Köroğlu olmadı, yine şimdi Tunalı… Eh diğer yerlere göre biraz daha iyi.

Ali İnandım- Cumhuriyet’in değişim sürecinde, “Şu aklımda kaldı, çok güzeldi” diyebileceğiniz hem de o geçiş döneminden aklınızda kalanlar…

Güven Dinçer- Şimdi geçiş dönemi şöyle: O zaman geçiş dönemi, hem maddi bakımdan hem de duygu bakımından çok kolaydı. Eski Ankara’da oturanlar, Ankara’nın yerlisi olan, maddi imkanı varsa veyahut tasarrufuyla Bahçelievler’de ev yaptırdı, Çankaya’da ev yaptırdı, Esat’ta ev yaptırdı, daha sonra Yenimahalle’de ev yaptırdı. Eski semtler o tarafa doğru ağır ağır kaydı. Hiç kimse oralardan rahatsızlık duymadı; eski evlerini bıraktı diye. Eski evlerimiz bizim, korunmadı. Çünkü eski evleri korumak çok büyük maddi güç istiyor. Gayettabii kültür istiyor. Bu eser eski evleri korumayla ilgili böyle bir kavram yoktu Türkiye’de. Yani SİT olarak bir alanı bırak, SİT kelimesini falan sonradan duyduk biz. Burayı bırak aynen, yenilensin, şehrin eski haliyle orası yaşasın. O evleri büyük bir bölümü, Ankara’nın bir numaralı güzellikteki değildir; onların çoğu gitti.

YARIN: Kaleiçi, yeniden nasıl düzenlenir?

Fotoğraflar; Atila Cangır’ın, 'Cumhuriyet’in Başkenti' albümünden.

GÜVEN DİNÇER SÖYLEŞİSİ-3


02.01.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

Söz, hep kaymağı yiyen İstanbul’a ve Ankara’nın bitmek bilmeyen mağduriyetine geldi:

Güven Dinçer- İstanbul, pazarlamacı bir memleket, ticari bir memleket. Kültürü yaratan insanı Ankara yetiştirir. Yani Ankara’yı, kollayıp, desteklemezsen bu insanları burada tutamazsın. Ankara, göç alıyor ama Türkiye’nin en mütevazı insanları geliyor göçle buraya. Ankara’nın yetiştirdiği insanlar, bakıyorsun, opera sanatçısı, ressam, sanatçı, müzeci insanlardır. Bu çok önemli bir şey. İstanbul’daki büyük firmalar, Türkiye’nin en büyük firmaları, İstanbul’daki faaliyetleri destekliyorlar. Nasıl destekliyorlar bunları? Verdikleri parayı vergiden düşüyorlar, dünyanın her yerinde olduğu gibi. Ama yalnız İstanbul’a. Bizim Ankara’dan, devletin elindeki müzelerde biriken koleksiyonlarımız, dünyanın her tarafına gidiyor. Onun karşılığında gelen sergiler, İstanbul Boğazı’nı geçip, bu tarafa gelemiyor.
Ben, hiç hayatımda Adalet Bakanı’yla tanışmış insan değilim. Kültür Bakanları’yla hep tanıştım, ahbaplık ettim. Onlara her zaman şunu söyledim, iki şey istedim: Bir; Kültür Bakanlığı için bir meslek sınıfı kurun, ikincisi; İstanbul’a gelen bu sergilerin, özellikle devletin yaptığı dış tanıtma ve fedakarlıkla dışarıda yapılan sergilerin karşılığı, Ankara’ya da gelmeli. “Başka türlüsüne müsaade etmeyin” dedim. Fakat bunda muvaffak olamadık biz. Şöyle; İstanbul’da, devletin mekanlarını kullanıyorlar. Devletin hatırını kullanıyorlar, imkanlarını kullanıyorlar. En son 2010 Kültür Başkenti’nde, korkunç paralar aldık. Bunun onda birini Ankara’ya vermiyorlar. Bu bana göre dışarıdan  ve içeriden yürütülen bir politikadır. Dışarıdan yürütenler, bilinçli bir şekilde Ankara’nın karşısında İstanbul’u güçlü kılmak istiyorlar. Ankara’yı da yok etmek istiyorlar. Bakın Ankara’da, iki büyük sanayi merkezi söndü. Ostim söndü bir, ikinci Siteler. Şimdi İsveçli İKEA geldi, Türkiye’de hepimizin evine eşya satıyor. Olacak şey değil. Koskoca Siteler, bütün Ankara’dan, Muğla’dan, Kars’a kadar her şeyi yapıp, satan bir yerdi. Niye? Kendilerinde de kabahat ama Ankara belediyeleri, uzun yıllar orayı desteklemedi. Desteklemedi, engelledi, yollarını yapmadı. İnsanlarını uyarmadı. Sanayi Bakanlığı’da öyle. Ve nihayet bugünkü çöküşü yaşıyoruz, hiçbir şey yapamıyorlar. Devlet, politika olarak Ankara’yı desteklemiyor. Tabii modern toplumun bir parçasıdır sanayileşme. İstediğin kadar başkent kur, etrafında mutlaka sanayiyle ilgili bir takım tesisler olacaktır. Ama kendiliğinden olmaz. Devletin, özel bir politikası yoktur. “Ankara civarında sanayi kuralım” dediği yer de vardır; Kırıkkkale’de olduğu gibi. Onun dışında hepsi kendiliğinden, bir takım idari ve ekonomik sebeplerden, halkın kendi gayretiyle kurulmuştur.

