10 Mayıs 2010 Pazartesi

GORDİON’U GÖRMEYEN ANKARALILAR


01.05.2010 Milliyet-Ankara Eki

Ankara’ya çok yakındır ama tecrübeyle biliyorum; birçok Ankaralı, Gordion’u görmemiştir. Yeni adıyla Yassıhöyük’ü…

“İhtiras mezarlığı” diyorum ben Gordion’a. Gerek Kral Midas gerek Büyük İskender’le ilgili efsaneler ve Friglerin yokoluş süreci… Gordion, zenginlik ve gücün, zeka karşısında gömüldüğü topraklar olarak görünüyor bana.

Midas, zenginliğe doymayıp, “tuttuğum altın olsun” diye dilekte bulunmuş, altın yemenin sindirim sisteminde ağırlık yaptığını görünce vazgeçmiştir. Persler işgalle yetinmiş ama meşhur Gordion Düğümü’nü çözmeye cesaret edememiştir. Büyük İskender, içinden çıkamadığı düğümü, kılıcıyla ikiye bölerek tarihe geçmiş, bana sorarsanız imparatorluk mazbatasını burada teslim etmiştir! Kimmerler, herhalde hırslarından, yakıp, yıkmaktan başka çare bulamamış, geriye kalan son Frig beyliklerini de Lidyalılar yok etmiştir. Asya’nın kapısını açacak düğümü akıl eden adamları, sabır ve akılla yönetmeyi becermek yerine, kılıcı vurup, kestirip atmıştır herkes. Kendine has sanatı, mimarisi ve kültürü olan Frigya Uygarlığı, yok olup gitmiştir. Frigler, yok olarak cezalandırmıştır imparatorları, kralları!

Üniversite ikinci sınıfta (1985-86) keşfettim Gordion’u. Ankara’ya yakın, gezilecek neresi var diye haritaya bakınca Midas’la kapı komşusu olduğumuzu fark ettim. Sabah erken, Sıhhiye’den banliyö ile Sincan’a, Sincan’dan trenle Polatlı’ya, Polatlı Basri Köyü’nden otostopla Gordion’a gitmiş ve ilk görüşte aşık olmuştum yöreye.

Bozkırın ortasında, sanki bir uygarlığın başkenti olmamış gibi, ıssız bir köye gelmiştim. 100’e yakın büyüklü küçüklü tümülüs, bozkırın çehresine sivilceler gibi yayılmıştı. Midas’ın Mezarı olarak bilinen büyük tümülüs, Eskişehir yolundan bile görülebiliyordu. Yapıldığında 100 metreye yakın olduğu sanılan, 2500 yılın ağırlığı altında 70 metre yüksekliğe alçalan bir tümülüs. Sanki yöre, yıkılışın, yokoluşun matemini tutuyordu hala. O düğümü çözmeden girmemek lazımmış buralara! Ayak bastığım andan itibaren gizem hissine kapıldım, bu hissim hep sürdü, hala da sürüyor.

O zamanki müze müdürü Ziya beyle, müze bekçisi Mehmet amcayla ve Amerikalı kazı başkanıyla tanıştım. İlginç bilgiler verdiler bana. Sonra Anadolu Medeniyetleri Müzesi ve Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nden hocalarla konuştum, daha da ilginç bilgilere ulaştım. Hatta bir keresinde, kaybolduğu iddia edilen Midas’ın iskeletini sorduğum antropolog hoca, “Yok canım kaybolmadı” deyip, Midas’ın kafatasını çıkarmıştı bir ayakkabı kutusundan. Midas’la pek sürprizli böyle bir tanışmamız olmuştu. Yıl 1986.

O kadar çok gitmiştim ki Gordion’a, Mehmet amca kapıda görünce hoş geldin eder, hemen çayı koyardı. Uzaktan görürse önce çayı koyardı! Bir de her otostopla gelişlerim maceralı olurdu. Bazen bir kasabın kamyonet kasasında iri iri kemiklerle, bazen benden para almayan bir taksiciyle bazen de bir minibüs dolusu pazarlamacıyla sohbet ederek gelirdim. En ilginci, bir un kamyonunun kasasında gelişim olmuştu. İndiğimde, müze tayfası ve Gordion sakinlerinin müstehzi gülüşlerine maruz kalmıştım. Kirpiklerime kadar bembeyaz una bulanmış, tümülüslerin birinden çıkmış hayalete benziyordum. “İskender gitti mi?” diye soracakmış gibi!..

Ziya beyle hoş beş eder, ilk kez görüyormuş gibi, mutlaka Midas’ın tümülüsüne uğrardım. Akdeniz’in, dev Toros sedirleriyle çevrelenmiş mezar odası, merak ve gizem duygumu azdırırdı. Her defasında girerdim. Mezarın ilk açılışı ve içindekilerle ilgili fotoğraflar var, o anmış gibi bakardım hep.

Tümülüsten çıkar, bir çay daha içer, höyük bölgesine yönlenirdim. Kazı zamanıysa kazı başkanı Amerikalı’ya misafir olurdum. Son buluntuları gösterir, üzerinde konuşurduk. Kazı zamanı değilse meşhur, yüksek duvarlı şehir girişine oturur, son kazılmış yerleri, biraz önce aldığım güncel bilgilerle harmanlar, izlerdim.

En sevdiğim kısım ise akşamüzeri, gün batışının yaklaşmasıydı. Özellikle yazın. Ya Polatlı tarafından gelişte, köyün sağ çaprazında kalan, Porsuk nehrine bakan tepeye ya da tümülüslerden birinin üstüne tırmanır, ellerim ensemde toprağa uzanır, gün batışını izlerdim. Yerin üstünde derin sessizlik, yerin altında derin tarih, pus içinden sıyrılan tümülüslerle, uçsuz bucaksız ovanın, bozkırın tadını çıkarırdım.

O anda “Kıyamet kopuyor” deseler, bütün gam ve kasavetin en uzakta olduğu yeri bulmuş sanırsınız kendinizi; huzura boğulursunuz! Tek koşulu; Japon turistler gibi koştura koştura gezmeden, “aman akşam oldu, hava kararacak” diye Büyük İskender gibi telaşlanmadan bitirmeniz günü. Anlatmayacağım ama gecesi, hele dolunayda ayrı bir güzeldir.

Küçük bir gurup oluşturun, çamurdan, tozdan rahatsız olmayacak en paspal kıyafetlerinizi giyin, küçük sırt çantanızı ve fotoğraf makinanızı alın, bozkıra dalın. Hiçbir şeyden memnun kalmasanız, oksijenden yanan yanaklarınızın keyfini çıkarırsınız. Yıllarca gitmeseniz, müptelalığı azalmayacak uğraşa sevk ediyorum sizi.

“İlginç bilgiler edindin de neymiş bunlar?” derseniz söyleyemem, tarihçiler yazsın, oradan okuyalım. Tarihi magazin muhabiri olmaya niyetim yok. İspatlanmış ve ispatlanamamış kısmı var, bir de tümülüsün açılışından sonraya ait rivayetler. Gerçek ya da değil, Gordion’un gizemine yakışıyor hepsi. Giderseniz size de anlatırlar belki!

Hiç yorum yok: