30 Ağustos 2013 Cuma

30 AĞUSTOS BAYRAM MIYMIŞ!


30.08.2013 Milliyet-Ankara Gazetesi



30 Ağustos’ta, balon alın, bayrak verin çocuklara ki bu günün bayram olduğunu anlasınlar ” diye mesajlar dolaşıyor internette. Vay başıma gelenler! Dünya tarihini değiştiren zafer günü, bayramlıktan çıkmış demek, çocuklarımızın haberi olmadığına göre?



Façayı fena çizdirdiler


Dünyanın hiç de hoşlanmadığı bir zaferdir; parçalayıp, bölüşemedikleri, ağızlarının suyu, aktığıyla kaldığı için. Çevre ülkeler de dahil, bütün bölge için yapılan hesaplar altüst olmuş, bir de ayağı çarıksız askerler tarafından Afyon’dan İzmir’e, 10 gün boyunca aralıksız, 550 kilometre kovalanmıştır en son silahlara, araçlara sahip Yunan ordusu. Görünen Yunan ordusu ama onu cepheye sürenler o zamanın süper güçleri. Çanakkale’dekinin benzeri, façayı fena çizdirdikleri bir yenilgi olmuştur. Onlar, bu yenilgi içinden bile anacak günler çıkarmış, zafer bizim, kutlayacak bilincimizi günden güne kaybediyoruz.



Başkalarının olmasın bu zafer?


Geldiğimiz noktaya bakın; çocuklarımızın haberi olmuyor artık. “Balon, bayrak” çağrısı yapılır olmuş. Mustafa Kemal Atatürk’ün “Afyonkarahisar - Dumlupınar Meydan Muharebesi ve onun son safhası olan bu 30 Ağustos Muharebesi, Türk tarihinin en mühim bir dönüm noktasını teşkil eder. Tarih-i millîmiz, çok büyük ve çok parlak zaferlerle doludur. Fakat Türk milletinin burada ihraz ettiği zafer kadar netice-i kat'iyeli ve bütün tarihe, yalnız bizim tarihimize değil, cihan tarihine yeni cereyan vermekte kat'i tesirli bir meydan muharebesi hatırlamıyorum” diye vurguladığı zafer, başka bir 30 Ağustos mudur acaba? Bu savaşın sonunda Yunanistan’da, askeri darbe olmuş, harekata katılan komutanlar ve Başbakan Gunaris dahil, hükümet üyeleri kurşuna dizilmiştir. İngiltere’de hükümet istifa etmiş, Başbakan Loyd Corç (Lloyd George) Parlamento’ya hesap verirken “Yüzyıllar nadiren dâhi yetiştirirler. Şu talihsizliğimize bakın ki 20’inci Yüzyıl’da bu dâhi, Türkiye’den çıktı. Mustafa Kemal’i yenemedik” demiştir. O da başka bir Türkiye’nin Mustafa Kemal’i midir acaba? Dökülen, başkalarının dedesinin kanı mıdır da unutmaya bu kadar çabuk başladık, zafer daha yüzüncü yılını dolduramadan.



Unutturduğumuz gençlere


Yukarıdaki sözlerini, 30 Ağustos 1924'de, Dumlupınar'da Meçhul Asker Anıtı’nın açılışında söylemiştir Atatürk. En sonunda da gençlere seslenmiştir:

Gençler!

Cesaretimizi, takviye ve idame eden sizsiniz. Siz, almakta olduğunuz terbiye ve irfan ile insanlık meziyetinin, vatan muhabbetinin, fikir hürriyetinin en kıymetli timsali olacaksınız. Ey yükselen yeni nesil, istikbâl sizindir! Cumhuriyeti biz tesis ettik, onu ilâ ve idame edecek sizsiniz.



Seslenilen de başka ülkenin gençliği olmasın! Başkasının uşağı, kuklası değil, kendimizin efendisi olalım diye verdik bu savaşları. Bir zaferi, liderlerini, şehit dedelerini bu kadar kolay unutabiliyorsa bir millet, olay başka bir ülkede geçmiş olabilir.



Milli ve dini bayramlarımızı, aynı coşkuyla kutlamak dileğimi tekrar ederek Mustafa Kemal’in Dumlupınar’daki bitiriş sözlerini aynen taklit ediyorum:
Arkadaşlar, bu gaza ve şehadet diyarını terk ederken ‘Şehit Asker’i hep beraber hürmet ve tazimle selâmlayalım.

28 Ağustos 2013 Çarşamba

ÖNEMLİ BİR BAŞLANGICIN İLK ADIMI


27.08.2013 Milliyet-Ankara Gazetesi



Ankara, ulaşılamayan, ulaşamayan bir başkentti. Kocaman başkente, dar yollardan geliyor, dar yollardan gitmeye çalıyorduk. Karadan, havadan, demiryolundan dardı hep. Dar ve dolambaçlıydı. Siyaseti gibi… Kalbe kan pompalayacak damarların darlığından, benzi soluk, griydi başkentin benzi. Damarlar açıldıkça çehresine kan gelmeye, rengi değişmeye başladı. Belki 70 yıllık hastalıklı görüntüsünden, cıvıl cıvıl bir kente dönüşmeye başladı. Dönüşmeye de devam edecek yolları genişleyip, damarları açıldıkça.



Yavaş da olsa birkaç yıldır yolları açılıyor Ankara’nın. Yüksek Hızlı Tren geldi memleketimize. Eskişehir, Konya’yla başladı, İstanbul, İzmir, Sivas hatlarının inşaatı sürüyor. Yurtiçine, yurtdışına doğrudan uçak seferi yapılan yerlerin sayısı arttı. Çevre yolları ve çift hat karayollarıyla dar damarlar açılıyor. Ulaşılamayan şehre, ulaşmaya başladı Türkiye. Şehir de Türkiye’yle kucaklaşmaya başladı. Ulaşılamayan bir başkente göz yumanlara, aşk olsun!



Fabrikalar yolu bekliyordu

Ankara’nın, ülkeye açılması kadar kendi içinde de açılmalara ihtiyacı var. Öncelikle kendi ilçelerine, köylerine açılması gerekiyor. Bazı ilçelerle hala sorunları var. Ya yarım kalmış ya da ihtiyaca yönelik eksik yollar var. Bunların içinde en önemlilerinden biri de Eskişehir yolunda, Malıköy bölgesiydi. Malıköy’de, 5 organize sanayi bölgesi var. Ancak bu bölgelere 6 kilometrelik dar bir köy yolundan girmek zorunda kalıyordu TIRlar, kamyonlar. Neredeyse bütün parselleri satıldığı halde pek çok fabrika, temellerini bile atmadı yol yapılmadığı için. Dünyada numunelik, su, elektrik ve ulaşım sorunu çözülmeyen bir sanayi bölgesi ilk Ankara’daydı. 12 yıldır da bekliyor. Neyse ki çok yakında iyi haberin birincisi geldi.



Yol inşaatı başladı

Müjdeyi önce 17 Ağustos’ta yayınlanan söyleşimizde Sincan Belediye Başkanı Mustafa Tuna vermişti. Eskişehir yolu, Ayaş yolu ve İstanbul çevre yolu birbirine bağlanacaktı. Niye önce Sincan? Çünkü Sincan ASO 1’inci Organize Sanayi Bölgesi ve Malıköy’deki organize sanayi bölgelerinin bağlantısı kopuktu. Bunu, Ankara’yla bağlantının kopukluğu olarak anlayabiliriz. ASO 1 bölgesinde, yurtiçi ve yurt dışı için yükleme yapılan bir nakliye bölgesi var. Hergün mal taşıyabilecekken bu yol yüzünden haftada bir ya da en fazla iki kez yükleme yapmak zorunda kalıyordu Malıköy’deki firmalar. İleride böyle bir nakliye bölgesi, Malıköy’e de yapılacak. Karşılıklı trafik iyice artacak. Eksikli haliyle yaklaşık 7 bin kişi çalıyor Malıköy’de. Altyapı bitip, yeni fabrikalar açılınca 55 bin civarında ekmek kapısı açılacak. En az 350-400 bin kişiyi etkileyecek yani. Yani efendim, yapımına başlanan bu 40 kilometrelik yol, Ankara sanayisi ve ticaretinin geleceği için hayati önemde bir yoldu, inşaatı başladı.



Hayati bir bağlantı

Geçtiğimiz hafta Ulaştırma Bakanlığı Müsteşarı Habib Soluk ve beraberindeki heyet, yol çalışmasını yerinde incelemek için Sincan’a gitti. Pek güzel bir istekle çalışmaların hızlanması talimatını verdiler. Bu yol, Ankara için, çok önemli bir başlangıcın ilk adımıdır. Açıldığı gibi hem sanayiye hem ticarete hem Ankara’ya çok büyük katkıları olacak. Ankara’nın da ülkeye. Coşkun akacak bir damarın açılmasını bekliyoruz dört gözle. Kazan, Çubuk, Akyurt bekliyor sırada. Kazan, Sincan’a açılacak kestirme yolu, Çubuk ve Akyurt, Kazan ve  Aydos üzerinden Karadeniz’e açılacak kestirme yolları bekliyor. Bu yollar, bölgenin en büyük sanayi ve ticaret bölgelerini birbirine bağlayacak.


Bu yollar yapıldıkça Ankara’da, bir şeylerin yapıldığını düşünebiliriz. İleriye, bu yollardan bakacağız. Bu yollar, benzi soluk Ankara’ya can, ülkenin kalbine kan olacak.

24 Ağustos 2013 Cumartesi

MÜZİKÇİLER ÇARŞISI TOPARLANSIN


23.08.2013 Milliyet-Ankara Gazetesi



Böyle bir marifet, nasıl olur da Ankara’nın özellikleri arasında sayılmaz?” demiş, çok güzel bir yanıt almıştık; Türkiye’nin tek yetki belgeli bağlama ustası Mehmet Ali Çetinkaya, “Sadece bağlama değil, her türlü müzik aleti yapabilen ustalarla doludur Ankara. Usta yapıyor, devleti, milleti bilecek kıymetini” demişti. Başta bağlama olmak üzere bütün müzik aleti üreten ve satanların Müzikçiler Çarşısı dağılmak üzereyken sormuş, bu yanıtı almıştık. Henüz dağılmadı ama teker teker kopuşlar başladı semtten. Bir markasıdır ama markalarının içinde sayılmaz Ankara’nın. Müzikçiler Çarşısı’nda, müzikçilerin ve devletin ortak ilgisizliği yüzünden, bir değer daha elimizden kaymak üzere.



Bir Ankara markası

Türkiye’nin en iyi bağlama yapım ustaları, Ankara’dadır ya da Ankara’dan gitmiştir. Bağlama, bugünküne en yakın haline Ankara’da evrilmiştir. Yusuf usta efsanesi, hiç terk etmez bağlama atölyelerini, ustaların tepesindedir. Bağlamaya bugünkü sesini, tınısını veren ustadır. Çok değil, 50-60 yıl  öncesi. Ustalık zor, ustaların usta saydıklarından da 5-6 tane kaldı Ankara’da. Yeni nesilden kendine usta diyen çok ama usta gibi ustalar, Mehmet Ali Çetinkaya’yı işaret etmişti sözbirliği etmişçesine. Daha çok kazanmak için İstanbul’a, İzmir’e giden bazı ustaların, sürümden kazanma işini sevmeyip, tekrar Ankara’ya döndüklerini anlatmışlardı. Markanın altı boş değil yani, bir geleneği, göreneği, kültürü var henüz ölmemiş. Ankara bağlamanın başkenti, Hamamönü, müzik aletlerinin başsemtidir. Başka ülkede olsa turistten geçilmez, biz dağılışını izliyor, adeta bekliyoruz.



Başkan patladı!

Evvelki gün Altındağ Belediye Başkanı Veysel Tiryaki ile Altındağ’ı konuşmaya gitmiştik. Hamamönü’nde buluştuk. Gezerken sokaklarda, Müzikçiler Çarşısı’nı sordum; “Ne olacak halleri, dağılıp gidecekler mi?” diye. Aman bir söyledim bin işittim! “Ali bey, Müzikçiler Çarşısı ve ustalarının, Hamamönü için değerini biz de çok iyi biliyoruz. Biz de onları bir yerde toplama düşüncesindeyiz. Hamamönü’nün yeni düzenlemesi içinde, onları da bu dokunun içinde korumamız lazım. Kaç kez kapı önünde karşılaşıp, şikayetlerini ilettiler, ‘Ziyaretinize geleceğiz’ dediler, bir kişi bile kapıyı çalmadı daha!" diye ünledi Veysel Tiryaki. Başkan anlatırken göz kararı Hamamönü’yle Altındağ Belediyesi arasındaki mesafeyi ölçmeye çalıştım; dolanarak 100, kestirmeden 50 adım çıkardım.



Sahipsiz, gitti gidecek

Kültür Bakanlığı kendi haline bırakmış, Belediye muhatap bulamıyorum diyor, müzikçiler birlik olamamış. Bir dernek deneyimleri var, 3 yılda pes etmiş kuranlar. Ortada, ülke çapında ciddi bir değer, bir marka var ama kentin göbeğinde görünmez olmuş sanki. 50-60 civarında dükkanın dağıldığı çarşı, Ankara’nın pek çok değeri gibi, kaybolup gitti gidecek. Çarşının, iki yandan toparlanması gerekiyor; hem resmi kurumların hem de esnafın el atması gerekiyor.



Çok güzel toplantı, konferans salonları var Hamamönü’nün ortasında. Belediyeden daha yakın! Kanaatimce Kültür Bakanlığı, Valilik, Belediye ve esnaf baş başa, çok güzel toplantılar, bu salonlardan başlayabilir. Bir kere başlayınca kapıdan her çıkışta, bir sorun daha içeride bırakılmış, çözülmüş olabilir.

20 Ağustos 2013 Salı

BİR ANKARA YOZLAŞMASI: ATATÜRK ORMAN Ç.


20.08.2013 Milliyet-Ankara Gazetesi



Bir şehire bazen bir şey yapmayarak iyilik edilebilir. Tarihi, doğal dokusunu korumak için yapılmaz. Dünyanın bir değeri olmuştur, korunur. Bugün Prag, Sen(Saint) Petersburg, Paris, Roma gibi şehirlere, akın akın korunan tarihini görmeye gidiyor turistler. Londra’nın göbeğindeki Hayd(Hyde) Park’ta, sincaplar, ördekler, kuğular, insanlarla iç içedir. Dünyanın en büyük parklarından biridir ve şehrin ortasındadır. Bu şehirlerin her birine giden turist sayısının 3’te 1’i, bütün Türkiye’ye anca geliyor. Bizim edinemediğimiz bir bilinçtir, ancak tarihe ve doğaya acımasızlığımızı gösterebiliriz turistlere.



Hayd Park’ta yapılaşma

Şimdi bu Hayd Park’ın önce içinden bir yol geçiriyoruz 35-40 metre genişliğinde. Sonra devasa bir Başbakanlık binası oturtuyoruz ortasına. Toprağını kazıyoruz, düzlüyoruz, zemini sağlamlaştırıyoruz. ‘Tema Park’ diye bir şey yapmak istiyoruz çünkü. Şu raylar üzerinde, yükseklere inip çıkan bir lunapark eğlencesi var ya, “rollır kostır (roller coaster” diyorlar, lunaparkta yokmuş ya da yapmaya yer yokmuş gibi onu koyuyoruz bir yanına. Bir başka yanına, gerçekleri MTA Müzesi’nde dururken yapma dinozorlara yer açıyoruz. 80 dönüm arazinin üzerini kapatıyor, telefonlara bile girmişken bilgisayar oyunu 400 atari koyuyoruz içine. Tekray, çift ray trenlere yollar, teleferiklere hatlar çekiyoruz. Dünyanın ünlü hayvanat bahçeleri küçülür ya da kapanırken en büyüğünü yapmak için biraz daha genişliyoruz park içinde. Tayms (Thames) Nehri geçiyor yanından, parkın 50 dönümüne arıtma tesisi kuruyoruz ayrıca. Bunların yanında lokantasıydı, büfesiydi, tuvaletiydi derken daha ne kadar yapılaşacağını kestiremiyoruz. Daha yeni 700 milyon (trilyon) liralık ek bütçe ayırdık bu işlere. Yeterse artık. Bu parkın orasına burasına kooperatifler, büyük alışveriş merkezleri, orduevleri, otomobil servisleri yapılmış zaten. Elçiliği ve parlamento üyelerine dinlenme tesisi eksikti, yakında onlar da belki daha neler neler olacak. Av için tasarlanmış ama 1637’de halka açılmış Hayd Parkı, böylece tarihi ve doğal özellikleriyle beton-asfalt yanında tarihe de gömmüş oluyoruz.



Çiftlik örnek olsun

İngilizler’in yüreğine inmiştir bu satırları okuyan olduysa. Hükümet Konağı’na yürümeye başlamıştır yazıyı ortasında bırakan. Oysa Atatürk Orman Çiftliği’ne yapılanların, Hayd Park’a yapıldığını hayal etmeye çalışıyorduk. Parkken bile turistlerin ziyaret ettiği Hayd Park’a çevireceğimize, bir beton ve yozlaşma anıtına dönüştürüyoruz kentin ortasında kalan tarihi ve doğal bir nimeti. Üstelik İngiliz kralı ya da kraliçeleri, parasıyla alıp, halka bağışlamamış Hayd Parkı. “Bu parkı koruyun, tarımı geliştirin burada, mesirelerde halk dinlensin” diye bir vasiyetleri de yok. Ama 250 hektarlık araziyi gözleri gibi koruyorlar hala. Halbuki ne biçim alışveriş merkezleri, hayvanat bahçeleri, lunaparklar, betonlar, asfaltlar yapılır, tam şehrin göbeğinde. Biz yapalım da örnek olsun, onların da aklı başına gelir birgün.



90 yaşını göremeyecek
Bu bilince yabancı değiliz biz. Kale’yi, tarihi evlerini, derelerini, bağlarını böyle kaybetti Ankara. Şimdi Hacı Bayram’da, Hamamönü’nde, Kale’de yeniden yapmaya çalışıyoruz eskisini. Sıra Atatürk Orman Çiftliği’ni bozup, yeniden yapmaya geldi. Devletin kurucusunun vasiyetine rağmen. 380 yaşındaki Hayd Park’ta turistler sincaplarla gezerken Atatürk Orman Çiftliği, 60 yıllık tırtıklamaların sonunda 90’ıncı yaşını göremeyecek anlaşılan. Tarih ve doğa bilinci, bir kez daha ergenlikte kalıp, olgunluğa geçemeyecek.

17 Ağustos 2013 Cumartesi

AKILLANSAK YA ARTIK


16.08.2013 Milliyet-Ankara Gazetesi



‘Akıllı Durak’ ihalesine 2008 yılında çıkılmıştı. İlkbaharlar, yazlar, sonbaharlar, kışlar geçti, 5 yıl sonra takvim, 2013’e geldi. Akılsızına hasretken akıllısı için bir beklentimiz hiç olmamıştı zaten. Şehrin birçok yerinde hala iddiasız, düz mantık otobüs durağı bile yok, akıllısı gelince alışabileceğimizi sanmıyorum. Akıl vermeye falan kalkarsa aramızda sürtüşmeler olabilir. “Bekle 5 dakika, geliyor” deyip te gelmezse ağız dalaşıyla başlar gerilim “Bilmiyorsun da niye konuşuyorsun a aklıevvel” diye. Örneğin Ankara Metrosu’nda trenin kaç dakikada geleceğini gösteren tabelalar, boşuna elektrik tüketiyor. Genelde tutmuyor zamanlaması. Hatta genelde zamanı da göstermiyorlar ama gösterdiği zaman da “Göstermese daha iyiymiş ya” dedirtiyor, beklentimiz olmaz hiç değilse.



Bir akıllı daha

Durak gelemeden, beklenecek yeni bir ‘akıllı’mız oldu; ‘Akıllı Kart’ geliyormuş. Otobüslerde, metrolarda bilet yerine bu kartı kullanacağız. Adı da Ankarakart olacak. Beklemekten kartlaşmış Ankara’ya, pek yakışır bir isim olmuş sanki. İşini kolaylaştıracak şeyler hep geç geliyor Ankara’ya. Biz, ihaleyi beklerken akıllı durakları kullanıyordu İstanbul. Akıllı karta ise ondan önce çoktan geçmişti İzmir, Eskişehir, İstanbul. İstanbul çok yararlı bir uygulamayla bu kartları halk otobüslerinde de geçerli hale getirdi. Örneğin; ben gazeteye gelmek için otobüs beklerken görüyorum, 3 halk otobüsüne bir belediye otobüsü denk düşüyor. Aktarmalı yolcular, 60 kuruş yerine 2 lira vermemek için belediye otobüsünü bekliyor tabii. Akılı, duraktan çok İstanbul’daki gibi örneklerde görmek istiyor insan, kendini düşünen akıllar olduğunu bilmek istiyor.



Telefonumla bozuğuz

Geçtiğimiz günlerde ‘EGO Cepte’ diye bir uygulama başlatıldı. Akıllı telefonu olanlar ya da mesajla otobüsün nerede olduğunu, ne zaman geleceğini öğreniyorsunuz bu uygulamayla. Akıllı değilse telefon, mesajı bedava atmıyoruz herhalde. Benim telefon, sen akılsız çık, onun yüzünden bekliyorum ya ha şimdi geldi gelecek diye. Telefonumla bozuğuz bu uygulamadan  sonra, soğukluk girdi aramıza. Otobüs beklerken telefonumla hiç muhatap olmuyorum.



Sırası şaşmış işler
Altına sığınacak durak yok ama teknolojinin sınırlarını zorluyoruz öte yandan. Tam bir kafa karışıklığına işaret ediyor sırası şaşmış uygulamalar. Yarım saatte bir kalkan otobüsün varacağı zaman aşağı yukarı belli, söylesen ne söylemesen ne. Kaçırmışsam otobüsü, “Yarım saat sonra gelecek” desen ne demesen ne. Beklemek zorundayım zaten. Toplu taşımayla arası hoş olmayan bir şehirde, trafiği akıcı hale getirecek uygulamalarda gecikmişiz, gecikmeye de devam ediyoruz. Türkiye’de pek çok il, başkentin örnek olması gereken işleri yaptı, bitirdi. Onların 4-5 yıl önce bitirdiği işlere, “Müjde” diye sevinsek ne sevinmesek ne.

15 Ağustos 2013 Perşembe

ACEMİLİK MİDİR BU?


13.08.2013 Milliyet-Ankara Gazetesi



Otobüs durağını, duvarı, görme engelli yoluna koymuşlar. Görme engelli vatandaşların duraklardan, duvar içinden geçebilme yeteneği var demek. Üstüne park edenler bunu biliyormuş, yeni anladım.



İnmeye kalksa tutamazsın, çıkmaya kalksa çıkamaz. Bu da engellinin, adı gibi ‘engelli yolu’dur. Bize engellinin, bu eğimden çıkabileni lazım efendi, yoksa otur oturduğun yerde.



Engelsiz yolu bu sefer, böyle “Kablo döşeyeceğim” diye bir ayak sığacak kadar kazmışlar. İçinde bir adam. Engelli de değil, sapasağlam. Önüne baksana be adam!



Kaldırım var, yoldan yürüyorum. Kendine kaldırım süsü verenler var, araba park etmesin diye borulardan ibaret olanlar var. Eskiden işsiz adama “kaldırım mühendisi” derlerdi. Bu kaldırımlarda yürüyebilmek sözcüğün gerçek anlamıyla kaldırım mühendisliğidir.



Yağmur yağar, Venedik romantizmi dolar içimize. Biz de mazgal, sırf bu keyfi yaşatmak için, ya hiç yoktur ya da tıkanan, su biriktikten sonra açılır. Birikintileri yüzme amacıyla kullanandan, havuz ücreti tahsil edilmez. Hizmetse hizmet!



Yön tabelası kavşağın tam dibindedir. Kararsız kalan arabanın yarısı sağa, diğer yarısı sola gider. İkisinden biri doğru yoldadır. Trafik uyarı tabelasıysa kent sakinlerine duyulan sonsuz güvene işaret eder; ya yoktur ya da yanlış uyarır. Sola virajı, sağa diye gösterebilir. Gelmişken tarlaya, mangal kurulur.



Yol yapılır, asfalt dökülür, ortasına da bir elektrik direğiyle süslenir. Kamu malına zarar vermekten zevk alırcasına bu direklere toslayanlar olur. Git, evinin duvarına tosla, niye kamu direğine tosluyorsun kardeşim. Zaten elektriği de kesik, sana ne zararı var?



“Kesik” demişken elektriği zayıftır bu şehrin. Bir elektrik alamazsınız, soğuktur geceye karşı. Dünyanın en karanlık şehirleri yarışmasına otomatikman kabul edilmiştir. “Elektrik” dediniz mi kızgın insanların ışımasıyla karşılaşırsınız. Bu ışımayla aydınlanır şehir.



Yaya yolları, kaldırım da diyoruz ya, reklam tabelalarıyla çeşitlendirilmiştir. Daha iyi görebilelim diye yolun tam ortasında oluyorlar. Şehrin ortasında yol kesiyorlar alenen. Hatta İçişleri Bakanlığı’nın köşesindeki, bir de Atatürk Heykeli’nin ağzını kapatıyor. Arabayla insanın farkı, sabrı olmalı. Bu arada hem çok gezenin hem çok görenin daha iyi bildiğini inkar edemiyoruz.



