31 Temmuz 2013 Çarşamba

SANAYİCİ YASAYI BEKLİYOR


30.07.2013 Milliyet-Ankara Gazetesi



Başta Ankaralı sanayiciler, tüm Türkiye’nin sanayi camiası bekliyor bu yasayı. Anlaşıldı ki genelgelerle iyi niyet beyanları, ricalarla olmayacak bu iş, yasalaşması gerek. Kimse paylaşmak istemiyor, “Hepsi benim cebime girsin” diyor. Belki 10 yıl önce elimizdeki olanaklar yeterli değildi, parayı sayıyorduk ama artık dünya çapında firmalarla çalışan, onlara parça üreten küçüklü büyüklü firmalarımız var. Bu firmalar,  yabancı firmaların aldığı ihalelerde, üretime ortak olmak istiyor. Hem aynı parçaları daha ucuza üretebildikleri için hem iş alanı yaratmak için hem de teknolojik bilgi ve altyapılarını sürekli geliştirmeyi sürdürmek için istiyorlar. 1 yıl öncesiyle bugün arasında bile çok büyük farklar oluştu. Örneğin; 1 yıl önce metro trenlerinin yüzde 51’ine talipken bugün yüzde 100’üne talip sanayicilerimiz. Kendi aralarında yeni bağlar kuruyor, yeni oluşumlar geliştiriyorlar.



Ohh kebappp!

Yabancıların aldığı ihalelerdeki yerli katılıma sanayiciler ‘offset’ diyor. ‘Alım karşılığı iş aktarımı’ diye açıklanıyor  ama benim kolayıma ‘yerli katkı’ demek geliyor. Yani 100 milyon (trilyon) liralık ihale almışsa yabancı firma, Türkiye’de üretilebilecek parçaların Türkiye’de üretilmesi ya da Türkiye’deki firmalardan alım yapılmasıyla diyelim yüzde 51’i, yani 51 milyonu Türkiye’de kalıyor paranın. Yarattığı iş olanakları, firmalarımızın kendini geliştirme çabası ve  teknolojik gelişmelere uygun bir altyapı kurmaları da beraberinde geliyor tabii. Dünyada, bizim gibi üretime katılmadan parayı verip, her şeyi olduğu gibi alan ülke az kaldı. Biz, parası neyse veriyor, hazırı alıyoruz. Ohhh kebappp!..



Fabrikasız ihale vermiyorlar

Başka ülkeler ne yapıyormuş derseniz, bakalım: Örneğin Çin 150 Airbus uçak siparişi vermiş ve Çin’de fabrika kurma şartı koşmuş. 2009 yılında A320 uçak fabrikası kurulmuş üretime başlamış. Yine 3’üncü büyük uçak imalatçısı Bombardier firması, yolcu uçağı üretmek için Çin’deki COMAC (Commercial Aircraft of China) firması ile anlaşmış, C serisi uçak gövdeleri, artık Çin’deki tesislerde üretiliyor. Bu gibi yüksek teknoloji ürünlerde ‘yerli katkı’ uygulaması, Güney Kore, İsrail, Kanada, Brezilya gibi ülkelerde dikkatle takip ediliyor. Bu oran yüzde 40-60 arasında hatta yüzde 100 olarak uygulayanları var.



Türk Hava Yolları(THY) tarafından 137 adet Airbus, 115 Adet Boeing uçağı için anlaşma imzalandı. Bu siparişleri 2014-2021 tarihleri arasında alacağız. Bize yaklaşık olarak 31,2 milyar Dolar’a yani Türk parasıyla 57 milyara, eski parayla 57 katrilyona mal olacak. Anlaşmada, sadece yüzde 6’lık, 3 buçuk milyar liralık kısmı için ‘yerli katkı payı’ niyet beyanı alınmış. “Niyetimiz yok, canımız istemiyor” derlerse o 57 milyarın o 3 buçuk milyarını da unutacağız. Yeni iş alanları açma ve teknoloji geliştirme işleri mafiş, uçaklarınız hayırlı olsun. Bir soğuk gazoz ısmarlar, alırlar gönlümüzü. 57 katrilyona bir gazozu çok görecek halleri yok ya! Gazoza kanacak çok yetkilimiz var görünüyor şu gelişmelere bakınca.



Neye rağmen uygulanmıyor?

Neye rağmen oluyor bu yabancı ihalelere yerli katkı uygulamasını beceremeyişimiz? Başbakan’ın ve ilgili Bakanlar’ın genelgelerine, uyarılarına rağmen. İşte birkaçı:



2 Aralık 2008; 2008/20 Sayılı Başbakanlık Genelgesi:



“..4734 sayılı Kamu İhale Kanununun 63 üncü maddesinde yer alan “…yerli malı olarak belirlenen malları teklif eden yerli istekliler lehine %15 oranına kadar fiyat avantajı sağlanması hususlarında idarelerce ihale dokümanına hükümler konulabilir.” hükmünün kamu kurum ve kuruluşlarınca dikkate alınması hususunda; bilgilerini ve kamu yöneticilerinin bu konuda gereken duyarlılığı göstermelerini önemle rica ederim.” İmza: Başbakan Recep Tayip Erdoğan.


