10.09.2013 Milliyet-Ankara Gazetesi
Sert oluyor
değişimlerimiz. Değişmeye karar verdikten sonraysa gelişigüzel değişiyoruz. Koşulları uyarlamayı
ya da toplumun uyum sağlamasını beklemiyoruz. Cumhuriyet’e geçtikten sonra
gerisinde kaldığımız milletleri yakalamak için sert bir değişim yaşamıştık. Bu
sertliği anlamak mümkündü çünkü teknolojik ve toplumsal gelişmelerin yüzlerce
yıl gerisinde kalmış bir ülkeydik. Matbaa 3 yüzyıl sonra gelebilmişti
memlekete. Onların yüzlerce yıla yaydığını biz, neredeyse 10 yıla sığdırdık. Yeni
bir devlet ve yönetim biçimi kurarken değişim daha sert olur. Bizimki de sert oldu
nitekim. Toplumun uyum sürecini birkaç nesilde çözebilmek için, tüm kesimlere
eşit ilgi uzaklığında olmak gerekir. Bir kısmı değişip, bir kısmı kalırsa bir
ayak frende bir ayak gazda, bu kadar yürüyebilir ülke. ‘Gaz-fren tezi’ mi desek
acaba; toplumsal kopukluğun derinliğine göre etkisi artar azalır. Bu kez de
nükleer ve uzay teknolojilerini kaçırmış, bilişim teknolojisini ucundan azıcık
yakalayabilmiş ülke olmaktan kurtulamıyor, bir türlü birinci lige çıkamıyoruz.
Hacettepe’den kayış
Cumhuriyet’ten
sonraki sert değişimi, 1950’lerde yaşamıştık. Dünyanın ekonomik ve toplumsal sistemine uyum
sağlamaya çalışırken toplumun geleneksel değerleriyle çatışma başladı. Para ve
sermaye kavramları daha öne çıkıyor, apartmanlar ve toplu konutlarıyla yeni
yerleşim merkezleri, mahalle ilişkisi ve dokusunu zorluyordu. Ankara’da
Hacettepe çevresi, Hacettepe Üniversitesi için yapılan istimlaklarla bu
çatışmayı en sert yaşayan semt oldu. Ankara’nın eski yerleşiminin ortasına, bambaşka
tarzda binalar oturdu. Önce koca konakların sahipleri, sonra orta sınıf, yeni mahallelere,
apartmanlara kaydı.
Rantlı dönüşüm
1980’den sonra
üçüncü sert değişim süreci başladı. Paranın yanına ‘rant’ kavramı geldi bu
sefer. Eskiymiş, tarihiymiş, yeşilmiş, su havzasıymış demeden konut furyası
başladı. Ülkenin ciddi bir konut açığı vardı aslında ama yerleşim birimi denen
yerde de en azından bazı niteliklerin olması gerekir. O günden bugüne, bazılarında çocukların oynayabileceği 20 metrekare yeşil
alanı bile olmayan beton yığını mahalleler kaldı yadigar. Devamında, halkın
ihtiyacı olan toplu konutları bırakıp, lüks toplu konut üretimine geçtik.
Dikine büyüyen evlerde, mahalle geleneği ve dokusu neredeyse kalmadı gitti.
Karşı komşumla 1 buçuk yıl sonra tanışmıştım İstanbul’da. Esnaf, illerin ilçe
merkezlerine, oradan da büyük alışveriş merkezlerine kayıyor şimdi.
Yeni dönüşüm
Geldik yeni bir sert
dönüşüm dönemine; ‘Kentsel Dönüşüm’ yeni adı. 60 yıl ya da 30 yıl önceki
Türkiye değiliz artık, elimiz para tutuyor, üretebiliyoruz pek çok şeyi. Gerçekten
kentin ortasında kalmış, yağmurda sel basan, güneşte susuz kalan, elektriği
iğreti, suyu çeşmeden, göstermelik alt yapısıyla gecekondu mahallelerini, bu
ülkenin aşması gerekiyordu. Şehrin ortasında, kanayan bir sefalete daha fazla
göz yumulamazdı. Herkesin kentin nimetlerinden yaralanma hakkı vardır, bu
mahallelerde yaşayanlarında tabiî ki. 2 yıldır da Kentsel Dönüşüm’le hızla
değişiyor bu mahalleler.
İçindekiler de değişiyor
Ancak soruyorum “Evler değişirken için de yaşayanlar da değişiyor mu?”
diye, değişiyormuş çoğunlukla. İşte bu kadar lafı bunu demek için uzatıyordum;
mahalleler, sahiplerinden alınıyorsa o kentsel değil, binasal dönüşüm oluyor. Mahallenin sahipleri, kenara kayıyor. Yeni değişimlerle
daha da kenara. Bu dönüşüm, toplumsal olarak sağlıklı bir dönüşüm değil. Binalarla
beraber insanların da değişmesine fırsat tanımalı, değişime katkı sağlayacak
olanakları yaratmalıyız. Karışık toplum iyidir, bizim geleneğimizde de bu var.
Örneğin Ankara’nın ferfenesi var; aynı mahallede varlıklı varlıksız, yerli
yabancı yan yana evleri, her hafta birinin evinde aynı sofraya oturulur. Mahalleden
memlekete, her şeyi beraber değerlendirirler. Bunları kaybedip, gazlayacağız
zannederken sert frenlerle takla atmayalım diyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder