31 Ekim 2012 Çarşamba

YARIM KALAN ÇİFTE BAYRAM COŞKUSU


30.10.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi

Öyle ya yarım kaldı. Biri dini biri milli iki bayramımız kesişmiş, 'katmerli bayram' diye sevinmiştik. Tüm ülke, kurban yerine kendini kesen acemi kasaplar dışında, sakin ve huzurlu bir beraberlik içinde geçirdi Kurban Bayramı’nı. Aynı beraberliği, Cumhuriyet Bayramımız için bekliyorduk. Olmadı. 89’uncu yaşını kutladığımız Cumhuriyet Bayramı, alışık olmadığımız tartışmaların kara bulutlarıyla gölgelendi.

Atatürkçü Düşünce Derneği, 40’a yakın dernekle Cumhuriyet Bayramı’nı, resmi törenlerden ayrı kutlama girişimi başlattı. Birinci Meclis önünde toplanacaklardı. Ankara Valiliği, gerekçe olarak önce 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’na muhalefeti, sonra etkinliğe katılacak grupların arasına kışkırtıcıların karışacağı istihbaratını öne sürdü. Bu nedenlerle toplantıya izin veremeyecekti.


Tartışma büyüdü, siyasetin ve ülke gündeminin başköşesine oturdu. Çok eksikmiş gibi, yeni bir sorun etrafında çekişme başladı. Kurban Bayramı kadar hepimizin bayramı, çekişme konusu olmuştu. Çekiştirilen, 29 Ekim, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş günüydü!

Ayrışmadan ders çıkarmadık
Karşılıklı niyetler belki öyle değildi ama buralara gelmişti konu. Gelmemesi imkansız. Hayati hassasiyette bir konudur, ucundan çekince bir ülkenin ve milletin zırhını, söker atarsınız. Bir millet ve onun yöneticileri, kendi devletinin kuruluş gününü kutlamayı beceremiyorsa başka hiçbir şeyi de beceremez. 60 yıllık kardeşi kardeşe kırdıran kavgalardan geçtik, hiç mi ders çıkarmamıştık o ayrışmalardan?

İşte Fikret Bila yazdı; ‘Resepsiyon Sorunu 10 Yaşına Bastı’ diye. 10 yıldır devletin üst yönetimi ve siyasi partiler, devletin bayram günlerinde, tam kadro bir araya gelemiyor. Ayrışma varsa bayram, bayram yoksa birlik olmaz.

Cumhuriyet, kendini yenileyen devletin, kurucusu Atatürk, o yeniliği gerçekleştiren kadronun ve milletin simgesidir. Bugün, bu yeni devletin içine büyümüş ve siyaset yapan pekçok yöneticinin, anası babası ya da dedesi ninesi olmasa bu değişim gerçekleştirilemezdi. Güncel siyasete fazla kaptırmasın, içine büyüdükleri modern devleti borçlu oldukları atalarını, bu kadar çabuk unutmasınlar.


Temsil sorunu
Aslında bu kutlama çekişmeleri, gözlerin görmek istemediği daha kapsamlı bir sorunu da barındırıyor içinde; temsil sorunu. Her yeni seçimde oy vermeyenlerin oranı biraz daha artıyor. Bunların bir kısmı keyfini bozmayanlar ama çok önemli bir kısmı siyaset alanında görüşlerine karşılık bulamayanlar. Oy verecek parti bulamayan bir kitle var. Ne basında ne mecliste temsil ediliyor görüşleri. Tepkilerini gösterecekleri bir ortam oluştuğunda çıkıveriyorlar ortaya. Ya da biraz yakın hissettikleri ortam oluşunca. Bazı partiler, bazı etkinlikleri sahipleniyor ama o etkinliklere katılanların bir kısmı, hiçbir partiye oy vermiyor. Böyle sessiz, gözardı edilen bir kitle var; muhalefet partisi olacak çapta oy oranına sahip bir kitle. Bazı gösteri ya da toplantılar, bu kitlenin kendini seslendirme fırsatı oluyor. Bir gün bu kitleyi, daha ayrıntılı ele almalı.

Zayıf bayram gevşetir

Yani efendim, milli bayram, milli gün kutlamaları, Ramazan ya da Kurban Bayramları’ndan daha az önemli değildir. Geçici gerekçelere, trafik sorununa ya da pastane köşelerinde kutlama seviyesine indirgenemeyecek hayati günlerdir. Bayramların zayıf olanı, zamanla diğerlerini de zayıflatır. Birlik, beraberlik bir kez gevşeyince hep gevşer. Gevşememesi gereken bir yer var, orası devletin merkezi başkent Ankara’dır. Biri dini biri milli çifte bayram coşkusu, o yüzden bir tek Ankara’da yarım kalamaz.

27 Ekim 2012 Cumartesi

BAYRAM ÇOCUKLARI


26.10.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi



Olmak bilmeyen bayram sabahına kendiliğimizden erken uyanır, zorla kahvaltıya oturur, ne yediğimizi anlamadan biran önce kendimizi dışarı atmaya çalışırdık. Okul günü uyanmak bilmeyen vücudumuz yataklara sığmaz, çoktan sokağa taşmış ruhumuza yetişmeye çalışırdı. Hiçbir mesaiye böyle kendinden geçmiş gönüllü tayfası bulamazdınız. Herkesin hayatta kaçırmaması gereken günler ya da işler vardır, çocuklarınki de buydu; bayram sabahı toplanan tayfanın, mutlaka içinde olacaktınız.

Ayakkabıları giymek büyük zaman kaybı, arkasına basarak çok ama çook geç kalmış telaşıyla merdivenlerden uçarak iner,  hareket etmeden kafileye yetişmeye çalışırdık. Bir buluşma saati olmaz, belki de o yüzden içimiz içimize sığmaz, daha fazla telaşa dolanırdık. “Ya gittilerse!..” Mahallenin çocuklarını, sokağın bir yanında toplanmış gördüğümüzde aklımız, evden yeni çıkıyor olurdu.

Arkadan yetişen aklımız, elimizin ayağımızın telaşını gizleyecek tavırlar için yetişirdi; “Hevesli olduğumdan değil, olağan bir gün benim için. Sizi gördüm, ona geldim” tavırları. Kalp, küt küt!..

Çocukluğumuz.. Karadeniz Ereğlisi.. Erdemir Lojmanları.. 104 Evler… Bayram ziyaretlerini, mahallenin çocukları, kızlı erkekli beraber yapardık. Beraberken zevkli olurdu. Dünyanın sırrına erecekmiş gibi telaş, bir çocuk için çok az yaşanan, kaçırdığında da bin pişman olunan ciddi bir törendi çünkü. Kim söyledi de biz ne zaman toplanmaya başladık, sorsanız kimse anımsamaz. Samimiyeti, kendiliğinden oluşundandır belki. Kendiliğinden hep beraberlik!

Kaçıranlar olurdu da bayramı zehir olurdu. Sürekli eğlencenin  gerisinde, vah vahtı zavallıya. Piii, bizim bitirdiğimiz kapıları dolaşacak ta harçlık toplayacak ta bakkala gidecek te çatapat, mantar, çiklet, gofret alacak ta!.. O, bakkaldan dönene kadar biz, şenliği bitirmiş oluruz, öğle yemeğine çağırır anne, babalar. Çatapatın, mantarın, füzenin, kızkovalayanın, çikletin, gofretin tadı çıkmaz tek başına. Öğleden sonraya, ertesi günlere kalınca da kalabalığın keyfi olmaz; aile, akraba ziyaretleri başladığı için hep eksiklidir kalabalık. Kaybedilmiş bayramdır sabah kafilesini kaçırmak.

En büyüklerden bir iki kişinin, “Gecikenler kendi bilir, haydi arkadaşlar!” demesiyle ziyaretler başlar, en girişkenler önde, en utangaçlara doğru dizilirdi kafile. Utangaçlar, şekeri, harçlığı görmez, kafileyi kovalama derdine düşerdi. Bir sonraki bayram, utangaçlıkları azalır, önlere geçer, bir sonrakinde iyice cesaretlenmiş olurlardı. Bayram kafilesi, eğlenceli bir okuldu!

Ziyaret biter, büyüklerin “İlk hedefimiz bakkal.. hücuuummm!” talimatıyla pata pata pata toprağa vurarak koşan çocuk adımlarına boğulurdu bayram sabahı. Nemrut, huysuz ama bayramlarda çehresine nur inen 60 Evler’deki bakkala, taarruza geçerdik. Huysuz adamın, keyfinden hesabı şaşar, paranın üstü diye verdiğimiz parayı geri aldığımız olurdu. Akşama kadar anlatır, çocuk kahkahalarıyla katılırdık. Ağabeylerimizden biri “Günah oğlum, yazık adama, gidin verin parasını” diyene kadar. Nemrut, huysuz adama, götürür parasını verir, insanlığımızı geri alırdık.

Her bayram, mutlaka bir şey öğretirdi bize. Ancak sabah kafilesi, çok önemliydi. Bir kez geç kalmıştım da tek başına çıktığım ziyareti, harçlıklardan vazgeçerek yarım bırakmıştım. Kapısını çaldığım komşular, sevgi ve şefkatlerini esirgememiş ama bana “vah zavallı, tek başına” diyorlar gibi gelmişti. Sonraki her bayram sabahına, hep geç kalmış gibi erken kalktım. Beraberliğin tadı ve eğlencesi, yalnızlıkta yoktu.

Geçtiğimiz Ramazan Bayramı’nda, sözleşmiş gibi, ilk kez bu yıl çocukların hiç kapıları çalmadığını konuştuk İstanbul’dan, Ankara’dan dostlarla. Sözbirliği etmiş gibi, çalmamışlardı kapıları. Çocukların olmadığı bayram, bayram olamaz. Böyle bir güne ‘bayram’ diyorsanız o bayram, kesinlikle bizim bayramımız olamaz.

25 Ekim 2012 Perşembe

YEREL YÖNETİM BİLMECESİ VE BAYRAM


23.10.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi



Bayram üzeri ağızların tadını bozacak, bayram sevincini kursakta bırakacak konulara değinmek zor geliyor. İşlevini gölgeleyen bir şey günlük dertleri bayrama taşımak. Bayramın gelişi, bir hafta 10 gün önceden heyecanlandırmalı insanı. O heyecanı duymak için de önce bayramın geldiği hissedilmeli. Dünyanın bitmez tükenmez çatışmalarına, çekişmelerine, biraz ara vermeli. Bayramın, “Geliyorum” demesine zaman tanımalı. Cumartesi-Pazar tatili olmadığı için, son geceye kadar insanın ruhuna çökmemeli. İçimiz, iyi ve güzel duygulara hazırlanmalı. Ki bayram bayram olsun.

Hem de milli ve dini iki bayram, Kurban ve Cumhuriyet  Bayramlarımız kesişmiş, katmerli bayram yaklaşırken. İkisinin  de bahanesiyle tek vücut, beraberliğin tadını çıkarmak  gerekirken. Beraberliği, çocuklarımıza, katmerli aşılama fırsatı doğmuşken. Biz, bu duygularla tanışmış çocuklarız,  şimdikilerin günahı ne?

Gizemli kanun çıktı ortaya
Bu bayramlara, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en hayati yasal  düzenlemelerinden biri diyebileceğimiz gelişmelerle giriyoruz. Bir hafta öncesine kadar adını bile öğrenemediğimiz bir yasa teklifi, sanki çok sakin bir gündemimiz varmış gibi, geldi,  hepsinin ortasına gümledi. Adını ve içeriğini bir türlü öğrenemediğimiz için ‘Yeni Belediyeler Yasası’ diyorduk,  meğer ‘Büyükşehir Belediyesi Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı’ diye çok uzun bir adı varmış. Hala yarısı gizemler taşıyan bir ad.

İlk 11 Mayıs 2012 günkü ‘Planın Ne Ankara? (2)’ yazımızla gündeme getirmiştik konuyu. Başbakan Eski Yardımcısı ve Dışişleri Eski Bakanı Murat Karayalçın’dan duymuştuk yeni  Belediyeler Yasası hazırlığını. Resmi, resmi olmayan yöneticilere, kurumlara sormuş, dedikodu seviyesinden öteye gitmeyen duyumlar dışında, taslağa ilişkin hiçbir bilgi edinememiştik. Sonra 22 Haziran 2012’de, ‘Çok Gizli Yeni Belediyeler Yasası’ diye yeniden yazma gereği duyduk. Bilgi edinmeye olan ihtiyacımızı, bu kez bir duyan olur belki diye. Yasa taslağının adını bile ilaç niyetine söyleyen çıkmadı iyi mi?

Eldeki en somut bilgi, Haziran ortasında Beypazarı’nda park açılışı yapan Büyükşehir Belediye Başkanımız Melih Gökçek’in ağzından çıktı; “Beypazarı, yakın bir tarihte Büyükşehir Belediyesi’nin sorumluluk sınırlarına dahil olacak” diyordu. Aşkolsun ya, biliyormuş ta bize söylemiyormuş!

Kafalar karışık
Şoklar halinde, birini hazmedemeden diğeri geliyor. Bu kadar ağır bir gündemi, normal insan aklıyla kaldırmak zor. İşte televizyonlarda, gazetelerde, internet sayfalarında  tartışılıyor. Tartışma yeni başlamış ama bir yandan Meclis İçişleri Komisyonu’nda, tasarı maddeleri birer birer geçiyor. Tartışmalar, gerekçeleri birbirinden çok kopuk yorumlar nedeniyle kafa karıştırıyor, iyiyi kötüyü ayırt edemez haldeyiz. Ve tarihimizin en hayati yasal düzenlemelerinden biri, bayram öncesine sıkıştırılıyor, kafalar, oluyor türlü!

Bayramlar yasalardan önemlidir
Mayıs ayından bile önce taslağa ilişkin duyumlar olduğuna göre, niye Ekim ayına kadar bekledik te son ana sıkıştırdık acaba? Ferah feza tartışsaydık, iyiyi kötüyü anlasaydık. Gizemli hallerden şikayet etmiş, “21’inci yüzyılın etkili ülkelerinden biri olma yolundaki Türkiye’nin, bu yüzyılda uygulayacağı kamu idare yöntemi bu mudur?” diye sormuştum. Bayramların hatrına bu kadarla bırakalım.

Bayramlar, beraberliğin pekişme günleri. En önemli yasalardan bile daha önemlidir. Bozulan beraberliklerin yeniden kurulması yüzyılları alıyor ama görüldüğü gibi yasa dediğin, birkaç ayda  değişebiliyor!

Beraberliğimizin nişanı Kurban Bayramı mübarek, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramınız, şimdiden kutlu olsun.

21 Ekim 2012 Pazar

VALİ DERTLİ BİZ DERTLİ


19.10.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi



Tık tık kapı… Milliyet Ankara Gazetesi’nin misafiri, Ankara Valisi Alaaddin Yüksel geldi. Uzun zamandır yüzyüze değerlendiremedik, Ankara konuşmaya misafirimiz oldu. O kadar birikmiş derdi varki başkentin, yapıldıkça daha büyükleri  ortaya çıkıyor ya da eksiklerin büyüklüğü üstümüze üstünüze geliyor. Yapılan göze batmıyor, eksiğin ayrıntıları, tek tek çözülmeyi bekliyordu. Konuşmaktan çaylar soğuyor, yarısını konuştuysak yine yarısı kalıyordu. Vali dertli biz dertli, Ankaralı, bizden dertli.

Ankarasız Ankaralılar

Vali Yüksel’in en büyük derdi, Ankaralı’nın Ankara’ya ilgisizliği. 2 yıl önce teselli niyetine “Belki tepkilerine karşılık alamamak köreltmiştir aidiyet duygularını” demiştim. “O yüzden Ankaralılar, Ankarasız kalmıştır.” Teselliye çay demle, Allahtan moralini bozmadı Vali Yüksel! Turizmi, Ankara Kalesi’ni, Bilişim Vadisi’ni, Ankara Kalkınma Ajansı’nı ve onun aracılığıyla uygulanmaya başlayan seracılıktan hayvancılığa, pekçok projeyi, üniversitelerin sanayicilerle buluşmasını, Ankara’nın gündemine soktu. Çok büyük bir iş, sadece ilk çiviyi çakarak başlayabilir. ‘Başlamak’tır aslolan, ilk çividen sonrası, yarım bırakanın günahıdır.


Turizmden tarıma, Bilişim Vadisi’nden ulaşım ve trafik sorunlarına, seracılıktan, hayvancılıktan, tabiat ve kültür birikimine hatta miting alanları ve yeni stadyumun yerine kadar çok şey konuştuk. Gazetemizin haberlerinde, detaylarını okuyacaksınız. Bendeniz, turizm ve ‘karanlık’ kentin gece yaşaması konusunda birkaç noktanın altını, kalınca çizmekle yetineceğim.

Neyi bekliyorsunuz?
‘Turizmcileri Turizme İkna Etmek’ başlıklı yazım, Valimizin  çok ilgisini çekmiş. 2 yıldır turizmi sayıklarken turizmcilerden beklediği ilgiyi görememekten şikayetçi. “Kapım sonuna kadar açık, her türlü proje ve önerilerini bekliyorum” diyor. Ben de turizmcilere, Vali Yüksel’in kapısını, ısrarla çalmalarını salık vermiştim. Önceki Antalya Valiliği’nden, sağlam bir turizm tecrübesi var.

Burun kıvıranı uyarayım; 33 bin yatak sayısıyla yeni konaklama tesisleri geliyor. Başlamış, inşaatları devam eden tesisler bunlar. 50 binleri bulacak yatak sayımız. “Niye yapılıyor bu yatırımlar?” diye merak etmiyor musunuz? Doğrudan uçuş noktalarıyla 1 buçuk yılda Esenboğa’nın yolcu sayısı, yüzde 11 arttı. Hızlı tren seferleriyle günlük yolcu sayısı, binden 17 binlere çıktı. Harekete geçmek, Alaaddin Yüksel’in kapısını aşındırmak için, hala neyi bekliyor turizmciler acaba?

Karanlık başkent
Yetersiz aydınlatma dolayısıyla “Türkiye’nin en karanlık şehirlerinden biri” diyor Ankara için valimiz. “Başkent, güneş battıktan sonra da batmamış gibi yaşamalıdır” diyor. Yüksek direk boyları gibi basit ayrıntılar nedeniyle yanlış aydınlatma, ruhumuzu karartıyor. Özelleştirilen elektrik şirketi, Emniyet Müdürlüğü'ne soruyor; “Şu bölge fazla tüketiyor, belirli saatlerde söndürsek asayiş açısından sorun olur mu?” diye. Asli işini şaşırmış şirketlerle yaşar mı bu şehir?

Dünya kenti
Bir de bu karanlığa erken biten toplu ulaşım araçlarını ekleyin. ‘Gri renkli kent’ derler adama. Daha da kurtulamaz lakabından, yaşamaz bu şehir. Bir şehir yöneticisi, kaç saat yaşatabiliyorsa kentin rengi o kadar parlak, müşterisi o kadar çok olur. Saatleri ve hayalleri daraltılmış, yaşamadığı saatler yaşadıklarını aşan bir kentte, tabii ki heyecansızlık oluyor.

Yarı ölü başkent, 70 yıllık döngüsünü 2 yıldır kırmaya, yeni civcivlerini vermeye uğraşıyor. Valinin de bizim de Ankaralı’nın da ümidi, bu civcivlerde. İş ki kalın kabuğunu kırabilsin, hayat bulabilsinler. Derdimiz, bu civciv  projelerin yaşama geçmesi, Ankara’yı bir dünya kenti olarak olgunlaştırmasıdır.



Fotoğraflar: Şevket Yaman

17 Ekim 2012 Çarşamba

İSTANBULLAŞAN ANKARA’DA RANT ÇİFTLİĞİ

16.10.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi

Başkent oluşunun 89’uncu yılını, Atatürk Orman Çiftliği’ndeki gelişmeler gölgeledi. Ankara, gözlerden ırak inşa edilen bir Başbakanlık binasının efsanesiyle çalkalanıyor, Çiftlik, içinden dışından otoban gibi yollarla dilimleniyor, hukukçuların, şehir plancıların, mimarların itirazları arasında Çiftliğin varisi halk, mirasını, boş bakışlarla teslim ediyordu. Sahibi olduğu araziyi, karşılıksız olarak kendi eliyle veriyordu. Parasıyla aldığı bir dönüm tarlanın, 1 metrekaresini bu bonkörlükle verebilir miydi acaba?


Mumla bulunmaz yasa
Tarih, 8 Temmuz 2006. 26222 sayılı Resmi Gazete, 5524 sayılı yasayı yayımlıyor. Adı, ‘Atatürk Orman Çiftliği Müdürlüğü Kuruluş Kanununda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun’. 60 yıldır 53 bin dönümden 30 bin dönümü kaybeden Atatürk Orman Çiftliği, bu yasayla yeni bir kayıp dönemini açıyordu. Özetle;  yasadaki adıyla Tarım Ve Köyişleri Bakanlığı, şimdiki adıyla Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın uygun görüşüyle Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne, Çiftlik üzerinde büyük imar planları yapma yetkisi veriliyordu. Bir belediyenin, mumla arasa bulamayacağı şeydi; değeri çok yüksek bir arazi ve üzerinde plan yapma yetkisi!

Sonra geçen yıl, bu arazi içindeki bir bitki müzesi ve bitkibilim araştırma merkezi olan Gazi Yerleşkesi, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu tarafından, 1’inci dereceden ‘3’üncü Derece Doğal ve Tarihi Sit Alanı’ değerine düşürüldü. Bugün içine giren otoban kılıklı yollar ve Başbakanlık binasından anlıyoruz ki Çiftlik gidici! Hukuksuzluk, yasayla meşrulaştırılıyordu. Büyükşehir Belediyesi, hiç zaman kaybetmeden yasanın gereğini yapıyor, siz daha “yoğurt” diyemeden bir şeyler olup, bitiyordu. Halka vasiyet edilen mirasa, yasayla karşılıksız el konuyordu.

Beton asfalt cumhuriyeti
Beton yığını bir asfalt cumhuriyetine dönen İstanbul’un, ensesindeyiz; içindeki parkları bile betonlaşan dünyanın en güzel şehri ardından biz de betonlaşıyor, asfaltlaşıyor, İstanbullaşıyoruz. Şuncağız mirasa sahip çıkamıyor, çocuklarımızın soluyacağı havayı, bozkırda süreceği sefayı, çok görüyoruz. Miras, devletin kurucusunun bıraktığı miras, varisi de biziz. Ahde vefasızlık içindeyiz.

Çiğnenen vasiyet
Atatürk Orman Çiftliği, şu haliyle belki de soluduğumuz hava, yediğimiz ekmek, içtiğimiz sütten çok adalet, hukuk işidir  bundan sonra. Vicdanı yaralayan bir hukuk sorunudur artık. Hukukla bağlı bir vasiyet, emanet edildiği devlet tarafından yasayla savunmasız bırakılmıştır. Emanet eden, devletin kurucusudur, 60 yıldır çiğnenen vasiyeti, ortadan kalkmak üzeredir.

Çocuklarımızın geleceği
Devlet büyüğüne sağlayamadığınız adaleti, çocuğunuza garanti edebilir misiniz? 60 yıllık geçmişimiz, aynı zamanda edenin bulduğu bir siyaset ve hukuk çöplüğüdür. Bilin ki ne yapıyorsanız çocuğunuza yapıyorsunuz.

Atatürk Orman Çiftliği, son haliyle bir değere sahip çıkmanın, hukuka inancın simgesi haline gelmiştir. Çiğnediğiniz, çocuklarınızın geleceği olacak. Bir niyetin ustalıkla gizlendiği bir yasa için görüş bildiren hukukçuların, şehir plancıların, mimarların ve üniversitelerin olumsuz görüşlerine dayanarak şunu kesin olarak söyleyebilirim; Atatürk Rant Çiftliği, Atatürk Orman Çiftliği kadar yararlı olmayacak o çocuklara.

15 Ekim 2012 Pazartesi

ANKARA HAFTASI LAZIM


12.10.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi


Ekim ayı, mevsimlerin solduğu ama Ankara’nın yeşerdiği aydır. Doğasına sinmiş meziyettir; ümitler solduğu zaman yeşerir, ışıldar. Dar zamanların şehridir Ankara, kötü günde gösterir vefasını da aklını da gücünü de. Ya havasından ya suyundan ya taşından, toprağından.. ya da hepsinde pişen insanından, zorda belli eder kendini. Sonbahar güneşi olur, kuru kavruk dökülmüş yapraklar arasında, sürmüş taptaze filiz olur. Ölüm döşeğindeki ümidi dirilten gösterişsiz bir bilgedir. Soluk benizli Ekim ayı, onun zamanıdır. Kolay değil, ‘zor’dur Ankara’nın işi.


Birleşildiği kadar güç olur
Tarih, din, dil, ırk ayırmadan ortak değer ve kültür yaratabilen öncüleri, ‘büyük devlet adamı’ diye yazar. ‘Büyük devlet’, o değer ve kültürü, kazasız belasız  yürütebilme becerisine göre gücünü bulur. Büyük devlet adamı da büyük devlet de herkesi kucaklama kudretine göre ‘büyük’ olur. Görüşler değişir, çıkarlar çatışır ancak iş ortak değerlere gelince o dağınık organlar toparlanır, birleşir, birleştiği kadar büyük ve güçlü olur.

Ekim ayında ekilmiş değerler vardır Ankara’ya. Ortak olması gereken değerlerdir. Bunların 3 tanesi, ülkenin kaderini değiştirmiştir.

Kaderi değiştiren kararlar
Üç milletvekili, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne bir kanun değişikliği önerir: Milletvekili adayları, doğdukları veya en az 5 yıl süreyle yaşadıkları yerlerden aday olmalıdır. Amaç   Mustafa Kemal Atatürk’ün, yaklaşan seçimlerde milletvekili seçilmesini engellemektir; Selanik doğumludur ve yaşamı, cepheden cepheye, yeni Cumhuriyet sınırları dışında geçmiştir. Öneri reddedilir ama birçok il, kırgın Kemal’e hemşehrilik teklifi götürür. Ankara Belediyesi’nin teklifini kabul eden Mustafa Kemal, 5 Ekim 1922’de Hacıbayram kütüğüne kaydolur.

Yaklaşık 1 yıl sonra 13 Ekim 1923’de Ankara, başkent ilan edilir. Her haliyle sonuna kadar bu şerefi hak etmiştir. Gerek canıyla gerek aklıyla gerekse kesesiyle.

Çok geçmez, 16 gün sonra en büyük adım atılır; 29 Ekim 1923’de, Cumhuriyet ilan edilir ve Mustafa Kemal Cumhurbaşkanı seçilir. Ölümcül hasta yatağından kalkan bir millet ve devlet, sonbahara Türkiye Cumhuriyeti olarak uyanır. Solgun ve kavruk yapraklar dökülürken Cumhuriyet, aralardan filiz sürer.

Bir hafta lazım
İşte 5 ve 13 Ekim günleri arasını Ankara’nın Ankaralı  dernekleri, Valilik ve Büyükşehir Belediyesi’nin de içinde olduğu bir ‘Ankara Haftası’ olarak önermeye hazırlanıyor. Belki bakanlıklar, Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı’da katılır. Geniş katılımlı şenlikler, konserler, açık oturumlar, sergiler, geziler, yarışmalarla bu çok özel günlerin, anlam ve önemine yakışır bir biçimde yaşatılmasını düşünüyorlar. 90 yıl gecikmiş bir etkinliğin nesini düşüneceksek?

Oysa bizi, canı pahasına bugünlere taşıyan dedelerimize borcumuzdur. Ortak değerlerin kıymetini bilen bir nesil, orada buluşturan yöneticiler lazım bize. Ekim ayında, kendi toprağına ekilen, taze sonbahar fidanları lazım. Ekildiği gibi 29 Ekimler’de süren filizler lazım. Sürmesi için filizlerin, Ankara’ya, bir ‘hafta’ lazım!

10 Ekim 2012 Çarşamba

TURİZMCİLERİ TURİZME İKNA ETMEK


09.10.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi


Şu anda Ankara’da durum böyle; onlar edeceğine, biz onları ikna etmeye çalışıyoruz. 2 yıldır Ankara Valisi Alaaddin Yüksel, “Turizm de turizm!” diyor. Ankara’dan önce Antalya Valiliği yapan Yüksel, turizmden tecrübeli. Biz gazeteciler, Ankara turizmindeki her gelişmenin üzerine atlıyoruz artık. Geçen hafta Büyükşehir Belediye Başkanımız Melih Gökçek, 5 yıldızlı otel yöneticilerini topladı, vaadlerini sıraladı. Demek ki gelişmeler yeterince ikna edici değil, istisnalar hariç, sessizce beklemeye devam ediyor turizmciler.

Nabzı düşük turizm
Ankara turizmi, düşük ama sabit nabızlı bir düzen tutturmuş kendine. En iyi müşterileri, devletle işi olan ziyaretçiler. Düzeni, olara göre kurmuşlar. 2 saat Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ni gezip, Kale’ye bile uğramadan kaçırılan yerli,  yabancı ziyaretçilerden ümitleri kalmamış. Ankara’da, herkesin üzerine sinen yılgınlık, turizmcileri de otomatik pilota  mecbur etmiş. O kadar çok şey olabilecekken olmamış ki beklenti çıtaları, yaşayacak kadar atan bir nabız seviyesine düşmüş. Gerçekleştiğini görmeden, hiçbir vaade yükselmiyor o nabız.

İşte 5 Ekim’de, böyle kül yutmaz bir topluluk karşısına konuşmacı olarak davet edildim. Davetin ev sahibi, SKAL Ankara Şubesi’ydi. Her ay düzenli buluştukları yemekte konuşacaktım.

SKALcılar'la Ankara turizmi
SKAL, seyahat ve turizmin tüm kollarını bir araya getiren uluslararası tek organizasyon. 80 ülkede, 500 kulüp ve 25.000 üyesi var. Hepsi turizmin değişik alanlarında hizmet veren, yetkin turizmciler. Üst düzey yönetici ya da firma sahiplerinden oluşuyorlar. Tanışmamızla “Çok iyimsersin, anlat bakalım” oldu benimki. Kendim ettim kendim buldum!

2 yılı aşkın süredir Ankara’nın turizm kapısını açması için yapılan tüm etkinlik ve çabaları desteklemeye çalıştık. Önce  Ankara Kalesi’ydi. Çünkü Kale, Ankara’nın anasıydı, kentin doğduğu rahimdi. Anasına can gelince, kim bilir daha ne cevherler doğardı bağrına. 90 yıl önceki gibi hareketli ve bereketli, dünyaya açılmış, gelişmeye açık başkenti, yeniden doğurabilirdi.

“Bu toplantıya, sadece tek bir cümleyi söylemek için bile gelmek isterdim” diye başladım. O cümle; “Ankara’da turizmle uğraşan tüm dernek ve kurumlar, hepsini kapsayan bir çatı örgüt altında toplanmalı mutlaka.” Tur acentelerini, otelcileri, rehberleri temsil eden çeşitli dernekler var ancak bunların taleplerini yoğurup, ortak kanaate dönüştürecek ve seslendirecek tek bir ağız yok. O yüzden çok kafadan çok ses çıkıyor, Ankara’nın yöneticileri de bu karışık kanaatleri ve cılız sesleri, yeterince ciddiye almıyor. Bakir Ankara turizmi, bırakın gelişmeyi, üstüne ciddiye alınmayan turizmcilerin nabzını düşürerek, tekdüze bir yaşam sürüyor. Tek geliri bürokrasi turizmi, onunla yetiniyor.

Söylemek istediğim cümleyi dinleyip, “Sus” diyen çıkmayınca devam ettim: “Fuar turizmi, kongre turizmi, kaplıca, sağlık, eğitim ve doğa turizmi gibi daha birçok seçenek için yatırımlar yolda. Atatürk Kültür Merkezi alanına, çok büyük bir Medeniyetler Müzesi kurulacak. Ziyaretçi, 2’inci geceyi konaklarsa ‘turizm var’ diyorsunuz, yatırımlarda yanlış yapılmadan girin şu topa” demeye çalıştım. Akıllarda fuar,  kongre ve Hamamönün’den Kale ve yeni Medeniyetler Müzesi’ne uzanan tarih koridorunun kaldığını söyleyebilirim. Diğerleri eklenince rüya gibi turizm kabiliyeti olacak Ankara’nın. Çevre ilçelerin kabiliyetini, eklemedik bile.

Sözde kalmasın
“Sus” demediler ama 70 yıla yakın bir yılgınlığın suskunluğuyla ses te vermediler. Turizmcileri harekete geçirecek bir şeylerin, gerçekleşmesi gerekiyor.

Öncelikle Büyükşehir Belediyemiz, turizme yönelik alt ve üst yapılardaki yatırımları, derhal tamamlamalı. Biliyoruz ki sıkıştığı yerde Ankara Valiliği yardımını esirgemeyecek. Belki ilgili Bakanlıklar, Valiliğin de yetmediği yerde ellerinden tutacak. Yeter ki bir şeylerin sözde kalmadığı, eski alışkanlıkların aşıldığı, turizmcilere gösterilsin.

Fotoğraflar: http://www.turizmdesonnokta.com/ Derya Duysak

6 Ekim 2012 Cumartesi

MALIKÖY’DE SANAYİ SERABI


05.10.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi

250 yıllık gerileyişimizi durduran savaşın reviri, mühimmat deposu, havaalanı Malıköy. “Köye niye tren istasyonu koymuşlar?” diye merak edenler bilsin. Sakarya Meydan Savaşı’nın, Sakarya ilimizde yapıldığını sanan okumuş cahiller öğrensin. 10 kilometre yakınında, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının savaşı yönettiği Alagöz Karargahı var. Küçüklüğüne, sessizliğine kanmayın. Malıköy’ün, Kurtuluş mücadelemizde çok emeği var.

Badem bahçesinde tatlı hayaller
Sabah 9 buçuk. 2 Ekim günü, bereket taşıyan bulutlarla başlamıştı, şimdi sıcak gülümsemesiyle her yanı sarıyor, göz alıyor, yakıyor güneş. 45 dönümlük badem bahçesinin ortasında küçük bir bağ evi, verandasında simitli peynirli bir kahvaltıda, tepeden Malıköy’ü, geniş manzarayı izliyoruz. İzlediğimiz manzaranın yüzlerce hektarı, çoğu boş organize sanayi bölgeleri. Oturduğumuz badem bahçesi de bir organize sanayi bölgesinin içinde; Anadolu Organize Sanayi Bölgesi.

Tam bir yıl önce yazdığım 'Badem Lezzetinde Haberler'in yıldönümünü kutlar gibi, şimdi o bahçenin ortasındaydık. Badem kadar lezzetli bir haberdi çünkü; bademlerin satışından elde edilecek gelir, mesleki eğitime kaynak olacaktı. Gençlerimize okul ya da burs olarak dönecekti. Üniversite yolunda öğütmeden tüm gençleri, koluna altın bilezik bir meslek kazandırma gereğini ısrarla yinelediğimiz günlerdi. Bademlerin geliri birikirken müjde, Ankara Sanayi Odası’ndan geldi; ASO Teknik Koleji, bu yıl okullarla beraber açıldı. 5 yaşındaki bademler de yıldan yıla artan ürünüyle bu gençlere kaynak olmak için toprağa yayılıyor, 15 dönüm daha eklenerek 60 dönüme çıkmayı bekliyordu.

3 temel sorun
Bahçe iyiydi ya sorunları ve ihtiyaçları konuşmaya başlayınca simidin tadı, bahçede cıvıldayan kuşların sesi gitti.

Anadolu OSB’nin bahçesinden izlediğimiz manzaranın içinde 3 organize sanayi bölgesi daha var; ASO 2 ve 3’üncü organize sanayi bölgeleriyle Başkent OSB. Hepsi geniş yolları, istinat duvarlarına kadar bitirilmiş fabrika parselleri ve altyapısıyla bir düzen içinde hazır. Ancak çoğu parsel boştu. Anadolu OSB Yönetim Kurulu Başkanı Hüseyin Kutsi Tuncay ve yönetici arkadaşları, komşu organize sanayi bölgeleriyle ortak sorunlarını anlatmaya başladı.

Herkesin ilk sözü “Su” oldu. Elektrik gelmiş, doğalgaz gelmiş, yüzlerce hektar sanayi bölgesine, su gelmemişti. 1997 yılında burayı sanayi bölgesi ilan eden devlet, ilan etmiş ama köyün de sanayinin de en temel ihtiyacını yıllarca çözmemişti. Sulu sanayiden, kuru sanayiye!.. En yakın Kurtboğazı Barajı, 60 kilometre. Suyu getirmeye ne yetkileri ne de paraları var. Taşıma suyla değirmen döndürmeye alışığız da kuyu suyuyla sanayicilik, yeni buluşumuz!

İkincisi; yol sorunuydu. ASO ve Başkent OSB’ler biraz daha şanslıydı ama Anadolu OSB, ana yoldan içeri 6 kilometrelik yolda, cehennem azabı çekiyordu. Koca TIR’lar, karşı karşıya gelmesin diye dua ediyorlardı. Hem dışında hem içindeki daracık köy yolundan, sanayicilik yapmaya çalışıyorlardı. Daracık yolların daracık virajlarından dönmeye, malzeme taşımaya uğraşıyorlardı.

En önemli 3’üncü sorun ise kolektör ve arıtma sistemiydi. Atık suyu dışarı atabilecekleri yakında hiçbir yer yoktu. Arıtma sistemi olsa atık suyu kullanabilecek, çevre de kirlenmeyecekti. Hesaplamışlar; ASO ve Başkent OSB’lerle ortak kolektör ve arıtma yapılırsa 36 milyon (trilyon), herkes kendisi yaparsa 70 milyon liraya mal oluyormuş. Ortak arıtma için ses çıkmamış. Su olmadığından mı acaba?

Toprağa gömülmüş yatırımlar
Organize sanayi bölgeleri, ülke çapında 1 milyon kişinin ekmek kapısı. Anadolu OSB’nin, 450 fabrika parseli var, 15 bin kişiye iş alanı açabilir. Ancak bu koşullarda, topu topu 4 fabrikayla devletin ilan ettiği sanayi bölgesine gömdükleri yatırımla bekliyorlar. Bu 3 sorun yüzünden yatırımcılar, bölgeye gelemiyor.

Yani anlaşıldığı gibi sıcak bir Ankara sabahında, susuz Malıköy’de, anca bir sanayi serabı gördük!

3 Ekim 2012 Çarşamba

ZAVALLI AOÇ


02.10.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi



Nereden geldiyse bir cesaret geldi, Atatürk Orman Çiftliği’ni yarım yüzyıldır tırtıklama düşüncesi, son 1 yılda iyiden iyiye dirildi. Kulakları tıkalı, acımasız bir korkusuzluk olarak dikildi Çiftliğin başına. Birbirinden farklı hepsi tartışma yaratan projeleri, takip edemiyoruz artık. “Ne oluyor?” diyemeden olup, bitiyor bir şeyler. Yasa, hukuk, gak guguk!


Niye gizlilik?

15 gündür Feysbuk’ta (Facebook), altında “Atatürk Orman Çiftliği’nde, Başbakanlık binası için 2 bin 500 ağaç kesildi!” yazılı bir fotoğraf dolaşıyordu. Doğruluğundan emin olmak için kaynağını aradık, sorduk, soruşturduk, bir türlü kesin bir yanıta ulaşamadık. Yerinde görmek isteyen gazeteciler, gözucuyla bile bakamadan geri çevrildi. Doğru muydu yoksa, ne oluyordu yıkılan Gazi Yerleşkesi’nde? Başkentin göbeğinde, sisli, gizemli olaylar!



Gazi Yerleşkesi, çeşitli ağaç ve ağaççık türlerinin en güzel örneklerini barındıran parklar, ağaçlandırma alanlarından oluşuyordu. 3 tane tescilli anıt ağacı vardı. Türkiye’nin en eski herbaryumlarından, yani bitki koruma ve saklama amaçlı müzelerinden biri olan Araştırma Herbaryumu, oradaydı. 2 bin  500’le kaldıysa eğer kesilenler, korkum; o 2 bin 500 ağaç arasında, bu ağaçların da olmasıdır. Aşırı gizlilik aklı  çeliyor, düşüncesi bile insanı buz kesiyor.


Devlete emanet!

60 yaşında bir yerleşke. 1998 yılında, ‘1’nci Derece Doğal ve Tarihi Sit Alanı’ olarak tescil edilmişti. Bir yıl önce Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu, ‘3’üncü Derece Doğal ve Tarihi Sit Alanı’na düşürdü değerini. Ve sonrası geliyor işte. Bütün kararlar, Çiftliğin emanet edildiği devlet kurumları tarafından alınıyor. Orman, Çevre Bakanlığı olan, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu olan, Adalet Bakanlığı olan bir ülkede.



Adalet karşısında, 60 yılı aşkın bir zamandır çaresiz Atatürk Orman Çiftliği. Mustafa Kemal Atatürk’ün, hazineye bağış için 3 basit koşulu var:

1- Çiftlik toprakları kamu mülküdür,
2- Hazinece, ‘örnek bir tarım işletmesi’ olarak işletilmelidir,
3- Ayrıca Ankara halkının dinlenmesine tahsis edilmedir.


Bu koşullara, bizzat güvende olsun diye teslim ettiği devlet kurumları tarafından sahip çıkılmıyor ve bu koşullar, bizzat o güvenilen devlet kurumları tarafından çiğneniyor.


Bir his

Bir de bir his; sanki ‘Başbakanlık’ makamı, itirazların önünü kesmek için kullanılıyor. Sonra “Vazgeçtik Başbakanlık binasından, yapılmış bari ziyan olmasın’ diye başka işlevle kullanılması düşünülebilirmiş gibi bir hava var. Sadece bir his. Bu arada Başbakanı bahane ederek içinden otoban gibi yollar geçirilen Çiftlik arazisi, biraz daha betonlaşmış, asfaltlaşmış ve amacından uzaklaştırılmış olur. Göz alışır!..


Çaresiz, yalnız
Cumhuriyet, Atatürk Orman Çiftliği’ni, kilosunca altın değerinde bir gelin gibi kazandırmıştır Ankara’ya. Bugün, kilosuna da metrekaresine de paha biçilemiyor. Kamu yararı  ‘eski kafa’ işler, eller ayaklar titriyor ranttan, yasa kanun vız geliyor niyeti bozana. Emanet edildiği devlet, hukuk ve rantçılar karşısında zavallı Çiftlik, günden güne daha savunmasız, daha çaresiz, iyice yalnız kalıyor.