Asansörle yürüyen merdivenler, Ankara iklimini sevmez, o kadar masraf edip yap sen, çalışmazlar. Hizmeti gölgelemek amaçlı bir direniş içindedirler. Özellikle işe gidiş, işten çıkış saatlerinde, metro kuyusuna kendi ayağınızla iner, ciğer varsa  çıkarsınız. Asansörlerle işbirliği içindedirler. Niye yürümüyorsunuz oğlum, eyleminiz kime sizin!



Bir yere kazma vurulmayagörsün. İlk kazan define mi ne buluyorsa artık, daha bitmez kurcalanması. Duyan, kazmaya gelir. Her gelen bir şey buluyor ki arkası kesilmez define avcılarının. Bir bütün halinde son görüşünüzdür orayı, çürük kumaş gibi dikiş te tutmaz sonra. ‘Tadilat, tamirat’ın anlamı değiştirilmelidir sözlüklerimizde.



Dar geldi, sığmadı. Daha çok vardı sayacağımız. Özellikle şu kentin engellilere göre düzenlenmesiyle ilgili yasadan sonra yeniden gözümüze batar oldu. Alışmışız demek zamanla. Bir acemilik midir, nedir bilemedim. Düşünürken aklıma şöyle bir fikir geldi önlem olarak:

Diyelim engelli yolunu, kaldırımı yanlış yapanın, işçisinden müdürüne kadar, kafasına döşediği döşemeyle vuralım. Tabela, direği sökmek zor olacağı için bu durumda, kafayı direk ve tabelayla buluşturalım. Mazgala elini sıkıştıralım. İndirelim çıkartalım asansörsüz, yürümeyen merdivenlerden. Çukur terbiyesi için evinin, apartmanının önünü, her gün bizzat kendisine kazdıralım, uslanmayanı, çukura itip, çıkaralım.



Yukarıdaki acemilikler, 90 yaşındaki bir başkente yakışıyor mu? 90 yaşındaki bir başkentte, hala bu kadar acemilik olur mu?

11 Ağustos 2013 Pazar

BAYRAMIN TADI TUZU


09.08.2013 Milliyet-Ankara Gazetesi



Çocuklar, senin çocuk bayramlarının tadını bilsin istiyorsun. Çocukluğunun heyecanı, coşkusu olsun istiyorsun. Yaş aldıkça değerleniyor, şimdiki çocuklar “Ya hiç tanımadan büyürlerse?” diye bir kuruntu duruyor aklının köşebaşında. Katkısız, hormonsuz heyecan, “Güzel şeyler oluyor” coşkusu, bir kez olsun tanısınlar hayatlarında. Bir kez tanışsa yeter, her anne-babanın çocuklarına yaşatmak isteyeceği bir duygu, geleceğe güzel bir şey devreder. Ahtapot gibi her yanından sıkarak saran sanal dünyada, asla öğrenemeyeceği insanca bir şey. Böyle heyecan, böyle coşku, insana hastır, insanlığını hatırlar, saflığını çağırır zor zamanlarda.



İçimizden niye çıkardınız?

Yaşı ilerledikçe geçmişi övenlerden sanıyordum kendimi. “Nerede şimdi, kaybettik o eski bayramları” diyordum. “Çocukların günahı neydi aldık ellerinden, yaşayacakları en saf, en içten, en çocukluk duyguları” diyordum. Çocuklara niye diyorsun, babası kaybetmiş, anası kaybetmiş, onlar bulsunlar bir önce. Hesabını sorsunlar, “Niye çıkardınız bu duyguları  içimizden?” diye. Her şey yerli yerinde ama üzerini çöp düşünceler, duygularla örtmüşler, o yüzden görünmediğini fark ediyordum. Kaldırsak şu çöpü, eski saflıklar, dostluklar, komşuluklar çıksa altından, yaşadığına değse hayat. Olmaz mı? Olur.



Karamsarlığı atmak üzere

2 Nisan 1992’de yazmış ‘Başkentizm’ diye:



Bu yalnızlık bir karanlık

Gün ağardıkça da bitmiyor

Bu ne biçim bayram günü

Dönüşü yok Ankaralık



Başkentimiz bir hastalık



Nasıl karartmışsa içini, dayaktan beter etmiş Ankara’yı da bayramını da Can Yücel. Bir zaman ben de öyleydim ama artık bu satırlardaki karamsarlığı taşımıyor, atmak üzere Ankara.



Hatamızdan dönüyor muyuz?

Zor günlerden geçişi bitmeyen bir ülkeyiz. Bazı bayramlarımızdan soğuyor bazılarından uzaklaşıyoruz. İnsandan soğumak, insanlardan uzaklaşmak demektir bayramdan soğumak, bayramdan uzaklaşmak. Bizim millette iğreti durur bu don, kalabalığı, onun içine kaynamayı sever tabiatımız. Orada bulur kendini, orada ‘biz’ oluruz. 

Ümitlerim artıyor, eski bayramların ucunu görür gibi oluyorum. Tatile kaçmıyoruz hemen, yeniden önce anamızın, babamızın, büyüklerimizin ellerini öpmeye, kardeşimiz, arkadaşımızla bayramlaşmaya başladık. Hacivat-Karagöz, yeniden bayram eğlencelerinin en güzel atışmalı çifti. Bayram alışverişinde kalabalık oluyor çarşı yeniden. Belki biraz biçim değişiyor ama en büyük hatalarımızın birinden dönüyormuşuz gibi geliyor. Aynı dönüşü, milli bayramlarımız için de görmeyi diliyoruz.



Tadı tuzu bu ses

İyi bir Ramazan geçirdi Ankara. Birkaç siyasinin bazılarına miting muamelesi yapması dışında, çok kalabalık iftarlar, beraber sahurlar yapıldı. Kalabalık olduk, yan yana oturduk. Şimdi bayramına geldi sıra.



Aynı kalabalık, yan yana, bayramı kutluyoruz beraber. Bayramda, beraberliğin sazı kulağa hoş geliyor, ayırıcılığın değil. Bayramın tadı tuzu, bu sazın sesidir, çocukluğumuzun heyecanı, coşkusu, bu sesle beslenir. Geleceği ümitle dolduran en güzel nağmeler, işte bu sazın sesinde titrer.


Hep beraber nice güzellerini görmek üzere büyüklerin Ramazan, çocukların Şeker Bayramı kutluyorum.

8 Ağustos 2013 Perşembe

SANAYİ BEKLEMEKTEN ÇÜRÜYECEK



 06.08.2013 Milliyet-Ankara Gazetesi



Türk sanayisi, bir doygunluk noktasına geldi. Artık yabancı firmaların taşeronu olmak, dışarıdan alıp, parçaları birleştirmek ya da taklit ürünler üretmek kesmiyor Türk sanayisini. Sınıf atlamak, kabiliyetine yakışır işler yapmak istiyor. Kendini geliştirmeyen ülkelerin düştüğü ‘orta gelir tuzağı’na düşmek istemiyor. Kendi teknolojisini geliştirmeyen,  sanayisine, ticaretine yeni açılımlarla yön vermeyen ülkeler düşüyor bu tuzağa. Kısıtlı teknolojisi, ufuksuz iş yaşamıyla olduğu yerden ilerleyemediği gibi, gerisin geriye tepetakla yuvarlanabiliyor. İşte biz, bu ipin üzerinde yürüyoruz şimdi; destek olmazsa karşıya geçemeyeceğiz. O yüzden “Elimiz, ayağımız tutarken talip olduğumuz şu işlere girişelim” diyor sanayiciler. Hepsi demese de diyenlere kulak verelim, onlar iddialarının arkasında duracak beceriye de kavuştular çünkü.



Önce ARUS

Yerli araba konusu açılmıştı ama raylı ulaşım sistemlerinde daha hızlı davrandı sanayicilerimiz. 82 firma, 29 destekleyici kurumla bir araya geldi, hızla 'Anadolu Raylı Ulaşım Sistemleri Kümelenmesi ARUS’u oluşturdular. 1 yıl önce metronun yüzde 51’ine taliptiler, bu yıl yüzde 100’üne talipler. O kadar hızlı ve planlı bir hazırlık yaptılar ki şimdi yüksek hızlı trene de talipler.



Uçağın yüzde 40’ına

6-8 Mart 2013 tarihleri arasında  Savunma ve Havacılıkta Endüstriyel İşbirliği Günleri” yapıldı Ankara’da. Boeing, Airbus gibi dev sivil havacılık şirketleri, büyük ilgi gösterdi bu etkinliğe. 4 binin üzerinde ikili iş görüşmesi yapıldı. İş yapamayacağı adamla görüşmez böyle firmalar,  Türkiye’deki savunma ve sivil havacılık sektöründe üretim  kabiliyetini ölçtüler. Görüşmelerin çoğu olumlu geçti. Türk Hava Yolları 2014-2021 yılları arasında teslim edilmek üzere  137 Airbus, 115 Boeing uçağı satın aldı. Maliyeti 31 milyar 200 milyon dolar yani 57 milyar (katrilyon)Türk lirası. Sanayicilerimiz, havacılık alanında da iddia sahibi, bu ihalelerin de yüzde 40’ına talip oldular. “İlk anda bu kadarını yapacak kudretimiz var” diyorlar.



Savunma sanayi uyguluyor

Savunma Sanayi Müsteşarlığı, kamu kurumları arasında bu konuyu en iyi değerlendiren kurum oldu. ATAK helikopteri, genel maksat helikopteri ve F 35 uçağının toplam proje bedeli 22,7 milyar dolar yani 41 milyar (katrilyon) Türk Lirası ve bu projenin yüzde 57’si yerli sanayici işin içine katılarak yapıldı. 23 milyar liralık kısmı yani. Olabiliyormuş değil mi?

Dünyanın güvendiği sanayicilerimize, kendi ülkemizin kurumları ve yöneticileri niye güvenmiyor acaba? Güveniyorsa özellikle yabancı ihalelerdeki yerli katkı oranlarını niye dikkate almıyorlar. Niye bizzat Başbakanlığın yerli üreticiyi destekleyen genelgelerinin gereğini yerine getirmiyorlar?



