Bazısı ülkesini, acısıyla tatlısıyla sever. İyi, kötü demeden millet oluşun mührü, ortak değerlerini sever. İnsanları, kökenine göre değil, aynı ananın rahminden doğma kardeşliği için sever. Toprak anadır, olmasa da kucağında büyüyen herkes, artık çocuğudur. Ülkesini sevmek anasını, kardeşini sevmektir. Onlara gelecek tehdit ve tehlikeleri önce sevenleri sezer, sonra gereğini yaparlar.
Bazısı da ülkesinden çok kendini sever. Hatta başka annelere kardeşlere özenir, onlarla doğmuş olmayı yeğler. Ülkesini sevmez ama ne kendi bağlarını reddederek kurtulabilir ne de başkasının has çocuğu olabilirler. Kendi anasına, kardeşine tutunamayan insan, her rüzgarla savrulup, bir yere konar ancak başka bir rüzgarla yine savrulur. Kök tutmaz yani!
Başkent olmanın sırrı
Girişe bakıp, “Birazdan hayatın sırrını verecek herhalde adam” diye ümitlenmeyin. Ankara’nın, başkent oluşunun sırrını çözmeye çalışıyoruz. Göreceksiniz; yukarıdaki her şeyin bu sırla ilgisi var.
Başkent olmayı haketmiş midir Ankara? Hem de nasıl. Olmanın gereklerini de fazlasıyla yerine getirmiştir.
Ankara Telgrafhanesi’nden
Mustafa Kemal ve arkadaşları Ankara’ya ayak basmadan 3 ay öncesine, 11 Eylül 1919’a gidelim. Ankara Telgrafhanesi’ndeyiz. Müftü Hoca Atıf, Defterdar Yahya Galip ve Hoca Hatip Ahmet Efendi, Ankaralılar adına padişahla görüşmeye çalışıyorlar. Sadrazam Damat Ferit Paşa çıkıyor hattın öbür ucuna. Israrla padişahı istiyorlar. “Millet, padişahla görüşemez!” diye paylıyor Damat Ferit. Ankara Telgrafhanesi’nden, postayı koyuyorlar: “Öyleyse Ankaralılar’da, ne senin gibi Sadrazamı ne de senin Padişahını tanımıyor!”
Dikkat edin; daha Mustafa Kemal ve arkadaşları ortada yok. Birinci perde çok acayip bir sonla kapanıyor.
27 Aralık
Gelelim 27 Aralık 1919’a. Ankaralıların, ‘Kızılca Gün’ dediği tarih. Köylerinden kasabalarından akıp gelen binlerce atlı ve yaya Seymen’le Ankara halkı, Büyük Önder'i, Dikmen sırtlarında karşılıyor. Yolboyu dizilmişler. At sırtındakilerin fotoğrafı var; çok görkemli. O gün Ankara, taze devleti doğuracak sıcak yumurtayı, korumaya, kuluçkaya alıyor.
Seymenlerin dizleri yerleri döverken ikinci perde kapanıyor.
Hemşehrilik
Geçiyor zaman, Ekim 1922’ye geliyoruz. Kendinisever ya da başkalarına özenir bir milletvekili gurubu, kanun teklifinde bulunuyor: “Misak-ı Milli sınırları içerisinde doğmamış olan veya Misak-ı Milli sınırları içerisinde en az 5 yıl süreyle görev yapmamış olanlar milletvekili seçilemezler.” Selanik’te doğmuş, ömrünün çoğunu Misak-ı Milli sınırları dışında savaşarak geçirmiş, o gün itibariyle ülkeyi düze çıkarmış Mustafa Kemal’i, kurduğu devletten dışlamaya çalışıyorlar. Köksüz insanlara yakışacak bir tavır. Teklif, derhal yanıtını buluyor; Ankaralılar, Gazi’ye, “Ankara Hemşehriliği”ni teklif ediyor. 5 Ekim 1922’de kabul edip, Ankaralı oluyor Büyük Önder. Hacı Bayram’ın dibinde, bugün yıkıldığı söylenen bir adreste kaydoluyor.
Son perdeyle oyun, sonlanıyor.
Hakedilmiş başkent
Daha da başkentliği hak etmemiş olabilir mi Ankara? Atatürk saymış: Birincisi; doğal ve coğrafi konumu. İkincisi, bağımsızlık ruhuna sahip olması. Üçüncüsü; Selçuklu Devleti yıkıldıktan sonra Ahiler tarafından kurulan ‘Ankara Cumhuriyeti’yle bağımsızlık düşüncesi, demokrasi tecrübe ve kabiliyetine sahip oluşu.
Dönelim başa: İnsan, ülkesini severse yanlışlarını düzeltmeye çalışır. Gerekirse doğrusundan yeni bir devlet kurar. Sevmiyorsa eğer, işte sorun da burada; düzelmiş devleti de bozar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder