31 Temmuz 2011 Pazar

MALTEPE’DEN GAR NİYE UZAK?


29.07.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

Tren yolcuları olarak sesleniyoruz. Daha önce de birkaç kez seslenmiştik ama bu kez bizzat Büyükşehir Belediye Başkanımız Melih Gökçek’e iletmek istiyoruz derdimizi. Daha önceki seslenmelerimiz, yanıtsız kaldı çünkü. Metro ve Ankaray, Ankara Garı’na niye küskün bilmek istiyoruz. Salgın hastalık mı bulaşıyor Gar’dan da ikisi de dokunmadan, uzağından geçiyor?



Bir kez daha yıldım

Varoluş mantığına göre metrolar, havaalanı, gar ve otogarlarla birleşir. Toplu taşımanın en basit kuralında, yoğun durakların en hızlı biçimde tahliye edilmesi, yolcuların, daha az yoğun duraklara hızla yönlendirilmesi planlanır. Havaalanına zaten yok, AŞTİ tamam ama bizim Ankara Metrosu, Gar’a uğramamak üzere planlanmış. Bu planı yapan ya demirden korkuyor ya da demiryollarına gıcık kapıyor olmalı. İmza atılan garabetin ceremesini misliyle  çekiyoruz sağolsunlar!



Maltepe’yle Gar arasındaki yola katlanmamak için, uzun zamandır tren yolculuğu yapmıyordum. Bu kadar yıldırıcı bir geçişi, tasarlasınız bu kadar olurdu. Oysa ne kadar seviyorum tren yolculuğunu. Gördüklerim ve yaşadıklarım, bir kez daha yıldırdı beni.



Gar’a zorlu güzergah

Özledik, amcaoğullarının ziyaretine Eskişehir’e gideceğiz. “Siz gelmeyin, otogardan tramvayla geliriz” dedim. “Ne otobüsü abi, hızlı tren 1 buçuk saatte burada. Çok rahat, atlayın trene, gelin” dediler. Doğru, hızlı treni de denemiş olurduk. Balık hafızalı milletin vatandaşı olarak Çubuk sazanı gibi atladık öneriye. Batıkent’ten metroya bindik, Maltepe’de indik. Ağır olmayan çantamızla merdivenleri tırmanıp, caddeye çıktık. Bir mesafe yürüdük, yeraltından Gar’a giden alt geçitin girişine geldik. Bu geçit, aynı zamanda çarşıdır. İndik dolanan merdivenleri. Biz inerken boyu kadar bavulla tırmanmaya çalışan bir öğrenci kızımıza denk geldik. Kıyamadık, çantasını çıkarmasına yardımcı olduk. Sonra uzun alt çarşıdan gara yürüdük. Gece 10 gibi bu alt geçit kapanıyor. Daha zorlu ve  karanlık bir yol bekliyor sizi  Maltepe’ye ulaşmak için. 1 buçuk saat önce çıkmıştık, ucu ucuna trene yetiştik. Çok dakik, saati gelmesiyle kalkıyor hızlı tren. Medeniyet!..



Canımız akrabalarımızla hoşça bir haftasonu geçirdik, dönüyoruz. Eskişehir Gar’ı kolay, biniyoruz. Dakik tren, zamanında Ankara’da. İniyor ve geldiğimiz yoldan geri, Maltepe’ye yürüyoruz. Yaşlı bir karı kocayı, bavullarını çekiştirirken buluyoruz çarşı çıkışının merdivenlerinde. İyi ki gece 10’dan sonraya kalmamışlar. Yardım ediyoruz tabii. “Şu metroyu bir türlü düzayak bağlayamadılar” diye karşılıklı yakınıyoruz. Gece faslını daha önce anlatmıştım, yinelemeyeceğim.



Hayır duası Maltepe’yle Gar arasında

Sayın Melih Gökçek, duyulmadı, bir kez de sizin ilginize sunuyoruz: 100 tren yolcusundan 80’i, bu yolu kullanır. Bu yıldırıcı güzergahı tasarlayanlara ilişkin dileklerimizi tahmin ediyorsunuzdur. Ancak hatanın devamıyla üstünüze kalıyor yakınmaların vebali. Basit bir yöntemle deneyebilirsiniz aktardıklarımın doğruluğunu; ister Batıkent, ister Dikimevi, ister AŞTİ, isterseniz Kızılay’dan binin metroya ve bu güzergahı bir denetleyin. Aklınıza yatıyorsa biz Ankaralılar’ı bilgilendirin lütfen.



Eğer sonunda “Senin gibi yardımsever vatandaşlarımızla her türlü zorluğu aşarız Ali İnandım” diyecek olursanız hiç bize güvenmeyin. Değil hızlı, uçak gibi gitse artık trene bindiremezsiniz beni. 1 buçuk saatte Eskişehir’den geldik, 1 saat 40 dakikada eve vardık. 40 dakikaya varacakken 1 saat eklendi. Gecesi kabus…


Hayır duası almak isterseniz, Maltepe’yle Gar arasında sizi bekliyor. Metronun bitişinden beri orada, daha fazla gecikmeyin diye bilmenizi istedim.

26 Temmuz 2011 Salı

KARANFİL’İ SOLDURMAYIN


26.07.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

Tezgah arkasında taşlar, sopalar, demirler… Savaş hazırlığı gibi. Bir gazete fotoğrafında, elde sallanan bıçaklar. Kime karşı? Zabıtaya. Ne oluyoruz? Odunlarla demirlerle dövüp, daha da uslanmayan zabıtayı bıçaklayacak mısınız? Emniyetin, sonradan bulduklarına değinmeyeceğim bile. Hiç te ekmek kavgası veren birilerinin resmine benzemiyor bu görüntüler.



Karanfil Sokak, Yüksel Caddesi ve Konur Sokak’ta birden alevlenen işportacı-belediye savaşları, bir hak arayışından çok öte bir şeye dönüştü. Masum insanların canına, vergisini veren, kirasını ödeyen, adam çalıştıran esnafın malına kasteder hale geldi. Bu, medeni bir hak arama yöntemi değil. İşportacı kardeşlerimiz, zor kullanarak hak elde etmek istiyorsa bu kabalığın arkasında durmamızı beklemesinler bizden. Hele Yüksel Caddesi, Karanfil ve Konur  Sokaklar’da, benden hiç beklemesinler. Sakarya Caddesi’nde, İzmir Caddesi’nde de beklemesinler.


Ankara’nın parçalanmış İstiklal’i

İstanbul’un İstiklal Caddesi, baştan sona hareketli, her türlü esnaf ve etkinliğin olduğu, 24 saat yaşayan uzun tek bir caddedir. Sabahın 3’ünde, öğlen saati gibi kalabalığı olur. Dünyada sayılıdır benzeri. Ankara, şansızdır bu konuda. Böyle bir cadde yaratmayı becerememiştir. Tek ve 24 saat yaşayan caddeyi becerememiştir ama bu görevi paylaştırmıştır başka cadde ve sokaklar arasında. İşte yukarıda saydığımız sokak ve caddeler, Ankara’nın, parçalanmış İstiklal Caddesi’dir aslında. Bütünlüğü olmadığı için hepsi zayıf, kendi çapında kalmıştır.



Çankaya Belediyesi’nin, Yüksel Caddesi, Karanfil ve Konur  Sokaklar’da, geçen yıl yaptığı düzenleme çalışmalarından çok ümitlenmiştim. Yan sokaklara sirayet edip, Kızılay’ın yeniden ayağa kalkmasına yararı olacağına inanıyordum. Kaldı ki bu sokak ve caddelerin trafiği, gerçekten ziyaretçilerini katlayarak hareketlendi. Hele Sakarya Caddesi’nin kaderini çizecek SSK binasının yıkılma kararı, ümitlerimi iyice güçlendirmişti. Darısı, İzmir, Milli Müdafa ve Kumrular Caddeleri’nin başınaydı.



İnadına kavgasız olmalı

Ancak Yüksel Caddesi, Karanfil ve Konur  Sokaklar’daki düzenlemenin bitmesiyle tatsız olaylar, buralara taşındı. Yer yokmuş ve burada çokmuş gibi kavgası, derdi olan gelip, hırsını bu sokaklarda çıkarmaya başladı. Medeni olanlardan değil, insan yaralayan, esnafın malına zarar verenlerden bahsediyorum. “Aman canlanıyor, saldırın, yaşatmayın bu sokakları” fişeği atılmıştı sanki. Yeniden doğmaya ihtiyacı varken Kızılay’ın, Ankara gibi.



Dünya’nın gelişmiş belediyeleri, işportaya iki koşulla göz yumar: Birincisi; o çevredeki esnafın sattığı mal dışında bir ürün satılması, ikincisi; trafiği aksatmayacak biçimde uygun görülen yerlere tezgahların kurulması. Bu iki koşulu, sopalar ve demirlerle ihlal etmek, düşünülemez bile.



Daha açmadan soldurmayın Karanfil’i

Karanfil’in işportacılarından, kışın dükkanlar erken kapandığı için, pek çok kez alışveriş etmişliğim vardır. Dükkanlar kapandıktan sonra, o sokakları, geç saatlere kadar yaşatmaları, ayrıca hoşuma gidiyordu. Ancak son işportacı-belediye savaşları, sevecenliğimi yaraladı. Yarım yüzyılı aşkındır kötüleyen, çirkinleşen Ankara’ya, yeni çakılan bir çiviyi sökmeye benziyordu.


Karanfil Sokak, simgedir. Kabalıklarla Karanfil’i solduran, bilsin ki önce Kızılay sonra Ankara, karanlığa onlarla solacaktır. Azıcık aklınız ve öngörünüz varsa daha açmadan  soldurmayın bu Karanfil’i.

23 Temmuz 2011 Cumartesi

AKILLI DURAK AKILSIZ DURAK


22.07.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

Ankara’da durak yok” yazısı yazma hastalığına tutuldum. 3 ayda bir yazmazsam kuruntuya kapılıyorum; “Bana da Ankaralılar gibi, kanıksama virüsü mü bulaştı?” diye. Bir yıldır, bazı yazılarımızın açık konusu olmuş ya da başka konuların içine sızmış otobüs durakları. Endişeliyim; dur duraksız durak yazmakla kafayı bozarsam ya? ‘Duraksızlık’ diye bir hastalık yok ki hangi hastane, ne gerekçeyle kabul etsin beni!



Durak önergesi

Nasıl olduysa geçen hafta, Büyükşehir Belediye Meclis’inde, ‘durak önergesi’ verildi. Önergeyi veren CHP’li Grup Başkanvekili Fazıl Güleken, “Ankaralılar, daha bakımlı, beklemeye elverişli ve vatandaşı yazın sıcaktan, kışın, yağmurdan ve soğuktan koruyacak duraklardan otobüse binmek istiyor. Otobüs duraklarının daha konforlu ve korunaklı hale getirilmesi gerekiyor” dedi. Durak mı dediniz? Duramam bir dakika, müptelasıyım. Araya amblem tartışması girince zor sabrettim. Duramıyorum duraksız.



Durak yok ne konforu?

Yalnız sayın Güleken, siz bakımlı, konforlu ve korunaklı duraktan bahsediyorsunuz ama ben,  “Durak yok, olsa” diyorum. İnşallah sadece olan durakların düzeniyle ilgilenmiyorsunuz. Ankara’da otobüs durağı yok, ne konforu? Dahası başkentin merkezi Kızılay’da bile yok. Bir keresinde metronun Güvenpark çıkışında, merdiven önlerine ciddi bir kalabalık birikmişti. Nümayiş var, yürümeyen merdivenlere tavır alıyor millet zannetmiştim. Yağmurun dinmesini bekliyorlarmış. O sırada otobüsler geçmeye devam ediyor yukarıda. Acelem olduğu için ben çıktım. Kızılay’la gazete arasında dere yok ama geldiğimde dizlerimin altına kadar yükselen nem, paçalarımdan süzülerek tahliye oluyordu. Yazın da sıcaktan cinnet geçirmediysek eğer, buğdayını hasat etmiş çiftçi kavrukluğuyla gidiyoruz işimize, evimize. Artık fışkıracak hale gelmiş amele yanığı bedenlerimiz, D vitaminini kabul etmiyor. Aşırı vitaminden, kaldırımlara çöküyor yaşlılar.



Türk tipi durak

Bir de eğer düşünülüyorsa ‘Türk Tipi Durak’ tasarlanmasını talep ediyoruz Ankaralılar olarak. Üçü oturarak beşi ayakta dolan otobüs durakları, bize uymuyor. Avrupa’dan devşirme durak tasarımları göze hoş gelebilir ama işlevsel değil bizim millet için. Birçok Avrupa kentini görmüş biri olarak biliyorum; orada, 5 kişi bekliyorsa kalabalık olmuştur durak. Ortalaması 3 kişidir. O sıklıkta gelir çünkü otobüs ve tramvay. Bizde ortalama 20 kişidir. Kızılay’da, 60’a kadar çıkar sayı. Belki de bölgeye ve yere göre tasarımlar yapılmalıdır.



Akılsızına bile hasretiz

2008 yılında, Akıllı Durak ihalesine çıkılmıştı. Neredeyse 3 yıldır ses çıkmadı. Duraklar, fazla mı akıllı çıktı nedir, müzakere ediyorlar herhalde duracakları yeri! Aman vallahi öyle akıl, fikir gibi büyük beklentilerimiz yok bizim duraklardan. “Gazeteye gideceksen yanlış durakta bekliyorsun Ali İnandım” ya da “Kale’ye, otobüs yok, Resim-Heykel’in aradan yukarı kaptır” diyecek hali yok ya. Yağmurdan, kardan, kavurucu güneşten korusun, varsın aklı eksik olsun.


Ne acı ki 21’inci yüzyılda, Türkiye’nin başkentinde, böyle çağdışı beklentileri olan Ankaralılar olsun. Klimalı lüks arabalardan anlaşılması zor şeyler mi anlatıyorum?

19 Temmuz 2011 Salı

AMBLEM ÇİKLETİ


19.07.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

Şekersiz. Ciyk ciyk çiğnedikçe çeneyi yoruyor. Döndü dolaştı Ankara Amblemi, ağızlara çiklet oldu yine. Karşımızda, çiklet çiğnemekten konuşamayan iki kişiyi izler gibiyiz; kısır bir çene faaliyetiyle oynayan ağızlar. Çiklet bile çok çiğneyince çürür ancak 16 yıldır çiğniyoruz biz bu çikleti. Başladık yine çiğnemeye.



Simgesini süzemeyen kent

Daha eski tarihlerde yerleşim olmasına karşın, bilinen haliyle 2 bin 500 yıllık bir kent geçmişi olduğunu söyleyebiliriz Ankara için. Bazen büyüyen, bazen küçülen sonra yine büyüyen, yine küçülen zorlu ve dalgalı bir seyir izlemiştir günümüze kadar. Bunca zaman ve yaşadığı süreçler içinden kendi simgesini süzemeyen bir kent, olsa olsa kişiliksiz bir kenttir. Öne çıkaracağı bir marifeti, ürünü, başarısı yok demektir. 2 bin 500 yıl sonra, simge arıyor olur muydu yoksa?



Ne olabilir ortak simge?

Çiklet çiğnemek yerine, ortak bir simge aramayı deneyelim: Tartışmayı bitirecek, güncel gelişme ve siyasetten uzak, herkesi tatmin edecek simge ne olabilir acaba? Hani üzümü var, armudu, vişnesi var desek yok artık. Balı var, ağzı tatlandırır, enerji verir; özgün Ankara balı kalmadı. Kedisi var, tavşanı var, keçisi var; numunelik kaldılar. Kocatepe? Ayasofya, Süleymaniye, Selimiye Camileri’ne ayıp. Atakule? Uzaktan görünen bir kule ama ilgi görmedi. Dibindeki çarşıda, açık dükkan kalmadı. İlgi görmeyen şey, simge olur mu?



Anıtkabir’den olur mu? Hala Ankara’nın, en çok ziyaretçi toplayan, ilgi gören tek yeridir. Ancak Ankara’nın simgelerinden biri olarak kalmalıdır. Bugün yaşandığı gibi yarın da siyasi ve toplumsal çekişmeler yaşanacak. Dünyanın, memleketin çekiştirdiği yetmiyormuş gibi bir de yattığı kentin çekiştirmesine bahane hazırlamamak lazım. Bari Ankaralı rahat bıraksın ebedi uykusunda büyük önderi.



Yegane simge

Ne kaldı geriye? Hiç aklınızın ucundan geçmeyecek, bakıp, görmediğimiz, görüp, bilmediğiniz bir seçenek kaldı. 2 bin 500 yıllık tarihi boyunca krallıkların, imparatorlukların yıkılışına, devletlerin kuruluşuna, nesillerin tükenişine, türlerin kayboluşuna şahitlik etmiş ama bütün hırpalamaya karşın kendisi kalmış bir abide; Ankara Kalesi! Çok mu şaşırdınız? Ben de Ankara Kalesi dururken bir simge kavgasına taraf olmaya zorlanışımıza şaşırıyorum. Tartışmayı bitirecek, yegane simgedir. En iyi ürünüdür Ankara’nın. Üstelik yakında yeniden parlamaya hazırlanırken…



Hitit Güneş Kursu, bakarken büyülenircesine etkilendiğim bir eserdir. Çok özgün ve çözülememiş bir derinliği var. Ancak arkeolojik araştırmalar ilerledikçe Ankara’yla Hitit Uygarlığı’nın bağı neredeyse kopmuştur. Tamamen Çorumlu’dur artık Hitit Güneşi. Büyükşehir Belediyesi’nin önerdiği simge ise hem güncel kaygılarla sınırlı hem de bir simge için oldukça karışık. Simgeler, hiyeroglifle yazılmış  metinlere benzememeli; basit, kolay anlaşılır olmalıdır. Kendini Ankara’ya adayan dernek ya da kurumların, simge olarak ilk aklına Ankara Kalesi boşuna gelmiyor.



Bir öneri daha

Eğer güncel gelişmeler ve siyasetin etkisiyle değişecekse Ankara’nın amblemi, bir önerim daha var: 1946’lardan bu yana ülkedeki çekişmeye, 1980’den sonra bir de kendi içindeki çekişmeyi katan Ankara’nın, yeni simgesi keçi olmalıdır; tiftik keçisi. Nesli tükenmekte olan bir türe de dikkat çekilmiş olur!


Bu da ilk ve son amblem yazısı olsun; kendi simgesinde birleşemeyen bir kentin çiğnediği çürük çiklet, çok tatsız çünkü.

15 Temmuz 2011 Cuma

SİVİL TOPLUM ÖRGÜTÜNÜN MAKBULU


15.07.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

Çok bilmişlerin, örgütlü toplum olmayışımızdan yakındığı zamanlar. Gözünün üstünde kaşı olan dernek kurmuyor o zaman. Olanı da kahvehane gibi kullanıyor. İşte o zamanlarda Ankara’nın Çiğdem Mahallesi, ilk mahalle derneğini kuruyor; Çiğdemim Derneği. Çok bilmişler gibi sadece eleştirmek yerine, kendi sorunlarına sahip çıkıyor, koşullarını daha da iyileştirmek için yasaların ve güçlerinin elverdiği ölçüde çalışmaya başlıyorlar. Yıl 1996.



Çiğdemim bahanesiyle

Bu yıl 15 yaşına bastılar. 15 yıllık çabalarını, kağıt üstünde değil de çıplak gözle göstermek istediler. Yaptıklarınız ya da yapmak istedikleriniz karşılık bulmuyorsa ispat etme gereği duyarsınız. Mahalleliden karşılık bulsanız, destek olacak yerel yönetimler ve diğer resmi kurumlara, duyuramazsınız sesinizi. Gaza bassanız, olduğu yerde patinaj yapan lastiğe benzersiniz. Çiğdemim Derneği bahane olsun, ciddi bir sorunumuza değinelim.



Çabalıyor da çabalıyor

Ne yapıyor bu dernek? Önce çevresine sahip çıkıyor; atık pilleri, yağları, kağıtları, elektronik  aletleri topluyor. Toplananları, depolarında gördüm. Yüzlerce ağaç dikiyor, yol kenarındaki ağaçların bakımını yapıyor. Kullanılmayan ilaçları toplayıp, sağlık ocağına veriyor. Kızılay’la kan bağışı günleri düzenliyor. Konserler verecek korolar oluşturuyor, halkoyunları, müzik aletleri, drama kurslarıyla gençlerin, yeteneklerini değerlendiriyor. İhtiyacı olan öğrencilere burslar veriyor. Mahalleliyi kaynaştıracak, komşuluk ilişkilerini güçlendirecek etkinliklere girişiyor. Geziler, panayırlar, seminerler bunlardan bazıları. 15 bin kitaplık bir kütüphanesi var. Hepsi kaplanmış, sınıflanmış, sıralanmış kitaplar. Gözümle gördüm, düzene inanamadım. İnternet sayfasında listesi var; Türkiye’nin bir yerinden aradığı kitabı bulamayan, başvurup, kitabın fotokopisine ulaşabiliyor. Köy okulları başta olmak üzere, birçok okul kütüphanesi çıkmış bu dernekten. İnşaat işleri dahil, işçi çalıştırarak değil, kendi üyeleriyle gerçekleştiriyor bütün çalışmalarını. Etkinlikleri buraya sığmıyor, devamını internet sayfasında bulabilirsiniz(*).



Bütün bu işleri, eski bir inşaat şantiyesinden kalan barakalarda gerçekleştiriyorlar. “Arazi sorunu olmayan Çiğdem’de, bir arsa versinler, binamızı, kendimiz yaparız” diyorlar. Medeni koşullarda, medeni bir dernek olmak istiyorlar.



İki tür STK

Yaklaşık 10 yıldır, iki lafımızdan biri ‘sivil toplum örgütü’ oldu. Yalnız bu ülkede iki tür sivil toplum örgütü oluştu: Birinin, icraatı yok ama sesi çok çıkıyor. En sahip çıkacağı sorunlardan başka her şeyle ilgileniyorlar. İkincisi; icraatı çok ama sesi duyulmayanlar. Kendinden kısık sesli sivil toplum örgütleri, rağbet görüyor. Çalışkanı ve gür seslisi, duyulmuyor bile. Ne bu?



Ne kalır geriye?

Türkiye’de, 88 bin dernek var. Hiç binlerce dernekle örgütlü bir topluma benziyor muyuz? Dilim varmıyor ama ‘örgütlü örgütsüzlük’ diyeceğim neredeyse. Bunca dernekle bırakın kalkınmayı, kalkınma taklaları atıyor olmamız lazımdı. Bütün tosladığı duvarlara ve bürokrasi  engeline karşın, çalışmak ve çabalamaktaki hevesi kırılmayan Çiğdemim Derneği’ni, o yüzden konu etmek istedik; olacaksa böylesi örnek olsun diye.



88 binden Çiğdemimler’i çıkarsak ne kalır geriye?


(*) http://www.cigdemim.org.tr

13 Temmuz 2011 Çarşamba

OLACAK BU İŞ


12.07.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

Olsa, olabilir, oluyor, olacak..’ derken günden güne iyi haberler geliyor. Olumsuz düşünce ve gelişmeler, yavaş yavaş seyrini değiştiriyor. Henüz altyapı aşamasında, fark edilmiyor ama Kale ve eteklerindeki hareket, dikkatli gözlerden kaçmıyor. Geleceği erken tahmin eden o dikkatli gözler, Kale ve eteklerinde, sessizce yerlerini almaya başlıyor. Bizim de bu işin olacağına ilişkin inancımız, her geçen gün biraz daha artıyor. “Oldu!” diyeceğimiz günü bekliyoruz.



Kale alt-yapısı

Büyük Ankara Festivali’nin son gününde, festival meydanındayız. Meydandaki bizim bölüm, Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’i sıkıştırma bölümü; soruyor da soruyoruz. Seçim döneminde, birkaç kiloyu seçim meydanlarına bırakmış Gökçek, tek tek yanıtlıyor her soruyu. İlk sessizliğe sabırsızca dalıyorum: “Kale altyapı çalışmaları nasıl gidiyor?” Vali Alaaddin Yüksel’in, eksikliğini hissetmiştir Melih bey; “Bitmez bunun Kale soruları şimdi” diye.


- Çalışmalar gayet iyi gidiyor. Planladığımızdan erken bitirmeye çalışıyoruz.

- Birkaç gün önce Kale’deydim, Çukurhan’la Anadolu Medeniyetleri Müzesi arasındaki metruk hanın yeniden düzenleme çalışmaları başlamış. Geriye Kale Kapısı önündeki meydan kalıyor.

- Alt-yapı çalışmalarını bitirmeden oraya giremeyiz, bitmesini beklemek zorundayız. Hatta Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nin yanında ‘Su Deposu’ dediğimiz atıl bir alan var. Orayı da düzenleyip, Müze’ye vermek istiyoruz.



Hacı Bayram planları

Hmm, bir güzel haber daha! Arkasından içime dert bir başka soru:



- Hacı Bayram’ın bahçesinde, Kuş Besleme Alanı’yla Kitapçılar Çarşısı arasındaki  bölüm öyle kalacak mı? (İçinde Kale olmayan soru sorabiliyorum!)

- Yok. O eğimli bölgeyi düzleyip, Hacı Bayram’ın bahçesine katacağız. Kitapçılar Çarşısı’nı yıkıp, yola bakacak gibi yeraltına alacağız. Hacı Bayram’dan bakınca sadece Kale görünecek. Arada hiçbir yapı kalmayacak. Ayrıca Avizeciler Çarşısı’nı düzenliyoruz. 80 dükkandan 50’sinin, aslına uygun düzenleme çalışması bitti. Görmelisiniz…



Çılgın projeye çılgın fiyat

Yapılanların zorluğuna değinirken şikayetleri oluyor Gökçek’in. En önemli sorun; düzenlemek üzere almaya çalıştıkları gayrimenkullerin uçan fiyatlarıydı. Sahipleri, akla zarar paralar istiyordu. Düzenleme öncesi 150 bine (milyar) satamadığı eve, 3 milyon (trilyon) isteme çılgınlığı baş göstermişti. Dememiş miydim size; “Ankara’nın en çılgın projesi Kale’dir” diye!



Sohbetimizin ardından, bizimkini Melih Gökçek’in kullandığı golf arabalarına bindik. Eski Hipodrom Meydanı’nı dolduran onbinlerce kişi arasında festival meydanında turladık. Burada halay çekenler, orada Misket’e kollarını kaldıranlar... Büyük konser alanına geldik. Aynı anda  211 çiftin nikahı kıyılacaktı. Sordu Gökçek “Eşliğe kabul ediyor musunuz?” diye.



Olduğuna olacağına

Sanki beni de Ankara’yla evlendirmeye çağırıyordu. “Hayır” dedim “Hayır.. Bu kaybederken sessiz, elinden alınırken sümsük Ankara’yla evlenmek istemiyorum ben!” Bir milimetre toprağım, bir kapı tokmağı varlığım yok Kale’de. Niye bir Kale sakininden daha ısrarlıyım?


Israrlıyım çünkü sevdiğimi, sevebileceğim haliyle seviyorum. Ankara’da herkesin, kendi Ankarası’na sahip çıkması, ağzı büyük laf edenlerin, ucundan tutması, elinden iş çıkması lazım. Olacak bu iş ama uzatıp, Ankaralı’yı, olduğuna olacağına pişman etmemek lazım.

8 Temmuz 2011 Cuma

GEZMEYEN TURİST ANKARA’DA


08.07.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

Temmuz’da, bu kadar güzel bir öğle üzeri ender bulunur Ankara’da. Ne sıcak ne soğuk, tatlı bir esinti, tam gezme havası. Atpazarı’nda, Kale Kapısı’nın önünde, indim. Hemen yeni gelişmeler karşıladı; Divan Pastanesi açılmış meydanda. Çengelhan Rahmi Koç Müzesi, Çukurhan Divan Oteli’yle beraber Koç Ailesi, Kale kapısındaki yatırımlarını üçlemiş oluyor. Antikacılar Çarşısı’ndan uzanan tarihi doku, Çukurhan’da kopuyor, Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ne ulaşamıyordu. Arası yeniden düzenlenmek üzere yıkılmış, yeniden düzenleme çalışmaları başlamış. Kopuk, yapıştırılıyor. Hava da güzel, gelişmeler de!..

Kale’nin sır turistleri
Derken bir tur otobüsü yanaşıyor meydana. Turistler iniyor, Kale Kapısı’na yöneliyor. Hayret, Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nden yukarı çıkmaz, daha doğrusu çıkarılmazlardı. Bunu da bir gelişme saymak lazım. Keyifle Divan’a oturup, seyrediyorum. Bir otobüs daha geliyor. Sonra  biraz sokaklarda dolaşıyor, Gramofon Kafe’de çaylıyor, tanıdık esnafla kısa sohbet derken zaman geçiyor. Yeniden döndüğümde meydana, kimseler yok. 2 otobüs turist, sır oluyor.

2 otobüs turist, ne Atpazarı Yokuşu’na indi ne de Antikacılar Çarşısı, yani Atpazarı Sokağı’na. Ne güzelim ahşap sütünlu Ahi Şerafettin Camii’ne, ne Pirinçhan’a. Büyük ihtimal Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ne inip, oradan otobüslerine biniyorlar. Asabiyet sigortam bunu kaldıramıyor, atıyor. At Pazarı delisi gibi sesli konuşmaya, esnafa sormaya başlıyorum: “Nerede kardeşim bu adamlar? Her iki sokağa 20 metre kalmışken nereye kayboldular. Turist dediğin gezer!” biçiminde feveranla. Bırakın her dükkandan panter gibi fırlayıp, üstüne atılan satıcıyı, bu kadar soğukkanlı esnafı zor bulursunuz dünyayı dolaşsanız. Ticaret yapmıyor, sanki hobi olarak o dükkanı işgal ediyor gibidirler. Gezmeden gidiyor ama turist!

Güvensizlik ısrarı
Çünkü efendim, ne zaman ve nereden ürediyse güvenli olmadığına ilişkin bir izlenim oluşturuldu Kale’de. Gündüz ve gece Kale’de dolaşmış biri olarak bu kanaatin nasıl oluştuğuna akıl erdiremedim ben. Valimiz, Emniyet Müdürümüz, bölgedeki suç oranlarının aşırı düşüklüğüne işaret etti ama nasıl oluştuysa oluşmuş o izlenim. Turisti rahatsız etmeden sivil önlemlerini alıyor Emniyet Müdürlüğümüz. Her sokak başında polis noktası oluşturup, illa resmi kıyafetle gözümüze sokulunca mı güvenli oluyor?

Can yakıcı, iç burkucu
Son olarak can yakıcı iki noktaya değinmek istiyorum: Biri, elçilik ya da konsoloslukların, vatandaşlarına verdikleri uyarı notlarına ilişkin; çoğu Ankara’da, Kale bölgesini, güvensiz bölge olarak gösteriyor. İkincisi; getirdiği turistleri uyaran bir rehberin sözleri; Antikacılar Çarşısı ve At Pazarı Yokuşu’na inmelerine engel oluyor. “Niye?” diye soran turisti, “Güvenli değil çünkü” diye yanıtlıyor. Kulaklarıyla duyan bir Kale esnafı, kızarak ve üzülerek anlattı bana. Biraz daha arttı kan basıncı. İçim burkuluyor.

Turistin günahı ne?
Sanat galerileri, antikacılar var Antikacılar Çarşısı’nda. Kendi üretimleri çini ve porselenleri mi atıyorlar turistlerin başına? Antik şömine maşalarıyla nihayetine nihayetine vurarak adam mı kovalıyorlar? Yakasından tuttuğu gibi kafesine çekip, zorla Türk kahvesi mi tıkıyorlar boğazından Atpazarı Yokuşu’nda? Nereden yürüdü bu aşırı güvensizlik dedikodusu?

Sanatı da tarihi de sevmeyen biziz. Kale’yi, bütün özgünlüğünden uzaklaştıran da biziz. Kaldığı kadarıyla Kale’yi koklatmayan da. Yapan biziz, isteksiz biziz, turistin günahı ne kardeşim, gezmeyeceği bir kente getiriyorsunuz adamları!

6 Temmuz 2011 Çarşamba

BİLİŞİM VADİSİ DE MASAL OLDU


05.07.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

Hayaliyle avunduğumuz bir yatırım daha gerçekten hayal olduğuyla kaldı. Gerçekleşmeyen hayallerine, bir yenisi eklendi Ankara’nın. Ankara’da en aksamayan şey, hayal kırıklığının artık bir düzene oturmuş olması, sakinlerinin de bu silsileyi biraz fazla sakince kabullenme genişliğidir. Bilişim Vadisi, İstanbul’a kurulacakmış. Ankara’yı bilmem ama benim hayallerimi başka bir şey yıktı.



Hayallerimi yıkan

Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, Ankaralılar’ın dikkatinden kaçan üzücü  bir haber verdi bize: Bilişim sektöründe dünya devi Mikrosoft (Microsoft)’un Başkanı Bil Geyts (Bill Gates), Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın yatırım çağrısına, “İstanbul’da olması koşuluyla olur” demiş. Biz de aylardır, bu proje için en uygun yerin, neden Ankara olduğunu anlatmaya çalışmakla meşguldük. Ortada, yapılması düşünülen bir ‘Bilişim Vadisi’ lafı dolaşıyordu ama bunun, sadece Bil Geyts’in yapacağı yatırımdan ibaret olacağını düşünmemiştim hiç. Hayallerimi yıkan, başka bir şeydi.



Devletimizin, ciddi bir açığı fark ettiğini ve bu boşluğu doldurmaya karar verdiğini zannetmiştim. Tamamen yerli sermaye ve emekten oluşan bir ‘Bilişim Vadisi’ kurulacak sanıyordum. Dışarıdan alınan değil, kendimizin üreteceği bir teknoloji merkezi oluşacaktı. Bir Araştırma-Geliştirme hamlesiyle kendi çocuklarımızın, akademisyenlerimizin, sanayicilerimizin, işçilerimizin ürünü bir merkez olacaktı. Gerekirse dünyanın icatlarını yeniden icat edecek, sonra onları, yeni aklımızla yeniden geliştirecektik. Geleceğin dünyasına, geleceğin teknolojisini üretebilir hale gelerek hazırlanacaktık. Böyle olacak sanıyordum.



Devrim gibi

Ankara’nın, teknik, akademik, coğrafi ve yatırım altyapısı en uygun kent olmasına, biraz da bu yüzden dikkat çekmekte ısrar ediyorduk. Bütün çılgın projeler içinde devrim niteliğindeki tek proje, tamamı yerli olanak ve emekle kurulmuş bir Bilişim Vadisi’ydi benim için. Matbaayı getirmekte 300 yıl kaybeden devletin, bilişim teknolojilerini erken yakalayarak arayı kapatmak istediği izlenimi edinmiştim. O yüzden iki kez kırılmıştı hayallerim; yaratmaya değil, taklit etmeye devam edecektik.



Doğru bilgilensen bu kadar üzülmezdin.” Haklısınız da vardı da biz mi bilgilenmedik?! İnandırıldığımız hepten hayal, boşluğa değnek savuruyormuşuz.



Kaybetmeye devam etse bile

Bilişim Vadisi’nin, İstanbul’a taşınmasıyla bankaların Ankara’dan taşınması arasında bir mantık bağlantısı var gibi. ‘En uygun’ olduğu konularda bile kaybetmeye devam ediyor Ankara. Şapkaları önümüze koyacağız. Karga, peyniri ağzından düşürmüyor, o zaman  peynir yapmayı öğreneceğiz! İş alemi, üniversiteleri, siyasileri ve sakinleri olarak lütuf buyurursanız kıpırdanacağız. Ankara, kendisi kuracak Bilişim Vadisi’ni. Bir kez daha başının çaresine bakacak. Akademik, kültürel ve sanayi alt yapısı, kurmazsa telef olacak.


Meğer masal olan Bil Geyts’in Bilişim Vadisi’ymiş!.. Kurulmadığına üzülenler olacak. Beni çok fazla üzmez çünkü biri yatırım, yerlisi devrimdir benim için. Kendi aklımızı zorlama zamanı. İşte üzülmem, Ankara’nın, bir devrime daha imza atma ihtimalini severim ben!

1 Temmuz 2011 Cuma

YAŞLIYA İYİ DOST OLUR MU ANKARA?


01.07.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

1990’lı yıllardı. Batı Medeniyeti denilen yönden, bir acayip haberler, yorumlar gelmeye başladı. Acayipliği, bizim terbiyemizde hiç olmayışından kaynaklanıyordu. Batı, yaşlı vatandaşlarının ekonomiye katkısı olmadığı düşüncesine kapılmıştı. Onları, üretmeyen, atıl, ekonomilere yük, geniş bir tüketici kitlesi olarak görüyordu. Toplumun sırtında bir kambur olduklarını ima eden makaleler yayınlanıyor, sigorta ya da diğer bakım masraflarıyla devletlerin, belini büktükleri düşüncesi yineleniyordu her fırsatta. Yaşlılar, gençlere hedef gösteriliyor, bir “Çöpe atın” demedikleri kalıyordu. Para, kendinden başka bütün değerleri yutan, yokeden bir karadeliğe dönüşüyordu.



2000’lerde tersine döndü

Sonra 2000’li yılların başında, tam aksi haber ve makaleler yayınlanmaya başladı. Çöpe atmaya kalkıştıkları yaşlıların, bilgi ve kültürün sonraki nesile aktarılmasındaki derin ve büyük katkısını fark ettiler. ‘Geniş Aile’nin önemi vurgulanmaya başlandı, ardı ardına özendirici filmler çeker oldu Holivut (Hollywood). Bilgi ve kültürel aktarım açısından en hassas nokta, özellikle torunlarla kurulan karşılıksız ve sağlıklı iletişimde yatıyordu. Yani dedeler ve nineler, çocuklarından çok torunlarını büyütecek ömre sahip olmalıydılar.



Peki gözü dönmüş para şehveti, bilim adamlarının uyarılarından etkileniyor muydu? Amerikalı yönetmen Maykıl Muur’un (Michael Moore) Sicko (Hasta) filmindeki şu sahne aynen duruyor aklımda: Bir hastane, getirisini beğenmediği için olsa gerek, çok yaşlı ve kendini bilemeyecek durumdaki hastasını sokağa bırakıyor. Bir taksi tutup, kadını bindiriyor, başka bir hastanenin önüne bırakması için taksiciyi tembihliyorlar. Adam sokağın ortasında kadını bırakıp, kaçıyor. Yarıçıplak kadın, fark edilene kadar bekliyor soğukta. Akla sığmayacak başka örneklerle sürüyor belgesel film. Dünya’da süpergüç olmanın, devlet olmaya yetmediği endişesine kapılıyorum.



Ankara’da Yaşlanmak ta Güzeldir

Daha önce kimsesizler ve evsizler için yapılan çalışmayı yazmıştık. Geçen hafta Onkoloji Hastanesi’de, hem hastaların hem yakınlarının mağduriyetini gideren çalışmalar, yenilenmiş haliyle haber oldu. Ankara yatırımlarından başımızı kaldırıp, değinemediğimiz bir çalışması daha var Ankara Valiliği’nin; Yaşam Destek Merkezi. “Ankara’da Yaşamak ta Yaşlanmak ta Güzeldir” gibi kulağı okşayan bir sloganla yalnız yaşayan yaşlılar, engelliler ve kronik hastalara destek oluyor, gözetiyorlar.



Kayıtlarını bilgisayara girip, kolay taşınabilir bir cihaz veriyorlar hastaya. O andan itibaren bir düğmeye basma uzaklığında oluyor yardım. 7 gün 24 saat açık bir hizmet. Düğmeye bastığınız an, kişisel bilgileriniz, geçirdiğiniz hastalıklar, aldığınız ilaçlar, yakınlarınız ve komşularınızın bilgisi anında görülebiliyor. Sosyal hizmet uzmanı devreye girip, hızla yönlendiriyor ilgili kişileri.



İyi dost olurlar

Değerli birikimdir  büyüklerimiz. Girişte anlattıklarımızla binlerce yıl süregelen büyüğe saygı anlayışını kıyaslamak lazım. İnsan, doğuyor, büyüyor, yaşlanıyor. Her aşamasında işlevleri var. Yoksa doğar, büyür, yaşlanmasına gerek olmazdı. Devlet, doğumundan ölümüne sorumludur herkesten. Herkese de elinin değdiği kadar devlettir.


Çankaya Belediye Başkanı Bülent Tanık, "Yaşlı Dostu Kent olacak Ankara” demişti. Ben de ‘Yaşlı Dostu Kent Ankara’da biraz değinmiştim yaşlılarımızın sorunlarına. Ankara Valisi Alaaddin Yüksel, “Ankara’da Yaşamak ta Yaşlanmak ta Güzeldir” diyor. “Böyle devam etse yaşlıya iyi dost olur bence Ankara!” diyorum. “Tam değil ama böyle devam ederse olur” diyorum!