Ali İnandım- “Ankara, güzeldi” diyorsunuz?

Güven Dinçer- Ankara güzeldi ve çok dengeliydi. Ankara’nın özelliği o. O zaman tabii şöyle; bir üniversite şehri, bir sağlık şehri, bir yönetim merkezi ve onun kadroları. Bu tabii Türkiye’nin kaymağını ifade ediyor. Ama daha sonra çok hızlı bir şekilde nüfus artışı oldu. Ondan sonra gelen belediyeler… Ankara’ya ufku olan belediye başkanları gelmedi. Yani Murat Karayalçın’a kadar damga vuran bir belediye başkanı gelmedi. Hiçbir şeyi çözmediler. Bir Cumhuriyet’in başında, ilk kuruluş döneminde… Tabii o zaman Ankara Valisi ve Belediye Başkanı Nevzat Tandoğan, bakan gibi yetkileri olan, doğrudan doğruya İnönü’den, Atatürk’ten emir alan, dertlerini ona söyleyen, özel durumda bir yönetici Cumhuriyet’in kuruluş döneminde. Ondan sonra insanlar hiç öyle olmadı Ankara’da.

Ali İnandım- Yanlış ne zaman başlamış?

Güven Dinçer- Baştan itibaren bir takım yanlışlar yapılmıştır, şöyle: Şehircilik konusunda bizim tarihimiz yok, geçmişimiz yok. İtalya’da, Vatikan Müzesi’nin, şehir planları kısmını gezerseniz duvarlarda krokiyle şehir planlamasında 13.-14. asıra ait İtalyan şehirlerinin, planlarını görürsünüz. Bizim, İstanbul için doğru dürüst plan, 1850’lerden sonra yavaş yavaş… Hatta ilk plan, sigorta şirketleri tarafından yapılan çizimler. Çok eski, 150 senelik tarihi var belediyeciliğin. Ankara’da öyle. Planı vesairesi yok. İlk planlama çalışmaları, Cumhuriyet’in başında yapılmıştır. Cumhuriyet’in başında yapılırken planlamayla öngörülen hedefler, hep gerçeğin çok gerisinde kalmıştır. Yani plan yapılıyor, plan uygulamaya konuyor, 3-5 sene sonra, planın öngördüğü 20 senelik hedefi aşıyorsunuz. Bu Jansen Planı’nda da böyle Uybadin Planı’nda da böyle. O zaman ne oluyor? Hep planlama, olayların gerisinde kalıyor. Şimdi bunu önlemek için metropoliten planlamayı, devamlı yaşayan bir uzuv haline getirdiler. Her ünite gelişmeyi takip edecek ve yeni yeni kararlar alacak bir ortam kuruldu. Gelişmeyi bir bütün olarak gördü. Bunu sonra ne yaptılar? Özal, bunu kaldırdı.