6 Eylül 2011; 2011/13 Sayılı Başbakanlık Genelgesi: 

".. 4734 sayılı Kamu İhale Kanunu kapsamındaki alımlar ile Devlet Malzeme Ofisinden gerçekleştirilecek alımlarda öncelikli olarak Türkiye’de üretilen ürünlerin tercih edilmesini ve kamu kurum ve kuruluşları yöneticilerinin bu konuda gereken duyarlılığı göstermelerini önemle rica ederim." İmza: Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN



5 Haziran 2011; 2011/6 sayılı Başbakanlık Genelgesi:

“...AB tarafından oluşturulan tüm politikalarda KOBİler'in ihtiyaçlarının ön planda tutulmasını amaçlayan 'Avrupa Küçük İşletmeler Yasası' 25 Haziran 2008 tarihi itibarıyla yürürlüğe konulmuştur. ..bu Yasaya temel teşkil eden 'Önce Küçük Olanı Düşün' prensibi ışığında.. Kamu kurum ve kuruluşları tarafından; KOBİ’lerle ilgili oluşturulacak her türlü politika, strateji, eylem planı, uygulama, vb. çalışmalarda, yukarıda belirtilen prensiplerin göz önünde bulundurulması, bu çerçevede KOSGEB tarafından gerçekleştirilecek çalışmalara gereken destek ve yardımın sağlanması hususunda bilgilerinizi ve gereğini rica ederim." İmza: Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN


Bu ülkede bazı şeyler yasayla bile olmuyor. Önce bir yasalaşsın, belki sanayiciler haklarını daha iyi arayabilir o zaman. En az 2 yıldır, bu konudan başka bir şey görmüyor gözleri. Bu, memleketin hayrına bir konudur ama aynı zamanda Türkiye’nin sınıf atlama eşiğidir. Çok geciktirmemek lazım.

29 Temmuz 2013 Pazartesi

İSTESEK TE İSTEMESEK TE


26.07.2013 Milliyet-Ankara Gazetesi



Bir yönetim anlayışıdır. Yöneticinin tercihidir. “Yöneteyim diye seçtiniz, ben böyle yöneteceğim” der. Bu yönetim tarzı bazen olumlu sonuçlar verir bazen de olumsuz. O da yöneticinin niyetine kalmıştır. Bir düşünceye ya da projeye “olumlu-olumsuz” demek kişiye göre değişeceği için, orta yolu bulmak gerekebilir böyle durumlarda. Yoksa sevdiği kadar sevmediği de olur o işin. Genel kabul görürse herkes destekler, görmezse  gerginlik konusu olur. Her konu açıldığında, gerginlik iğnesi yakmadan kapanmaz. Gerginlik, hep dik duran bir iğnedir. Törpülemezseniz sonsuza kadar batabilir. Çok ‘o’ ‘bu’ dedik ama bir ifade düşünmeye sevk etti bunları.



Bir cümleyle başlar düşünce

Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, Yenimahalle’de katıldığı Halk İftarı’nda, “Allah’ın izniyle isteseler de istemeseler de Şentepe teleferiğini, nasip olursa seçime kadar bitireceğiz” demişti. Otobüslerde ve metrolarda dağıtılan Büyükşehir Ankara dergisinin 23-30 Temmuz sayısını okurken bu cümle tekrar gözüme ilişti. Gerekli gereksiz işler düşünme memuru olarak istesem de istemesem de bir düşünce aldı beni. ‘İsteseler de istemeseler de’ tabirini sık duymaya başladık, “Yeni bir yönetim tarzımı gelişiyor ya da bir seçim taktiği mi acaba?” diye düşüneyim dedim. Taksim Gezi Parkı gerilimi de benzer bir cümle üzerine başlamıştı çünkü.



Zorla hizmet

Tabii isteyen olunca bir de istemeyen oluyor. İsteyen-istemeyen, siz-biz, teleferikçiler-baloncular diye bir ayrım oluşuyor. “İsteseniz de istemeseniz de bu kanalizasyonu yapacağım. İsteseniz de istemeseniz de bu bozuk kaldırımları, yolları, metroyu, merdivenlerini, parkları yapacağım” derseniz “Bravo vallahi, zorla iyiliğimiz için çalışıyor Başkan” diye düşünür insanlar. Örneğin zorla(!) yapılan yenilikler, bir turizm kentine çevirdi Eskişehir’i. Ayrıca gençlerin, okumak için can attığı tam bir öğrenci kenti oldu ucuz, yaygın ulaşım ve sosyal olanaklarıyla. Her görüşten insanın ortak kullandığı hizmetlerde ya da mekanlarda yapılan düzeltmelere, en azından bir şey yapılması gerektiği için zorlamaya gerek olmaz. Ancak her hizmet böyle değil, bazılarına itiraz edebilir kent sakinleri.



Böyle olacaksa seçilmesin

İtiraza, ikna edici bir yanıtınız olmalı. İkna olmuyorsa kitleler, düşünceyi ya da projeyi gözden geçirmek gerekir. Bütün şehir olması şart değil, bu itiraz, bir mahalle ya da sokaktan da gelebilir. İtiraz varsa demek ki gerginlik olacak. Dinlemek lazım o sokakta, o şehirde yaşayan insanı. O yaşıyor çünkü kolaylıkları da zorlukları da.



İstesek te istemesek te otomobil öncelikli bir trafiğimiz oluyor, toplu ve raylı ulaşım ihmal ediliyorsa

İstesek te istemesek te buraya park yapıp, öbür taraftaki yeşile zarar veriliyorsa

İstesek te istemesek te Atatürk Orman Çiftliği hayvanat bahçesine indirgenip, amaç dışı yapılaşmaya açılıyorsa

İstesek te istemesek te koca sanayi bölgelerinin alt yapı ve yol çalışmaları, ilk kazma darbesini bekliyorsa

İstesek te istemesek te mecbur olduğumuz her türden turizm için ağırdan alınıyorsa

İstesek te istemesek te belediye meclislerinde parti temsilcileri parmaktan ibaret, etkisiz kalıyorsa

İstesek te istemesek te olacaksa…


Muhtardan Cumhurbaşkanlığı’na kadar tüm kamu yöneticileri atansın, seçilmesin. Belki o zaman ‘size’ ve ‘bize’ göre karar verme, hizmet alma derdi biter, isteyenle istemeyenle uğraşmak zorunda kalmaz, gül gibi idare eder yönetici.

