30 Aralık 2014 Salı

VEKİL BAŞKENTLİĞE DEVAM



  30.12.2014 Milliyet-Ankara Gazetesi

Başkent değil de başkentliğe vekalet ediyor sanki; herkes emanet duruyor, kararlı, sağlam bir şehir izlenimi veremiyor Ankara. Oysa o kararlı ve sağlam duruş Ankara’yı başkent yapmıştı” demiştik 15 Ekim 2013’de. Ankara’nın başkent oluşunun 90’ıncı yılından 2 gün sonraydı. Yazının başlığı da ‘Vekaleten Başkent’ti.



Geçtiğimiz 13 Ekim 2014’den bir gün sonra ‘Başkent Oluşunu Kutlayamayan Başkent’ demiştik Ankara için. Bunları diyoruz çünkü bu kadar önemli bir günün, üstelik canıyla malıyla bileğinin hakkını vererek başkentliği alan Ankara’da, yıllardır layıkıyla kutlanamadığına şahitlik ediyoruz. Başkent Ankara, hakkı olan saygıyı görmüyor uzun zamandır.



Halkın tarifi

Başkentlikten de önce gelen önemli günü ise 27 Aralık’ta Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Ankara’ya ayak bastığı gündür. ‘Kızılca Gün’ diye çok tarihi bir gün olarak tarif edilir Ankaralılar tarafından. Halkın tarifidir; karanlık bir dönemin kapanıp, ışığın göründüğü, ümidin yeşerdiği gündür. Devlet açısından yok oluşun son deminde küllerinden doğuşun simgesi olan Ergenokon’dan çıkışa denk görülür. 27 Aralık, sadece Ankara için değil, ülkenin de ‘Kızılca Gün’ü olarak kabul edilir Ankara’da.



İsteksiz törenler

Biz ne yapıyoruz 27 Aralıklar ve 13 Ekimler’de? Yasak savıyoruz. Askeriye ve birkaç ilçe belediyesi hariç resmi kurumları, yerel dernekleri, odaları, yöneticileri, birkaçı dışında vekilleri görünmüyor ortada. Törenlerde, vekaleten temsil ediliyor yerel yöneticilerimiz. Bazen vekalet eden bile yoruyor bizi isteksizliğiyle. Kutlamalar, bölünerek yapılıyor. Basın da hepsinden aşağı kalmıyor önem verilmeyince. Kaldı ki en üst düzeyde devlet yetkililerini görmemiz gereken iki günden bahsediyoruz “27 Aralık ve 13 Ekim” derken.



Bu yıl da hem 13 Ekim hem 27 Aralık öyle oldu. Ne başkent oluşunun coşkusunu ne de 27 Aralık Kızılca Gün’ün ciddiyetini hissedebildik. Geçen yılın fotokopisini çıkardık bu yıl da. Yerel yöneticilerimiz vekaleten temsil edildi, dernekler, odalar, milletvekilleri, siyasi liderler yoktu törenlerde. Daha üst makamları unuttuk görmeyeli. Yine istisnalara müteşekkir kaldık soluk ateşi diri tutmaya çalıştıkları için.



Ortak güç için anlamalıyız

Bir tane başkentimiz var, onun da iki günü var kutlanacak. O iki gün de ülkenin kaderinde derin izleri olan günler. Sanki öyle değil de törenle kebapçı açılışı yapılıyor. Ona bile daha fazla yetkili, ileri gelenlerimiz katılıyor maalesef. Her şeyine vekalet edilen Ankara’nın kendisi de başkentliğe mi vekalet ediyor acaba? Biz de aradaki bu farkı yorumlamak, hangi değerlerimize sahip çıkacağımızı anlamak zorundayız.


27 Aralık’la 13 Ekim’e sahip çıkma” deniyorsa eğer, işte öyle bir ihtimal yok. Yeni Türkiye, geçmişi 2 bin yıla uzayan  devlet temeli üzerinde yükselmeye devam edebilir, kolonları eksik bir yapı üzerine değil. Doğru yorumlamak ve anlamak için 27 Aralık ve 13 Ekim ayrıntıları önemlidir. Bu günlerdeki kararlılık ve tavırların netleşmesi, boşa harcadığımız enerjimizi ortak güce katacak ya da katamayacaktır.

29 Aralık 2014 Pazartesi

ANKARA TELGRAFHANESİ



  26.12.2014 Milliyet-Ankara Gazetesi


11 Eylül 1919. Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Ankara’ya gelmesine yaklaşık 3 ay var. Ankara ahalisi değerlendirmesini yapmış, 3 kişi telgrafhane yolunda; Müftü Hoca Atıf, Defterdar Yahya Galip ve Hoca Hatip Ahmet Efendi. Padişahla görüşecekler. Cesarete bak!



Padişaha tarihi posta!

Padişahı istiyorlar ama Sadrazam Damat Ferit Paşa çıkıyor karşılarına. İlla padişahı istiyorlar. Bakın siz şu haddini bilmezlere ki Damat Ferit, “Millet, padişahla görüşemez!” diye paylıyor mors alfabesiyle kendilerini. Israr ediyorlar. Sanki çok normal bir şey halkın padişahı telgraf başına çağırması, belli ki olağanüstü bir durum var. Sadrazam takmıyor. Ankara Telgrafhanesi’nden hem çekilen hem koyulan en tarihi posta yollanıyor İstanbul’a; Öyleyse Ankaralılar da ne senin gibi Sadrazamı ne de senin Padişahını tanımıyor!

Solda Ankara Telgrafhanesi


Savaşın can damarı

Ok yaydan çıkıyor böylece. 27 Aralık 1919’da görüşmeye yaramayan telgrafın tozunu alacak Mustafa Kemal ve arkadaşları ayak basıyor Ankara’ya. Coşkulu bir kutlamayla karşılanıyorlar. O günü ‘Kızılca Gün’ ilan ediyor Ankaralılar; karanlığın aydınlığa döndüğü, umudun doğduğu gün. O gün, ülkenin de Kızılca Gün’ü oluyor.



Ankara Telgrafhanesi, hoş gelişle başlayan Kurtuluş Savaşı’nın  can damarına dönüşüyor, İstanbul ve Anadolu’yla bağ, bu binadan ve telgraftan kuruluyor. Nitekim 30 Ağustos 1922’de zaferin ilanı ve savaşın bitişi, yine bu binadan dünyaya duyuruluyor.



Direnişin simgesi

1886’da başlamış 1894 yılında bitmiş inşaatı. Zamanın Ankara Valisi Abidin Paşa yaptırıyor. Hemen Valiliğin yanında, binanın şimdiki otopark kısmındaki tarafındaymış. ‘Mış’lı konuşuyoruz çünkü 1925 yılından sonra Ankara Adalet ve Hukuk Mektebi olarak kullanıldıktan sonra 1930’larda yıkılıyor ve yerinden yol geçiriliyor.



Böyle tarihi, halkın tavrı ve ülkenin kaderi açısından simgesel bir binayı, dünyada başka hangi ülke yıkardı acaba?” diye soru biçiminde kızıyor insan. İki katlı, albenisiz küçük bir konak görünümündeki telgrafhane, alelacele yıkılıyor adeta. Akıl alacak şey değil; o gün için Meclis’ten bile önemli bir yapıyı, bugüne devredilmesi gereken direnişin simgesini, odun ve moloz yığınına çevirmişiz. Mors alfabesiyle “tık tık tık”, saygılarımızı sunuyoruz!



Geri getirilmeli

4 yıl önce fotoğraflardan Telgrafhane’nin kabaca bir planının çıkarıldığını, yeniden inşa edilmesinin gündemde olduğunu duymuştuk. Bu süre içinde Ankara’nın başkent oluşunun yıldönümü 13 Ekim’lerde, 27 Aralık Kızılca Günü’nde, hep anımsatmaya çalıştık. Hiçbir girişimde bulunulmadı henüz. En azından bize ulaşan bir haber yok. “Bir posta da bize koymasınlar” diye titreyip, vaz mı geçildi acaba?


Ankara Telgrafhanesi, yerine ve bu milletin hafızasına mutlaka geri dönmelidir. Bilgi olarak, söz olarak yerini koruyor ama simge olarak da varolmalıdır. Geçtik işin felsefesinden, bir milletin vefa borcu olarak geri getirilmelidir. O bir bina değildir artık. Değildir ve çok önemlidir efendim.

BURNUMUZU ÇİPLE UZATIYORUZ



23.12.2014 Milliyet-Ankara Gazetesi


Mikroçip denen şey icat edilmemiş olsa her evin en az salonu kadar bilgisayarlarımız olacaktı. 1960’ların sonlarına doğru bir sürü transistör ve elektronik parça 5 milimetre silikon üzerine sığdırılınca devrim başladı. Şimdi oda kadar bilgisayarlardan kat be kat fazla iş yapan telefonlar taşıyoruz cebimizde.



Çip ne ki?

İlk silikon çip, 1961 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde, Minuteman Füzesi’nde kullanılmış. 2015’e girdik sayılır, yani 54 yıl önce. Mikroçip denen minik fabrikada, milimetrik yüzeyler üzerinde onbinlerce yüzbinlerce devre elemanı ve son derece karmaşık elektronik devreler, genellikle silikon benzeri yarı iletken bir malzeme üzerine yerleştiriliyor. Ve nano teknoloji sayesinde her geçen gün daha çok işlem yapabilen daha küçük çipler geliştiriliyor.



Hayatın her yanına girdi çip teknolojisi. İnsana bile takıyorlar artık. Birkaç yıla kalmaz, kılcal damarlarımızda, hastalıkların tedavisi için dolaşan zerreciklerle tanışabiliriz. Çip dersimizi, burada noktalıyoruz.



Çipsiz Türkiye’ye çip geliyor

Gelelim Türkiye’nin bu işin neresinde olduğuna. Satın almakta üstüne yok ancak üretmeye gelince hiç yoktu canımız Türkiyemiz. Gelecek tamamen bu teknoloji üzerine kuruluyor ama kim uğraşacak, başkasından aldığımız parçaları birleştirip, başkasına satıyor, buna da ihracat diyorduk. İşte tam bugün, tarihi bir güne şahitlik edeceğiz.



ASELSAN ve Bilkent Üniversitesi’nin ortaklığında, Türkiye’nin ilk çip fabrikasının temeli, Bilkent Yerleşkesi’nde atılacak. Fazla geç kalmış sayılmayız, topu topu 54 yılcık sonra!



Zihniyet değişimi mi?

Bu fabrika, çip üretilen bir tezgahlar dizisinden çok, bir zihniyet değişiminin işaretidir. Sanayi üretiminde hep gerilerde koşan canımız Türkiyemiz’in, ön sıralara doğru ilerleme hamlesidir. Takip eden ülke olmaktan çıkma, takip edilenlerin arasına katılma isteğidir. Çok ama çok ihmal edilmiş üniversite-sanayi işbirliğinin, beklenen meyvesidir.

Bu fabrikayla yeni dünyaya burnumuzu uzatıyor, “Merhaba” diyoruz. Bundan sonra bütün gövdemizle o dünyanın içinde olabilmeyi umuyoruz.



Umuyoruz çünkü bu ülkede ve tabii Ankara’da, gaza ve frene aynı anda basabilmek gibi bir huyumuz var bizim. Adama “Yürü” der frene basar, “Dur” der gazı da kökleriz bir yandan. O yüzden onca siyasi ve ekonomik canlılığına karşın ‘gelişmekte olan ülke’ sınıfından çıkamaz canımız Türkiyemiz. Fırsat verilince çip de yapan, araba da uçak ta tren de yapabilecek genç beyinlerimizi, başka ülkelere kaçırırız.



Araştırma-Geliştirme işleri masraftır bizde, sanki başka türlü icat yapılabilirmiş gibi. Araştırıyor, geliştiriyor gibi yapar, devlet teşviklerini ziyan ederiz. Ölü buluşlar mezarlığıdır aynı zamanda canımız Türkiyemiz.



Manzara-i umumi ve başşehir

Başka ülkelerde, fabrika kuracak adamın altyapı, ayağına kadar getirilir. Hatta Almanya, Güney Kore gibi ülkelerde, fabrika binası bile yapılır yeter ki çalışsın diye. Bizde, devlet ya da yerel yönetimlerden bir de dayak yemediği kalır sanayicinin. Hepsini kendi yaparsa yapar. Bütün organize sanayi bölgelerimiz, kendi işini kendi görür insaflı bir yöneticiye denk gelmediyse eğer. İşte çürüdük söylemekten; en acı örnek; Malıköy organize sanayi bölgesine, 14’cü yılında, hala su götürülmemiştir mesela.



Ankara, ülkenin en iyi teknokentlerini, üniversitelerini ve Türkiye’nin yüksek teknolojili ürünler üreten fabrikalarını barındırıyor. Teknokentleri de üniversiteleri de fabrikaları da fren-gaz ikileminde kendine bir yön bulmaya çalışıyor. Ya patinaj yapıyor yerinde sayıyor ya da küçük adımlarla sadece varolmaya çalışıyorlar.


ASELSAN ve Bilkent’in çip fabrikası, iddia ettiğimiz gibi bir zihniyet değişiminin işaretiyse eğer, mevzuatta, altyapıda, uygulamada ve işbirliğinde diğer frene basan ayakları da kaldırmalıyız yerinden. Yeni fabrikamız ve muhtemel zihniyetimiz, vatana millete hayırlı olsun!

22 Aralık 2014 Pazartesi

TEK TİP CADDE



19.12.2014 Milliyet-Ankara Gazetesi


Herkesin güzellik kavramı kendine göre. Birinin beğendiğini bir başkası beğenmeyebilir. Birinin çirkini, başkasına güzel görünebilir. Bu duruma, “Zevkler ve renkler tartışılmaz” da diyoruz. Birinin zevki, bir diğerine baskın çıkmak isterse  eğer, bazen bir orta yol bulmak için zevkleri de tartışmak gerekebilir.



Sınırlı uygulanmalı

Birkaç yıldır Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin bir ısrarı var; “Caddeye bakan binaları, cephesini yenilemek suretiyle çirkin görüntüsünden kurtaralım” diyor. Demekle kalmıyor, bazı semtlerde yenilemeye devam ediyor. Örneğin Kızılay’da Milli Piyango binasının yenilemesi güzel oldu. Milli Müdafa Caddesi’nin Güvenpark’a bakan kısmındaki bir iki bina da aynı biçimde. Ancak yenileme, bir iki binayla ya da en kötü görünümdeki binalarla sınırlı kalsa fena olmayacak.



Bir cadde boyunca, bir sokak boyunca aynı görüntünün tekrarı, ne caddede ne sokakta, hiçbir özellik bırakmıyor. Bütünüyle kimliğini kaybediyor semt. İşte Esenboğa yolundan gelirken Hasköy, Aydınlıkevler, aynı renk, aynı tip cephe kaplamalarıyla tek tip binalardan ibaret, kendi mimari dönemi ve dokusundan uzak, özelliksiz bir güzergah haline geldi. Hangi semtte olduğunu şaşırıyorsun. Gölbaşı, aynı durumda. Şimdi Siteler’de başladı aynı cephe yenileme çalışmaları.



Tektipleştirmedir

Siz kendi evinizi, kendi apartmanınızı kendi zevkinize göre düzenleyebilirsiniz ama bir caddeyi, bir sokağı, iradesi dışında boydan boya tek bir zevke göre düzenlemek, zevkler ve renklerin tartışılmasından fazla anlamlar taşımaya başlayabilir.



Buna basitçe ‘Tektipleştirme’ de diyoruz. Daha çok askeri işleyişte kullanılan bir yöntemdir. Binasından kıyafetine kadar, ayrımları ortandan kaldırmak için kullanılır. “Zevkim böyle, carlak turuncu bir karargah binası yapayım.. Bugün toz pembe kazak giyeyim” diyemez komutan da askerler de. Çünkü özü tektipleştirme üzerine kuruludur askerliğin. Kaldı ki yine de hiçbir kuvvet komutanlığımızın binaları, birbirinin aynısı değildir. Her kuvvet komutanlığının yapıları, doğasına uygun renkler, biçimler ve simgelerle ayırır kendini. Özü gereği tektipleşmenin merkezi bile tam anlamıyla tek tip değildir yani.



Semtleriyle kenti de kaybetmeyelim

Ankara’ya Esenboğa tarafından girip, Gölbaşı’ndan çıktığımızı düşünelim. Bir sürü semtten geçtiğiniz halde başkentin, topu topu 3-4semtinden geçmiş gibi olacaksınız. Bir cadde, boydan boya aynı olacak çünkü. Kentin eski yapılarını, eski dokusunu zaten kaybettik ve kaybediyoruz, kalanı da iyice kişiliksizleştirerek kaybedeceğiz yani.


Yapmayın efendim, kent dokusu allak bullak olmuş başkente, bir de bunu yapmayın. Çok salaş ve niteliksiz yapılarda bir düzeltme yapın ama onu da tek tip yapmayın. Diyorum ya “Hangi semtte olduğunuzu şaşırıyorsunuz” diye, bir de “Nerenin başkentindeyiz?” diye şaşırmasın zihinler.