Gördünüz değil mi, Çayyolu’nda giderken? Sel, bütün oraları berbat etti. Neden? Çünkü onların hepsi yapılırken çok acele hareket ediliyor. Dere yatakları büyük makinelerle doldurulur, yollar yapılır vesaire, araya konan menfezler, su geçit yerleri falan daralıyor. Etüdü, incelemesi yapılmadan bakıyorsunuz yapılmış. Ama bir süre sonra arıza veriyor veyahut şehrin bir başka tarafını yaşanmaz hale getiriyor. Diyelim trafik olumsuz etkileniyor, hayat olumsuz etkileniyor yani şehrin düzeni kalmıyor. Dünyanın her yerinde eski konut alanları falan korunur. Orada yaşam sakindir, insanların huzurla yaşamalarını sağlar. Yani her yer çarşı olmaz her yer hükümetin ani kararıyla bir değişikliğe uğramaz. Bizim Türkiye’de, büyük şehirlerde, tabii şimdi belediyelerin arkasında devlet desteği de var ani kararlarla çok büyük değişiklikler yapılıyor. Metropolitan planlama, bununla ilgili düzen yeniden kurulmalı ve bir bütün olarak ele alınmalı. Yalnız Ankara için değil, İstanbul için, İzmir için, Konya için…

YARIN: Plansız gelişen kentlerin, toplumsal maliyeti…

GÜVEN DİNÇER SÖYLEŞİSİ-2


01.01.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi


‘Torba Yasa Taslağı’nda yer alan Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu, Sermaye Piyasası Kurulu ve Ziraat Bankası, Halk Bankası, Vakıfbank başta olmak üzere finans merkezlerinin, Ankara’dan İstanbul’a taşınmasıyla başlamıştık dün.


Ali İnandım- Şimdi taşınabilenler buradan gidiyor, bir de götürülmesi zor, burada olan değerleri var Ankara’nın. Ben, sizin o konudaki hassasiyetinizi de biliyorum; Çiftlik üzerinde.

Güven Dinçer - Tabii, o Çiftlik ayrı. Şimdi mesela 3 tane büyük yaşam alanı kurulmuş Ankara’da. Bir tanesi Çiftlik, bir tanesi Gençlik Parkı, bir tanesi baraj (Çubuk). Bu bizim, çocukluğumuzun, gençliğimizin, Ankara’nın mesire yerleri. Şöyle; başkent olduktan sonra, Ankara’nın ıssız semtleri, imara açılmaya başlamış. Mesela Yenişehir, Çankaya… Ankara’da, 10 bin mesken varken cumhuriyetin başında, 3 bin de bağ evi var. Aileler, aşağı yukarı bağ evine sahipler. Kendileri yaz dünyalarını orada geçiriyorlar. Yani eskiden yazlığa gitmek, efendim deniz kıyısına gitmek, böyle kavramlar çok sonraları, 60-70’lerden sonra gelen düşünceler. Ankara, şehirleştiği anda, cumhuriyetin ilk kurucu kadroları, Türkiye’nin dört bir tarafından Ankara’ya gelince bunlara, ortak mekanlar lazım. Cumhuriyet, onları da yarattı; Gençlik Parkı’nı yarattı, Atatürk Orman Çiftliği’ni ve barajı yarattı. Şimdi bunların hepsi halkın elinden koparıldı ve yozlaştı. Şimdi Çiftlik, işte bir takım davaların hazırlanmasına ben de karıştım. İki türlü ölüme sevk ediyorlar. Bir defa orayı korumak için hiçbir destek verilmiyor. İşin kötüsü, Çiftliğin karı olsa bile ne oluyor biliyor musunuz? Kurumlar vergisi mükellefidir, gelir vergisi değildir. Devlete ait olduğu için kurumlar vergisi mükellefidir, bir KİT (Kamu İktisadi Teşebbüsü) gibidir. Kazancı, hazineye aktarılır. Eğer yatırım yapmak istiyorsak müsaade ederlerse yıllık programlara girer, hazineden para ayrılır ayrılabilirse. Ve senelerdir çivi çakılmıyor. Üç kuruş gelirinden de hem KDV alınır hem de kurumlar vergisi alınır. Hepsi de toz olur, gider bunların. Planlamayla bile kötülükler yapılmak isteniyor.