26 Temmuz 2013 Cuma

DETROIT DERSLERİ


23.07.2013 Milliyet-Ankara Gazetesi



Bir şehrin şehirliği, sadece parayla zenginlikle ölçülemez. İçinde yaşayanlarla paylaştığı, terbiye ettiği bir ruhun da olması gerekiyor. O ruh, kişiliğini biçimlendirir kentin. İyi günde kötü günde kendine has tavrı olur, o tavır, tarihe mal eder insan gibi. Kendi duruşu, kendi bakış açısı, gelenekleri görenekleri olur. İçinde yaşayanlar ve yöneticileriyle olur bu. O ruhu kavrayanlar kenti geliştirir, kent de onları. En zor günlerde bile orada yaşamaya değer. Yapay değildir çünkü, “ruhu var” demek bu anlama gelir işte. Başka şehirlerimiz de var ama öncelikle İstanbul böyle bir şehirdir, Ankara böyle bir şehirdir. İçinden dünyanın en güzel boğazı geçmediği için, Ankara’nın cilvesi eksiktir ancak tarihi, belki İstanbul’dan daha stratejik dönüşümlere şahitlik etmiştir. Stratejik coğrafya olarak 'Doğu’nun Batı’ya açılan kapısı', İstanbul değil Ankara’dır da o yüzden.



Ditroyit’in çöküşü

Amerika Birleşik Devletleri’de, Mişigın (Michigan) Eyaleti’nin Ditroyit (Detroit) kenti, 19 Temmuz’da iflasını açıkladı. Bir şehrin iflas edişine ilk kez şahit oldum. Şehirler çok zor günler yaşayabilir ama iflas etmesini, en azından ben, ilk kez görüyorum. Otomotiv sanayisinin ve Amerikan rüyasının başı çeken şehriydi Ditroyit. Otomobil devlerinden Cenırıl Motors (General Motors) ve Kıraysler’in (Chrysler) 2009'da iflaslarını istemesiyle yemişti ilk tokadı. 4 yıl sürdü yediği tokatla devrilmesi. Bir insan için uzun ama bir şehir için çok kısa bir süre. İşsizlik yüzde 20’lere yaklaştı, 1 milyon 800 binden 700 binlere düştü nüfusu. Bütçe açığı, bizim Ankara’nın silinen doğalgaz borcunun 3’te 1’i ama gözünün yaşına bakmamışlar Ditroyit’in. Şirketlerle beraber orta ve üst gelir seviyesindeki çalışanlar, yöneticiler aynı hızda başka şehirlere göçünce Ditroyit’de göçtü.



Para yok rüya yok

Kentteki ambulansların 3'te ikisi kullanılamıyor, sokak lambalarının yüzde 40'ı çalışmıyor, çağırsanız polis gelmiyor, üstelik Amerikan Devleti’nin baş makamı Beyaz Saray, “Bu konu Mişigın, Ditroyit ve alacaklılar arasında çözülmesi gerekir” diyerek ortada bırakıyordu 4 yıl öncesinin Amerikan rüyasını. Borçlarını ödemesi için hayvanat bahçesinden müzelerindeki eserlerine kadar satılması gündeme geldi. 4 yıl bir kentin ömründe çok kısa bir süre; Ditroyit, tokadı yemesiyle yere yapıştı yani.



Şirket-şehir

İflas, alacak, alacaklı, borç, vade, faiz, ödeme” hep parasal değerler ifade eden sözcükler. Söz konusu Amerikan rüyasının “Herkese bir ev, her eve bir araba” kenti. Otomotivin ve  rantın başkenti. “Burası bir kent ve bu kentte yaşayanlar var, bir kültür var, gelenek var” diyen yok. Devasa gökdelenleri, çevre kirliliği artık. İşte bir kentle şirketi ayırt edemezseniz sonunuz Ditroyit’tir. Yapay, para üzerine kurulu, şirket-şehir. Parası var, ruhu yok. Dünyanın bütün şehirlerinin dönüşmeye çalıştığı örnek. İbretten ders alana, “Böyle dönüşmeyin” diyor Ditroyit. Ankara’nın, binlerce yılda süzülen ancak rantçılara kendini beğendiremeyen ruhuna şükrediyorum.



Son olarak Mişigın Eyalet Valisi’ne bir tavsiye de bulunmak istiyorum: Bizde çok marifetli belediye başkanları var; uygun görürseniz 3 aya Ditroyit’i ayağa kaldırır, dördüncü ay kara geçirirler, arz ederim efenim!

20 Temmuz 2013 Cumartesi

BAŞKENTRAY OLMADI BANLİYÖ VERELİM



 19.07.2013 Milliyet-Ankara Gazetesi



2 yıl geçti, ot bağladı raylar. Sincan-Kayaş banliyö hattı, nadasa çekildi. Çivi çakılmadan geçen 2 yıl, niye çakılmadığını anlayamadan geçti. Bırakın çivi çakmayı, bir türlü ihalesi yapılamadı, yapılan da geçen Mayıs ayında iptal edildi. İptal üzerine TCDD Genel Müdürü Süleyman Karaman, "Kamu İhale Kurumu'ndaki teknik elemanların karar verdiği bir ihalenin bu kadar uzamasının doğru olmadığını düşünüyorum. İhale yapılalı 1 yıl oldu, hala Başkentray’ı ihale edemedik” diye serzenişte bulunmuştu. TCDD Genel Müdürü de şikayet ederse biz ne yapacağız?



Manş Tüneli mi?