Çürük direksiyonla nereye?
Ankara, geçtiğimiz ay açıklanan Türkiye’nin İlk 500 Firması arasına 7’si kamu olmak üzere 34 firmayla girdi. Organize sanayi bölgelerinde, teknokentlerinde, üniversitelerinde yay  gibi gerilmiş bir sanayi altyapısı hazır bekliyor. Dokunsanız zıpkın gidecek, hedefine saplanacak. Ancak bu arabanın frenine kim basıyorsa kırmızı, sarı, yeşil, bütün ışıklarda bekliyor sanayimiz. Beklemekten teknolojiler değişecek, başkaları ihaleleri alacak, bizim tuttuğumuz direksiyon da çürüyüp elimizde kalacak. “Gidelim” deseniz nereye gidilir bu çürük  direksiyonla? Yönümüz belliyken gidelim artık.

3 Ağustos 2013 Cumartesi

ODTÜ (ATATÜRK) ORMANI


02.08.2013 Milliyet-Ankara Gazetesi



Birşeyler oldu Ankara’ya; birkaç aydır zor bela büyümüş ağaçlarını kaybedişini izliyoruz. Yeşillendirmesi zor iklimde, binbir emekle büyütülmüş ağaçları, bir gerekçeye dayandırılarak kesiliyor biçiliyor, en sonunda yakıldığını da  gördük. İstanbul’un rantçısı meşhur, yeşil bırakmadılar 3 denizin nemini alan o güzelim şehirde ama Ankara, hem yeşile aç hem de yeşilin kıymetini bilecek bilinçli insanların yaşadığı bir şehirdi. Sözbirliği etmişçesine ne oldu da birden her güne bir ağaç katliamı sığdırıyoruz, anlayamadık. En son ODTÜ Ormanı’ndaki yangın yaktı yüreğimizi. Aynı anda 2 yerde çıktı, söndürüldükten hemen sonra yine aynı anda 2 yerde daha çıktı. Dile kolay; 30 hektar yandı bir çırpıda. 300 dönüm ya da 300 bin metrekare. Her ağacı çok değerli bozkır ikliminde.



1960’lardan beri

ODTÜ Ormanı, Atatürk Orman Çiftliği’nden sonra, gözünün içine baktığımız birkaç parça yeşilliğinden biri Ankara’nın. Askeri birliklerin de yardımıyla 1960’lı yıllarda, Orman Genel Müdürlüğü tarafından oluşturuldu. Adı “Atatürk Ormanı”dır. Ankara’nın doğal koşullarına uygun, son derece başarılı bir ağaçlandırma çalışmasıdır. Başarısını, orman mühendisleri onaylıyor ancak yönetilişi konusunda aynı iyimserliği taşımıyorlar. Karamsarlık nedenlerini şöyle sıralıyorlar:



Atatürk Ormanı’ndaki hatalar

- Ormanın doğal yapısı, bazı kuruluşlara yapılan arazi tahsisleriyle bozulmuştur.

- ‘Sosyal tesis’ yapacağız diye göl manzaralı güney yamaçlarında, yüzlerce ağaç kesilmiştir.

- Kuraklık dönemlerinde, uyarılara karşın, ağaçların kurumasına yol açan ‘çambitleri’yle etkin bir savaşım yapılmamıştır.

- Yıllarca otlarının kuruduğu dönemlerde ot temizliği, ‘orman bakım’ çalışmaları kapsamında aralama ve budama işleri yapılmamıştır. Tüm uyarılara karşın ancak yakın geçmişte, o da kısmen ve üstünkörü yapılabilmiştir.

- Yangın söndürme amaçlı uzman görevlendirilmesine önem verilmemiş, çıkan yangınlar, adeta koşuşturmalarla söndürülmeye çalışılmıştır.

- En azında belirli bir kısmı, doğal dokuyu bozmadan donatılıp, Ankaralılar’ın denetimli yararlanmasına açılmamıştır. Dolayısıyla Atatürk Ormanı, Ankaralılar’ın olamamış, izinsiz denetimsiz, rasgele yararlanmalara yol açılmıştır.

- 2007 yılında yanan yerler, akıl almaz biçimde yanlış ağaç türleriyle ağaçlandırılmıştır.



Çiftlik gibi ayna olacak

Böyle diyor uzmanları. Yeşil konusunda tanıdığım çok uzman var, yöneticilerimiz isterse her yıl sınıflar dolusu orman mühendisi mezun veriyoruz, bana anlattıklarını onlara da anlatabilirler. Doğal bir düzeni olan, doğayı düzenleyen ormanla park yapmak aynı şey değildir. Parklar, doğa için, ormanla aynı işlevi görmezler. Hele o parklara, göze hoş geliyor diye, tamamen yabancı ağaçlar ve bitkiler dikiyorsanız bırakın ormanla kıyaslamayı bilin ki en kısa zamanda o ağaçlar ve bitkilerden de olacaksınız. Bölgenin kendine özgü doğal yapısını bozmanız da cabası olacak. Atatürk (ODTÜ) Ormanı da  Atatürk Orman Çiftliği gibi, tabii ki yapılanların aynası olacak.