Ali İnandım- Atatürk’ün, bağışladığı haliyle bir de yasal durum var…

Güven Dinçer- ‘Şartlı bağış’ deriz biz buna. Şimdi Atatürk, haklı olarak şöyle düşünüyor: Ben bunu, dedi herhalde Atatürk, hazineme bağışlayayım, ulusuma bağışlayayım. Ulus adına kim alır? Maliye hazinesidir. Devletime bağışlayayım, bu şekilde buraların ebediyen korunması mümkün olsun. Böyle düşündü ve hazineye bağışladı. Bağışlarken de üç tane şartı var; temel şartı: Ankara halkının dinlenmesi ve eğlenmesi ve de ucuz ve sağlıklı tarımsal kaynaklı gıdaları, burada üretilerek Ankara halkına satılması ucuz fiyatla. Atatürk, bu amaçla burayı verdi. Şimdi ne oldu? Üçte bire indi. Ve bunlar ilk önce idari tahsislerle yapıldı. Kanunsuz hiçbir şekilde idari tahsis yapılamaz, özetle. Hep böyle kutsal amaçlarla kemirilir. Dediler ki işçimize ev yapacağız. Gazi Mahallesi, işçi kooperatifi. Yahu kardeşim nerede yaparsan yap; git istimlak et, devletin malını ver değil mi? İşte oraya oradan girdiler. Ondan sonra Ankara Belediyesi girdi. Bir de şöyle bir kötülük oldu: Çiftlikteki kamu kuruluşlarına, Çiftlik arazisinden bazı yerler tahsis edildi. Atatürk’ün, kurduğu kuruluş direktifine, amacına uygun Tekel Bira Fabrikası, Zirai Donatım Kurumu; orada montaj atölyesi filan var zirai kombinalar adı altında. Ondan sonra Süt Fabrikası vesaire… Bu kurumların, ileride özelleştirileceği kimsenin aklına gelmiyordu. Özelleştirmeden evvel ben, yazılar yazdım; bunların dedim, dikkatli bir şekilde mülkiyeti korunsun. Onlara bir süre tanıyarak neyse korudular. Bir de tutmuşlar bunlar, Sakarya Üniversitesi’ne kadar yer tahsis etmişler. Kimin malını kime tahsis ediyorsun, niye tahsis ediyorsun?
Ali İnandım- Son duruma ilişkin bir bilginiz var mı?

Güven Dinçer - Vallahi bilmiyorum. Bu kadar gürültü çıktıktan sonra belki o işler biraz gevşedi, şimdi pek fazla dokunulmuyor. Ama son durumda boyuna yine kanunlarla tırtıklanmak isteniyor. Ankara Belediyesi’ne yetki verilmek isteniyor. Niye? Plan yapacakmış. Çiftliğin planı mı olur Allah aşkına? Dinlenme için geniş bir kültür parkı. Oranın planı mı yapılır? Şimdi en iyi rant, en yağlı yer de Çiftliktir. Her şeyin ortasında kaldı. Yani devlet, iki taraflı kötü niyetli: Bir; Çiftliği kemirmek için açık veya gizli bir takım tezgahlar kuruyor. Yasal tezgahlar ve kapanlar kuruyor. İkincisi; görevini yapmıyor, sömürüyor orayı. Ve biz yazdık, teklif ettik yani; dört tarafına dört tane kapı dikersin, trafiği de oradan kaldırabilirsin. Mesela Gazi Mahallesi’nin oradan, Toptancı Hali’ne doğru yol yaparsın bir tane kenardan, Çiftliğin içindeki trafiği kesersin. Başka yerlerde hep böyle yapılmış. Bu tarz yerler artık Türkiye’de değil ilk defa.

Atatürk Orman Çiftliği’nin Bağışlanması ve Hukuki Yapı(*)

Mustafa Kemal Atatürk, Tapu İdaresince hazırlanan bağış belgelerini, 11.05.1937 günü, Marmara Köşkü'nde imzalar. 11.06.1937’de Başbakanlık'a yazdığı  bir tezkere ile bütün tesis, hayvan varlığı ve demirbaşları ile beraber tasarrufu Orman Çiftliği ile birlikte diğer çiftliklerini hazineye bağışladığını bildirir. Atatürk’ün bağışında üç ana fikir ve şart yer almaktadır:

a- Çiftliğin toprakları ‘Kamu Mülkü’dür.
b- Çiftlik, hazinece, ‘Örnek Bir Tarım İşletmesi’ olarak işletilmelidir.
c- Çiftlik, ayrıca Ankara halkının ‘dinlenmesine’ tahsis edilmelidir.

Çiftliğin, tamamının ya da bir bölümünün, satış vs. yollar ile Kamu Mülkiyeti’nden çıkarılması ve bağışlayanın amaçları dışında kullanımı, bağışlayanın iradesine ve hukuka açıkça aykırılık oluşturur.

(*) Güven Dinçer’in, Ankara-Kent Yazıları kitabından…

YARIN: Ankara’nın kaymağını yiyen İstanbul…

Fotoğraflar; Atila Cangır’ın, 'Cumhuriyet’in Başkenti' albümünden.

GÜVEN DİNÇER SÖYLEŞİSİ-1


31.12.2010 Milliyet-Ankara Gazetesi

Güven Dinçer kimdir?

1934 Ankara doğumlu Dinçer, 1960 yılından 1990 yılına kadar Danıştay’da çeşitli görevler yaptı. 1990 yılında, Anayasa Mahkemesi Üyeliği’ne seçildi ve 1999 yılında, Anayasa Mahkemesi Başkan Vekilliği’nden emekli oldu. Emekliliğinden sonra zamanının çoğunu, doğduğu, büyüdüğü okuduğu ve yaşadığı Ankara’ya ayırdı. Kurucusu olduğu Ankaralılar Vakfı’nın, 2000-2004 yılları arasında başkanlığını yaptı. Kitaplar, haritalar yayımladı, sergiler, bilimsel toplantılar düzenledi. Ankara’nın, tarihi, kültürel ve güncel konuları üzerine, çoğu Gazete Ankara’da olmak üzere yazılar yazdı. Hukuki alanda Ankara’nın, haklarını savunacak çalışmaların içinde yer aldı.

Hukukçuluğu gibi Ankara konusunda da usta Güven Dinçer’le uzun söyleştik. Bittiğinde, “Bir sürü başlık kaldı konuşamadığımız” diye yakınıyordu. Birikmiş sorun ve şikayetlerin bir kısmı bile, Milliyet Ankara Gazetesi’nin, birkaç gününe zor sığacak uzunlukta oldu. Ülkedeki gelişmelerin Ankara’ya etkileri, iç içeydi söyleşimizde.










Ali İnandım- Sorunlardan başlayalım, güzel Ankara’ya doğru gidelim mi?

Güven Dinçer- Ankara’nın sorunları bir devletten geliyor, devletin bakış açısından geliyor. Sonra Türkiye’nin büyük kentlerini, ta Özal’ın zamanından başlayarak bir plansızlaştırma dönemi var. Ankara Belediyesi’nin, özel şanssızlıkları var. Nedir şanssızlığı? Tabii bu da Seçim Kanunu’ndan geliyor. Atina’da bile hep tura kalır seçim. Neden tura kalır? Çünkü halkın, bırakın seçmeni, oy verenin hiç olmazsa yüzde ellisini geçmesi lazım. Yani bütün mesele; yasalardan, devlet düzeninden gelen olumsuzluklar var. Ondan sonrada tabii devletin kendi içindeki olumsuzluklar var; idarecilerin yetersizliği vs. halkın ilgisizliği buraya kadar getirdi işleri.

Ali İnandım- Biliyorsunuz, Merkez Bankası, ‘Torba Yasa Taslağı’ndan çıkarıldı ama Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu, Sermaye Piyasası Kurulu ve Ziraat Bankası, Halk Bankası, Vakıfbank başta olmak üzere finans merkezleri, İstanbul’a taşınmak isteniyor.  Bunu nereye oturtuyorsunuz?

Güven Dinçer- Devlet merkezini fiilen İstanbul’a götürmek istiyorlar. Atatürk’ün Dolmabahçe’ye gidişi, son hastalık dönemiyle ilgilidir ve biliyorsunuz o dönemde ağrıların çok etkisinde. Yani onu korumak, kollamak, sağlığa kavuşturmak isteyenlerin yaptığı bir öngörü. O zaman tabii tek tıp fakültesi İstanbul’da, büyük hocalar orada. O bakımdan Atatürk, son günlerini İstanbul’da geçirdi. Bunu biliyoruz. Dolmabahçe Sarayı, onun için yapılmış bir saray değil. Meclis’e aittir çünkü saraylar ve müzeler, Meclis’in manevi koruyuculuğundadır. İdaresi de ona aittir ama kendisi idare etmez. Uzmanlarla genel müdürlüklerle ama Meclis’in koruyuculuğu altındadır. İstanbul büyük bir kent, dünyaya açılan yüzümüz, İstanbul’da konferanslar olur, şu olur bu olur fakat devletle ilgili görüşmeler, kararlar, her şey Ankara’dadır. Yabancılar da Ankara’ya gelir. Zaten devletin merkezini Ankara’da kurarken cumhuriyet içinde onu söylemişler; yönetilecek kararlar burada alınır.

Ali İnandım- Bunu, büyük bir taşınmanın parçası olarak mı görüyorsunuz?

Güven Dinçer- Hiç şüphem yok. Çünkü bakın şimdi… Halk Bankası olsun, Ziraat Bankası olsun… Dikkat ederseniz Ziraat Bankası, dışarıda devamlı şube açıyor. İçeride de Yunan asıllı bilmem ne bankası iç kredi veriyor çiftçimize. Bu acayip bir zıtlık değil mi, tezat? Olacak şey değil. Ziraat Bankası’nın Avrupalar’da ne işi var. Belki sembolik olarak bazı yerlerde şubeleri olabilir ama Ziraat Bankası’nın, bir numaralı görevi Türk çiftçisine kredi vermektir. Çiftçiyi, kredisiz bırakmamaktır. Halk Bankası’da öyle; Türkiye’de orta kesimin, ticarette ve küçük üretimde ayakta tutacağı sistemin temeli Halk Bankası’dır. Halk Bankası’nın, İtalya’da da benzeri bir banka vardır, ben orada burs almıştım, Roma’da. İtalya’da hergün çarşaf çarşaf ilan çıkardı. Genç insanlar bunları okurlar, bir tane yer belirler; kendisine iş kredisi verilir, donanım kredisi verilir. Bunlar, uzun vadede öderler. Herkes bağımsız iş sahibi olur. Öyle şehir merkezinde, sokak ortasında alışveriş merkezi falan yoktur. Bilakis çarşı sistemi hakimdir. Ayrı yerlerde vardır, bu kadar da anormal değildir. Yani oralarda bu tarz işler yapılırken toplumun sosyal yapısının değiştirilmesi katiyen düşünülmez. Bakın İstanbul, 20 milyon. Geceyle gündüz arasında milyon fark var. İstanbul’da yatırım yapıyorsun, İstanbul’da iş imkanı, İstanbul’da cazibe yaratıyorsun, Anadolu, İstanbul’a taşınıyor. Ve İstanbul, İstanbul olmaktan çıkmış. Anadolu’da Anadolu olmaktan çıkıyor, sahibi kalmıyor.

Ali İnandım- Tarım, hayvancılık ve sanayii de bu parantez içinde alırsak?

Güven Dinçer- Şöyle oluyor tabii; köyde adam bırakmazsan üretici kalmaz. Köylüye desteği bıraktılar. Ziraat Bankası ajandasına baktım. Yurt dışında o kadar çok yerde temsilcisi var. Ne işi var orada, ben bunu soruyorum. Senin yerin, üreticinin, köylünün olduğu yer. Bütün gücünü oraya harcaması lazım. Halk Bankası’da öyle. Niye İstanbul’da? Ne işi var İstanbul’da? Anadolu’nun merkezinde açsınlar. Böyle bir hastalık var. Şimdi demek istediğim; dünyanın her yerinde büyük şirketler, bulunduğu yerden yönetilir. Bizde her şey İstanbul’a taşınıyor. En son İş Bankası gitti biliyorsunuz. Elektronik dönemde, finansın merkezi İstanbul’a gidiyor. Para, aynı anda saniyeler içinde gidiyor. İş Bankası, devletin koruması, kollaması altında gelişmedi. Tabii Ankara’da hayat mütevazı. Herkesin yaşayabileceği ortam da mütevazı İstanbul’a göre. Renkli değil. Işıltısı, pırıltısı o kadar değil İstanbul gibi. Onun için aldılar, götürdüler İstanbul’a İş Bankası’nı. Daha da acısı, buradaki galerisini kapattılar. İş Bankası’nın elindeki koleksiyon, İstanbul’da, sergilenmiyor bile. Hepsi Ankara’da olmuştur onların. Yani kültür mirasını bile oraya taşıdılar. Ve mirasını kaybetti. Buna hakkı yok bence. Ve işin daha acısı, orada yüzde 25’e yakın bir hisse Atatürk hissesidir. Atatürk’ün üzerindeki kamusal kaynaklı paralar. Tabii biliyorsunuz Atatürk, o paraları hiçbir şekilde kişisel olarak kullanmamıştır. Zaten vefat etmeden önce, vasiyetiyle bütün parasını, yanındaki birkaç korunmasını istediği kimse dışında, hepsini milletine bırakmıştır. Cumhuriyet’in temsilcisi insanlar, itiraz etmediler buna. İstanbul’a gitti ve şuradaki yerin altını, kültür merkezi vesaire çağdaş sanatlar yapabilirlerdi. Üstünü kiraya verebilirdi, onu bile yapmadılar. Meşrutiyet Caddesi’ndeki galeriyi de kapattılar, gittiler. Ne güzel değil mi?

Yarın: Atatürk Orman Çiftliği