Önce 3 ay dendi, sonra 4 ay oldu, bir de öğrendik ki 3 yıldan aşağı zor bitermiş yeni Başkentray tren hattı. Sincan-Kayaş treni, proje kesinleşmeden durduruldu. Tıka basa dolu münibüsler, otobüsler içinde evinden işine, işinden evine gitmek zorunda kaldı Sincan’dan Kayaş’a kadar her durağın müşterileri. Başta önlem de alınmamış, doluluktan duraklara uğramıyordu otobüsler, minibüsler. Aylarca gazetemizin telefonları çaldı, şikayet mesajları aldık. Kent merkezine bu kadar uzak 2 hat, vatandaşın nasıl taşınacağını hesaplamadan, tadilatı yapanların keyfine göre “dursun” denmiş, durdurulmuştu. 2 yıl sonra, “Başkentray hattı ihalesi iptal edildi, 29 Temmuz’da banliyö hatlarını yeniden açıyoruz” deniyor. Manş Tüneli mi açıyoruz, ne ihaleymiş bu?



Boş durulmamış

Bu arada dün, Devlet Demiryolları’ndan bir açıklama daha geldi. “Bu hattı ot sararken tamamen de boş durulmadı” demeye gelen bir açıklama. Söz konusu süre içerisinde, Ankara-Behiçbey arasında yeni çift hat, Behiçbey-Sincan arasında yeni tek hat olmak üzere toplam 28 kilometre yeni yol ayrıca Kayaş-Sincan arasındaki mevcut demiryolu yeniden elden geçirilerek,  gerekli düzenlemelerin yapıldığı söyleniyor. Hızlı tren  işletmeciliğine uygun hemzemin geçitler kaldırılarak, araçlar için 6 tane alt ve üst geçide dönüştürülmüş. Bütün Başkentray’ın yapımı ve tadilatlar bu kadar sürecekti zaten. 2 yılın üzerine bir bardak soğuk su mu içmemizi öneriyorlar acaba?



Sorun ne ihalede?

Açıklamanın sonuna “Başkentray Projesi’ndeki gecikme, konunun yargı sürecine taşınması nedeniyle yaşandı. Bu süreç sonrasında ihale iptal edildi. Başkentray Projesi’nin yeniden ihale süreci, devam ediyor” eklemesi yapılmış. Demiryollarını mı, belediyeyi mi, yargıyı mı, Kamu İhale Kurumu’nu mu, kimi bekliyoruz efendim? 6 ayda Atatürk Orman Çiftliği içinden otoban yollar geçirilir, devasa bir Başbakanlık ile dünyanın en büyük hayvanat bahçesi yapılırken bu ihalenin ne özelliği var ki durmadan sorun çıkıp, iptal ediliyor. Ankara’ya faydalı oluşu mu?

17 YIL SONRA YÜRÜYEN MERDİVEN


16.07.2013 Milliyet-Ankara Gazetesi



Ankara’nın, yürüyen merdivenle arası iyi değil. Yürüyen merdiven, adı üzerinde yürümesi gereken bir şey ancak Ankara’da, yürümeyen hali tercih ediliyor. Çok tırmanmak zorunda kaldığım için “yürümeyen yürüyen merdivenler” diye tarif etmeye çalışmıştım pek çok yazımda. Hiçbir değişiklik olmadan, bazen yürüyüp bazen durmaya devam ettiler. Bazı işleri gibi, merdivenleri de yürümüyordu Ankara’nın. Gelişmiş bir kentin gelişmişliğini ölçmek için, yürüyen merdivenleri bir ölçüdür örneğin.



Sağlıklı yaşam merdivenleri

Çok tırmandım efendim, çok. Sıhhiye’de, İvedik’te, Kurtuluş’taki tırmanışlarım, metroya binme korkusu yarattı bende. Kızılay’dan yürümeyi çok düşündüm o dik yokuşları hatırladıkça. Yürüsem aşağı yukarı o merdivenleri tırmandığım kadar yol katetmiş sayılabilirdim. Hesabını tam yapamayınca yorulduğumla kaldım her seferinde. Kendi kadar bavullarıyla bu tırmanışı başaranlarsa dağcılık tarihine geçti. Oradan sonra  aynı bavulla Ağrı Dağı’nı da tırmandılar. 17 yıl tırmanmış, antrenmanlı vatandaş; dağı da aşar, olimpiyat şampiyonu da olur. Özellikle halterci ve koşucularımızın olimpiyatlardaki başarısında, Ankara metrosunun dik merdivenleri önemli bir yer tutar. “Sağlıklı yaşam için yürüyün” diyorlar ama biz üstüne, tırmanıyoruz bir de.



‘Metro korkusu’

Gelişmiş bir kentin gelişmişlik ölçüsüdür çünkü ‘gelişmiş ülke’ diye dolaştığım hiçbir ülkede, bir kez bile yürümeyenini görmedim. Çalıştırınca hep çalışıyor sanıyordum. Bizde, örneğin büyük alışveriş merkezlerinde, tıkır tıkır çalışır ama sokağa çıkınca dururlar. Meğer bakımı yapılmayınca arızalanıyor, duruyormuş. Bazıları da tam çözemedik nedenini, kalabalık saatlerde durmaya ayarlanmış galiba. Meşrutiyet Caddesi’nin girişindeki üst geçit, onlardan biri. Kızılay’dan metroya inen merdivenlerse piyango gibi, hangisinin, hangi saatte duracağı belli olmuyor. Güvenpar’ka, önce eski Gima tarafına çıkıp, ışıklardan geçerek maceralı bir yolculukla ulaşabiliyorsunuz bazen. İşte böyle durumlar, ‘metro korkusu’ denen şeyi yaratıyor. Ankara’da yakalandığım, yeni bir psikolojik rahatsızlıktır.



Yenileri yapılıyor

Yakında yenileri yapılmaya başlandı. Batıkent ve OSTİM’de görüyorum inşaatlarını. Metroya 28 yeni yürüyen merdiven ve 11 engelli asansörü, Ankaray'a ise 14 yürüyen merdiven ve 3 engeli asansörü olmak üzere toplamda 42 yürüyen merdiven ve 14 engelli asansörü yapılacakmış. 14 Ekim'e kadar bitirilecekmiş. Metronun 30, Ankaray'ın ise 6 yürüyen merdiveni ve 1 engelli asansörü de yenilenecekmiş. 17 yıl sonra… Darısı Maltepe-Gar arasındaki geçidin başına.


“Yapmıyorlar şikayet, yapıyorlar şikayet” diyeceksiniz. Demek ki ihtiyaçmış, 17 yıl sonra yapmaya girişiliyor. 17 yıl tırmanınca o merdivenleri, “Niye tırmandık onca yıl” diye düşünüyor, sevineceğini, üzüleceğini şaşırıyor insan.

15 Temmuz 2013 Pazartesi

TARİHİ GELDİ, YA RAMAZAN?


12.07.2013 Milliyet-Ankara Gazetesi



Geldi mi Ramazan? Keskin tartışmaların gürültüsünden anlaşılamıyor. Görüntüde, sokakları kaplayan iftar sofraları var ama Ramazan sadece mideyi ıslah etme ayı değil bizim bildiğimiz. Ruhu da ıslah edeceksin. Yardımlaşacak, zorda olana elini uzatacak, kimsesizleri, ölmüşlerini hatırlayacaksın. Küs komşuya, evde açılmış birkaç dilim baklava yollayacak, o da birkaç hurmayla tabağı iade edecek, barışacaksın. İftardan sahura, o yüzden şenlikli olur Ramazanlar; ruhunu hafifletenler, insan olmanın keyfini paylaşırlar o saatlerde.



Gelişinden güzeldi

Ramazanlarda, bayramlarda, bir hafta 10 gün öncesinden sarardı bu ferahlık duygusu. Bir gece önce, evin mutfağı kullanılırdı sadece. Sahura kadar ev ahalisi, mutfağın yakınından fazla uzaklaşamazdı. Hanımlar, baklava börek açar, kalanı da tadına bakmak için yalanırdı etraflarında. Kaçak tadım teşebbüsleri bitmez, işi başından aşkın hanımlar, bir de bekçiliğiyle yorulurdu pişirdiklerinin. O geceler, oturmasına izin verildiği için çocuklara daha şenlikli olur, pişeni önce onlara tattırmak, nineleri dedeleri daha mutlu ederdi. Yaz ise pencerelerden, komşunun sesleri, tencere tabak tıngırtıları duyulurdu. Kışın, sahura kadar sönmeyen kuzinelerin sıcağı, buğusundan pencerelerin dışını göstermezdi. Böyle başlar, böyle giderdi bayramın sonuna kadar.



Ayırımsız gelirdi

Her zaman sahip çıkılırdı ama mahallenin zorda olanı, delisi dahil, ayrı bir ilgi görürdü Ramazanlar’da. Olanla değil, olmayanla paylaşılırdı; pişen de sevgisi de saygısı da. O yüzden zorda olan, mahallenin dışına itilmez, içine çekilirdi. Delisi de bilir, bu hava üzerine siner, deliliği azalırdı sanki. Bizim çocukluğumuzda deliden korkulmaz, sahip çıkılırdı.



Mezhebi, 12 Eylül 1980 öncesindeki tatsız olaylardan öğrendik biz. Mezhebi ayıranlar varmış. Çocukluğumuzda görmedik ama büyünce fark ettik; olana da mahalle, mesafe koyarmış. Öyle de  olsalar, derdiyle sevinciyle çocuklarıyla paylaştığımız arkadaşlığımız, belki 40’ıncı yılına girmiştir. Ramazan’dan Ramazan’a değildir yani duygularımız, düşüncelerimiz. Ruhumuza böyle bir yükü, hiç yüklemedik biz.



Genelgeyle hatırlatılıyor

Ne edebiyat parçaladın be arkadaş” diye geçiyor aklınızdan. Ankara Valiliği’nin yayınladığı bir genelge var, onu okuyunca oluştu edebi ihtiyaç. Bu genelgede, kutsal ayın anlamını arttıran sevgi ve hoşgörünün, sosyal yardımlaşma ve dayanışma içerisinde geliştirilmesi için kamu kurum ve kuruluş üst yöneticilerinden hassasiyet beklemiş Valilik. Hastaneler, hapishaneler, huzur evleri, yetiştirme yurtları ve çocuk yuvalarının ziyaret edilmesi, ihtiyaç sahibi öksüz, yetim, hasta, yaşlı ve fakir kimselerle ilgilenilmesi gerektiğini hatırlatmış. Bir de kamu kurum ve kuruluşlarının birbirleriyle varlıklı kişilerin, meslek kuruluşlarının, kendi aralarında iftar davetlerinden kaçınmasını, ihtiyaç sahibi öksüz, yetim, hasta ve yaşlılar ile fakir fukaranın iftar sofralarında buluşturulmasına dikkat çekmiş. Böyle şeyler konuşulmazdı bile, bırakın hatırlatmak zorunda kalmayı.



Tarih olarak geliyor da

Bu sokağa ‘şucular’, öbür sokağa ‘bucular’ diye ayrı sofra kuruluyor, televizyonlardan da canlı izletiyorlar. 5 yıldızlı otellerde, asli amacı unutmuş, birbirini ağırlıyor örnek olması gerekenler. Ramazan gelmiş, ayırıcı sözler düşemiyor dillerden. İşte tarih olarak geliyor da ruhuyla beraber kendisi gelemiyor Ramazan’ın. Hafızalara kazınmış anılardaki Ramazanlar’la bu yüzden tanışamıyor çocuklarımız.

12 Temmuz 2013 Cuma

GÜNDEM ÇİFTLİK


09.07.2013 Milliyet-Ankara Gazetesi



Taksim Gezi Parkı’ndaki gelişmeler, Atatürk Orman Çiftliği(AOÇ)’de olan bitene büyüteç oldu sanki. AOÇ, Gezi Parkı’nın 92 katı ama Gezi Parkı kadar görünemedi bir türlü gözümüze. Mustafa Kemal Atatürk, halka bağışlamıştı Atatürk Orman Çiftliği’ni, halk, kendi Çiftliğine sahip çıkamadı.



Türkiye’ye örnekti

Mustafa Kemal, tarımda, araştırma geliştirme yapılsın, kendi tohumlarını, toprağını, hayvanlarını daha verimli kullanabilsin, modern koşullarda üretilmiş sağlıklı besinlerle sağlıklı nesiller yetiştirilsin diye kurmuştu Çiftliği. Uzun kıtlık dönemlerinin açlık sefaletine bir daha düşmesin, düşünce de başkasının elinde bakmak zorunda kalmasın diye kurmuştu. Köhnemiş tarım ve hayvancılık yöntemleri nedeniyle yaşadığı kötü tecrübeleri, bir daha yaşamasın diye. Bütün Türkiye’ye örnek bir laboratuardı Çiftlik.



Diğer AOÇ’lar

Üstelik sadece Ankara’da kurmamıştı; Yalova’da Millet ve Baltacı Çiftlikleri, Silifke’de Tekir ve Şövalye Çiftlikleri, Dörtyol’da portakal bahçesi ile Karabasamak Çiftliği ve Tarsus’ta Piloğlu Çiftliği de bu amaçlarla kurulmuştu. Bugün, 7 milyarı geçen nüfusuyla dünyaya nasıl yiyecek yetişir, onu tartışıyor uzmanlar. Atatürk o günden bugüne bakmış ama biz önümüzdekini görmemekte ısrar etmişiz. 1953’den sonra, amacı dışında yapılar kurmak için yarışmışız.



1980’den sonra…

12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’nden sonra tarihinin en yoğun kayıplarını yaşamış AOÇ. Özellikle 80’li yılların ikinci yarısında en tepeye çıkmış yapılaşma. Bugün 12 bin dönüm olarak tahmin ediliyor yapılaşmaya açılan arazi. Bunun yaklaşık 9 bin dönümü, hapishanelerde mahkumlara ceza olarak İstiklal Marşı ve Gençliğe Hitabeyi okutanlar tarafından açılmış. En Atatürkçüler zamanında yani! 1990’larda bir frene basma çabası olmuş ama 2006’da çıkan son yasayla frenler tekrar boşaldı, Şantiye Orman Çiftliği oldu yeni haliyle.



Yasa değişince

5659 sayılı Atatürk Orman Çiftliği Kuruluş Kanunu’nda, 5524 sayılı Kanunla yapılan değişiklik, imar planları ve bu planlara uygun hizmetleri, Büyükşehir Belediyesi’ne verdi. Şöyle bir otoban kıvamında yolla başladı, dünyanın halka en uzak Başbakanlık binası geldi ardından ve dünyanın en büyük hayvanat bahçesi, en büyük eğlence merkezi falan diye devam ediyor planlar. Bu Çiftlikler’in hepsi, aynı zamanda halka açık ve dinlenmesi için tasarlanmıştı ya, eğlence gırla, acıkınca da hayvanat bahçesindeki hayvanları yeriz artık! Elçilik bile kurulabiliyorsunuz bu araziye.


Gündemde Çiftlik

Maalesef Gezi Parkı sayesinde tekrar gündeme gelebilen AOÇ, sosyal medyada yaygın yer bulmaya başladı. Ayrıca geçtiğimiz 6 Temmuz Cumartesi, Kurutuluş Parkın’da bir forum, aynı anda Ankara Kulübü’nde bir açık oturum vardı. 12 Temmuz saat 19:00’da, Çiftlik’teki Atatürk Evi’nin yanında, Başkent Dayanışması Platformu “Benim Adım Atatürk Orman Çiftliği” etkinliği için toplanacak. Yarın da Milliyet Ankara Gazetesi’nde, Doçent Doktor Yücel Çağlar’la yaptığımız söyleşiyi okuyabilirsiniz. Çağlar, Atatürk Orman Çiftliği’ndeki bakış açımıza yeni fikirler ve ilginç önerileriyle yeni ufuklar açacak(*).



Halka açık, dinlensin diye tasarlanmış ama bu Çiftlik beni çok yoruyor!

8 Temmuz 2013 Pazartesi

DÖNÜŞÜM ÇİFTLİK’TE


05.07.2013 Milliyet-Ankara Gazetesi



Birkaç yıldır tanıştığımız ‘Kentsel Dönüşüm’ kavramı, çok hızlı girdi hayatımıza. “Nasıl olacak?” demeye kalmadan yüksek binalı siteler yükseldi gecekonduların yerinde. İyi bir şey mi? Gelişmiş bir kentin ortasında derme çatma, altyapısı sorunlu hatta olmayan, yolsuz, elektriksiz, doğalgazsız evler olamayacağına göre, iyi bir şey. Ama dönüşüm, dönüştürürken mahalle sakinlerini semtinden ediyor, mahalle dokusunu bozuyorsa o zaman da kötü bir şey. Arasını bularak, dengeyi bozmadan dönüşmek gerekiyor. Kentin sakinlerini, kentinden soğutmadan.



Dönüşüm rüzgarı

Bu dönüşüm rüzgarı, bir kere esmeye başlayınca bütün Ankara etkilendi havasından. O mahallenin ya da semtin toplumsal yapısı, ruhhali, dönüşüm aşkına ihmal edilebilir, bazı değerler, bu dönüşüme kurban verilebilir hatta verilmeliymiş gibi bir algı oluşmaya başladı. Gerekirse hukuka rağmen olabilirmiş gibi bir algı. 60 yıldır nasıl dönüştürüleceği şaşırılan Atatürk Orman Çiftliği(AOÇ) de bu algıdan nasiplenenlerden. Rüzgar, fırtına oldu, önüne aldı Çiftliği, sürüklüyor. 1 yıl içindeki gelişmeler baş döndürüyor; Başbakanlık binası, 8 şeritli otoban yollar, alt geçitler, üst geçitler, arıtma tesisleri, hayvanat bahçeleri, amaca aykırı arazi kullanımlarına açılan yeni kapılarla aldı başını, gidiyor.



Sıkışan Çiftliğe

1 ay önce “İlgili makamlara, olup olamayacağını sormak lazım “ demişti, önceki gün “Yeşili çok seviyoruz, AOÇ ürünlerini de çok seviyoruz ama çok sıkıştık, kentin ortasında kaldık. Göreceksiniz orayı da yeşillendireceğiz” dedi Amerikan Büyükelçiliği. Kentin dışında başka bir Çukurambar daha var herhalde, oraya gidecekler. Biz içeridekini biliyoruz, o da zaten tıka basa sıkışık bir semt oldu, gitseniz yine rahat yok yani. Sözü geçen arazi, 1983’te özel yasayla ‘eğitim birimleri ve yurt inşa etme koşuluyla’ Gazi Üniversitesi’ne verilen, onun da 20 yıl sonra kalkıp, kendi malı gibi TOKİ’ye devrettiği, TOKİ’nin de otomatikman Amerikan Büyükelçiliği’ne tahsis etme yetkisini kendinde gördüğü Çukurambar’daki AOÇ arazisi.



Bağış koşullarına aykırı

Bütün bunlar, koşullu bir bağış olan Atatürk Orman Çiftliği’nde, olmaması hatta düşünülmemesi gereken şeyler ama oluyor. Mustafa Kemal Atatürk’ün, hazineye bağış için 3 basit koşuluna aykırı:

1- Çiftlik toprakları kamu mülküdür,

2- Hazinece, ‘örnek bir tarım işletmesi’ olarak işletilmelidir,

3- Ankara halkının dinlenmesine tahsis edilmedir.

Devlet, emanetçi olarak bu koşullara aykırı yasa çıkaramaz,  amaca aykırı kullanım halindeyse arazi Çiftlik’e geri verilir. Bu kadar.



Mahkemede avukatsız, sokakta kimsesiz

Evvelki gün yine geçtim içinden. Akla zarar bir hızla yürüyor Başbakanlık bina inşaatı. Çok heybetli bir bina oluyor. Otoban gibi yollar, alttan üstten geçitlerle İstanbul'un Maslak'ı, Ankara'nın İstanbul Yolu'na benzemiş. ‘Dönüşüm’, Çiftliği alıyor bizden. Mahkemede avukatsız, sokakta kimsesiz çocuk çaresizliğinde Atatürk Orman Çiftliği. Etini koparıyorlar, ne şikayet edeceği ne sahip çıkanı kalmış.






Binininci sayı
Milliyet Ankara Gazetesi'nin numaratörü, bin (1000) sayısını gösteriyor bugün. Okuruyla hazırlayanıyla hepimize nice bininci sayılar diliyorum.





 http://www.milliyet.com.tr/Milliyet.aspx?aType=EklerDetay&ReleaseID=1174

2 Temmuz 2013 Salı

YUMURTLADIĞI KADAR GIDAKLAMIYOR


02.07.2013 Milliyet-Ankara Gazetesi



Ortadoğu Teknik Üniversitesi(ODTÜ) Rektörü Ahmet Acar söylemiş, “Yumurtladığı kadar gıdaklamıyor Ankara” demiş bir toplantıda. Çok güzel söylemiş. Her işinde böyle Ankara; çok yumurtalar yumurtluyor ama yumurtalarının reklamını yapmak, marifetini duyurmak için gıdaklamayı beceremiyor. Daha yumurtlamadan “Yumurtlayacağım” diye gıdaklayanların gürültüsü bile Ankara’dan yüksek çıkıyor. Yumurtalarından haberdar etmeyince, gıdaklayanların sesine gidiyor herkes. Yumurtalarından çıkan civcivler, bazen bu yüzden ilgisizlikten ölüyor. Ya da akıllı birileri, gözümüzün içine baka baka, yumurtaları altımızdan çekip, alıyor. “Yumurtladığı kadar gıdaklamayan Ankara” özetini, bütün Ankara tarihine mal etsek yeridir.



Uzmanlarla açık oturum

Ankara Kulübü, Haziran ayını yolcu etmeden hemen önce 29’unda, Bilim Teknoloji ve Bilişim Başkenti Ankara başlıklı bir açık oturum gerçekleştirdi. Oturuma ODTÜ Teknokent Genel Müdürü aynı zamanda Teknoloji Geliştirme Bölgeleri Derneği(TGBD) Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa İhsan Kızıltaş, Bilkent CYBERPARK Genel Müdürü Canan Çakmakçı, Gazi Teknopark Genel Müdürü Hanzade Sarıçiçek ve Kalkınma Bakanlığı İzleme, Değerlendirme ve Analiz Dairesi Başkanı ve Bilgi Teknolojileri Derneği Genel Sekreteri Kamil Taşçı katıldı. Naçizane bendenizi de oturum başkanı yaptılar. Oturum başkanlığımın, derin bilgi sahibi olmaktan öte, çok gıdaklamamla alakası olduğu kanaatindeyim; 2 yılı aşkın süredir, dilimizde tüy bitti “Bilişim Vadisi Ankara’ya kurulmalıdır” demekten.



Aynı noktaya geliyoruz

Bir kez daha dinledik uzmanlarını, döndük dolaştık bir kez daha aynı noktaya geldik; “Bilişim Vadisi için en uygun bölge ve kent, Ankara’dır.” Aynı ‘Sanayi ve Ticaret Bakanlığı Bilişim Vadisi Raporu’nda olduğu gibi. Bu raporu da ezici çoğunluğu İstanbul üniversiteleri ve kurumları tarafından oluşturulan heyet hazırlamış, “Ankara” demiştir. Üstelik ileri teknoloji işletmelerinin yıllık ciro gelişmelerine göre seçilen bölgeler karşılaştırıldığında, Ankara ve İzmir’de olumlu bir gelişme eğilimi gözlenirken İstanbul’da, bir düşüş var ve sürüyor. Bursa ve Kocaeli bölgelerinde ise ileri teknoloji firmaları, oldukça geride kalıyormuş.



Hala gıdaklamıyor

Yazmakla köşemize sığmayacak verilerlerde, insan kaynakları, üniversite ve araştırma altyapısı, teknoloji geliştirme bölgeleri, ileri teknoloji şirketleriyle Ankara zaten şu an bile Türkiye’nin Bilişim Vadisi’ymiş. Niye taş üstüne taş ekleyeceğimize binayı yarım bırakıyoruz, daha kimse açıklayamadı bunu bize. “Yeni atılımlar yapabilmek, prangaların bir kısmından daha kurutulabilmek için niye 1 buçuk yıldır Teknokentler Yeni Uygulama Yönetmeliği bekleniyor” diyordum. Siyasilerin hesapları, bizim dönüp dolaşıp geldiğimiz yerden, Ankara’dan geçmiyor belki de. Tarihi bir dönemeçte, kocaman bir zaman kaybı için, oturmuş, hiç konuşmadan, birbirimize bakıyoruz. Ve hala gıdaklamıyor Ankara!

1 Temmuz 2013 Pazartesi

İLÇELER- GÖÇ- TURİZM- İŞKUR


28.06.2013 Milliyet-Ankara Gazetesi



Ankara’da göç oranı, her geçen yıl katlanarak artıyor. 1-2 yıl içinde bir Polatlı’dan 1 buçuk Polatlı’ya çıktı göç rakamı; geçen yıl 160 bin kişi göçtü başkente. Göçenlerin neredeyse hepsi, yaşadığı köyden, beldeden, ilçeden umudunu kesmiş insanlar. Çiftçilikten hayvancılıktan başka iş bilmiyor ya da eğitim düzeyleri, kentte iş yapmaya pek elverişli değil. Yani büyük şehirdeki sanayide ve ticarette iş bulmak için gerekli niteliklere sahip değiller. Doğduğu yaşadığı topraklarda ekmeği kesilince çaresiz büyük şehre göçüyorlar. Yetmezmiş gibi, bir de büyük şehrin tokadı bekliyor onları. Hiç duymadıkları, bilmedikleri işlerin yapıldığı bambaşka bir alemin içine geliyorlar. Kızgınlıklarına, kızgınlık ekleniyor.



İş ve İŞKUR

İşsizlere iş bulmak için kurulmuş Türkiye İş Kurumu İŞKUR, birkaç yıldır işlevine daha uygun etkinlikler içinde. Yerel yönetimler ya da talebi olan çeşitli kurumlarla işbirliklerine gidiyor. Kurslar açıyor, çalışma yaşamına nitelikli eleman yetiştirmeye, nitelikli olanları daha da geliştirmeye, yetişenleri, ellerindeki hazır işlerle buluşturmaya çalışıyor. Bu kurslara devam edebilmeleri için yol harçlıklarını da vererek. Ancak Ankara’nın 40 bin civarındaki acil eleman ihtiyacına karşın, işle buluşturmada istenen hıza ulaşamıyoruz bir türlü. Önümüzdeki 5 yıl içinde 100 binlere, 10 yıl içinde belki 500 binlere ulaşacak bu rakam. İŞKUR’un, Ankara İli İl İstihdam Ve Mesleki Eğitim Kurulu 2012 Yılı Faaliyet Raporu’na göre Ankara’daki işsiz oranı, yaklaşık yüzde 10 civarında. İstihdam oranı, yüzde 45’i bulmuyor, yüzde 43; çalışabilir kitlenin yarısı. İlçelere dönüyor gözler, olması gerektiği gibi.



İlçeler ve turizm

Yine aynı İŞKUR, Ankara’nın aldığı yoğun göçe ilaç olması için  bir rapor daha yayınlıyor ve ilçelerin, turizm kabiliyetine dikkat çekiyor. İlçelerin, kültür, doğa (ki bunun içinde  yayla, su sporları, dağ ve doğa yürüyüşleri, kuş gözlemleme, bitki inceleme, yamaç paraşütü, mağara gibi başlıklar var), termal, inanç, kamp ve karavan turizmi gibi alanlarda, kaynaklarını değerlendirilmesini öneriyor. Kadınların da kredilerle desteklenerek bu sürecin içine, derhal dahil edilmesi gerektiğine değiniyor. Çünkü yoğun göçün, başkentin arz-talep dengesini hızla bozmaya başladığına parmak basıyor rapor. Bu arada Ankara’daki sektörler arasında ‘turizm’ sayılmıyor, yok. Biz demiştik ama İŞKUR söyleyince daha makbule geçebilir.



‘Taşra kent’
Kasım 2012’de başlamış, her hafta biri olmak üzere Ankara’nın 17 çevre ilçesini dolaşmış, yazı dizisiyle Milliyet Ankara Gazetesi’nde, sizlerle paylaşmıştık. Orada, yeni bir takım yatırımlar ve girişimler olsa da döngüsü bir türlü kırılamayan gidişatı, kendi gözlerimizle de görmüştük. Rapordan duyduğumuzla kalmıyoruz yani. Ankara’nın, Kazan, Beypazarı gibi gelişen istisna ilçelerinin bile daha çok işi ve işe ihtiyacı var. Geçen yıl kaderine kızgın 160 bin insan gelmiş Ankara’ya. Çoğu kısmı umduğunu bulamayınca buradan da göçmüş. ‘Gelişmiş ülke olmak’, insanları taşradan kente taşımak demek değil sadece. Plan ve program içinde yürütmeden, kendi haline bırakırsak çok gelişmiş ‘taşra kentler’ kurabiliriz ancak.