22 Haziran 2011 Çarşamba

YAĞSA SUÇLU YAĞMASA SUÇLU


21.06.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

Bir su birikintisi içinden dalgıç kafaları yükseliyor. Ankara’nın merkezinde, bir alt geçitte, kamyonları yutan su birikiyor. Çok hızlı gelen selden, yüzerek kurtuluyor sürücüler. Çetin Emeç Bulvarı’ndaki 70 Gün Alt Geçidi, televizyonların canlı yayınlarında, gazetelerin baş sayfalarında, tarihe geçiyor. Aniden oluyor her şey. Sellerin, felaketlerin, yer ve saat belirtme huyu olmadığı için, aniden!

Felaket
Doğaya kafa tutan varlık; insanoğlu. Çalışkanlık, sıkıdüzen iş terbiyesi ve teknolojisiyle ünlü Japonlar, çok güvenli nükleer santrallerinin, kurbanı durumuna düştüler. Felaket budur.  Denizler kabardı, şehirleri yuttu. Felakettir bu. Alt geçitte biriken suya felaket dersek bu felakete ne diyeceğiz; kıyamet mi? Ya günlerdir Çin’i alt-üst eden sellere? Ankara Çayı, Akköprü’ye, İvedik’e, Demetevler’e taşsa kısmen felaket diyebiliriz belki. İnsanları, Kızılay’dan, Cinnah Yokuşu’nun başına, kayıklarla bırakmak zorunda kalırsak felaketten sözedebiliriz. Ancak her yağmurda, sadece alt geçitlerin suyla dolduğu duruma ‘felaket’ demek, felaketi biraz fazlaca küçümsemek olur.

Pranga Çiftliğe dokunmadan bile
16 Haziran’da alt geçiti su bastı, 19 Haziran 2011’de gazetemizin manşeti ‘Atatürk Orman Çiftliği İçin Uyarı’ydı. Muhabirimiz Gizem Karakış’ın haberinde, Ankara Şehir Plancıları Odası, uyarıyordu: “Atatürk Orman Çiftliği bataklıktır, yapılaşmaya gidecek çalışmalara girişmeyin, daha büyük sel felaketleri yaşarız” diyordu oda başkanı Orhan Sarıaltun. Çiftliği, Ankara’nın ayağında ‘pranga’ olarak gören iş camiası geldi aklıma. Sel aynı gün, başka yerleri de vurmuştu çünkü. Ankara Giyim Sanayicileri Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Canip Karakuş’un tekstil imalathanesi, 6-7 milyon dolarlık zarar görmüştü selden. Yurtdışına gitmeye hazır siparişleri, telef olmuştu. Bir başka imalathanede 300 bin metre kumaş, selin gazabına uğramıştı. Çiftliğe, dokunmadan başa gelenlerdi. Çiftliğe dokunulduğunda başa geleceklerin maliyetini, daha açık nasıl anlatmalıydı acaba?

Doğaya rağmen bir şey yapamazsınız, doğa kazanır hep. İnsanoğlu, doğanın içine doğmuş ama doğaya kafa tutan varlık olmuş. Oysa iş ağzıyla konuşursak doğaya uyumlu, doğru işler, uzun vadede maliyeti düşük işlerdir. Zarar, en azla atlatılır.

Yağsa suç yağmasa suç
Yağmur Yağıyor Ankara’ya’ başlıklı yazımı anımsarsanız; uzun zamandır görmediği yağışın, Ankara topraklarından, nasıl yeşil olarak fışkırdığını, bozkırın, her damlasına nasıl hasret olduğunu, toprak altında bekleyen 20 yıllık tohumların nasıl patladığını anlatmaya çalışmıştım. Bereket, yağmurun diğer adıdır. Altgeçite biriken su, yağmurun suçu değildir. Yağmadığında, taharet almaya su arıyorduk. Yüzlerce kilometre öteden su getirmeye çalıştık. Yağmurun bereketini felakete çevirmek, insana hastır. Yağsa suç, yağmasa suç!

Kime kafa tutuyoruz
Benden sonra tufan” diye burnunun dikine gideni, anımsamaz insanoğlu. İnsan aklı, iyiyi anımsamaya, kötüyü unutmaya uygundur. Marifet, bulduğun boşluğa bir şey dikmek değil. 70 günde de yapsanız, 7 bin günde de yapsanız fark etmez; uyumlu değilse 1 dakikasını alır doğanın; uymayanı, yıkar, yokeder. ‘Yatırım’ falan diye bakmaz, acımasızdır. Kuralları, üstündür, kesindir.

Yahu kaçılmaz olan doğanın kuralıysa kime kafa tutuyoruz biz?

Hiç yorum yok: