18 Eylül 2013 Çarşamba

KENARA DOĞRU


10.09.2013 Milliyet-Ankara Gazetesi



Sert oluyor değişimlerimiz. Değişmeye karar verdikten sonraysa gelişigüzel değişiyoruz. Koşulları uyarlamayı ya da toplumun uyum sağlamasını beklemiyoruz. Cumhuriyet’e geçtikten sonra gerisinde kaldığımız milletleri yakalamak için sert bir değişim yaşamıştık. Bu sertliği anlamak mümkündü çünkü teknolojik ve toplumsal gelişmelerin yüzlerce yıl gerisinde kalmış bir ülkeydik. Matbaa 3 yüzyıl sonra gelebilmişti memlekete. Onların yüzlerce yıla yaydığını biz, neredeyse 10 yıla sığdırdık. Yeni bir devlet ve yönetim biçimi kurarken  değişim daha sert olur. Bizimki de sert oldu nitekim. Toplumun uyum sürecini birkaç nesilde çözebilmek için, tüm kesimlere eşit ilgi uzaklığında olmak gerekir. Bir kısmı değişip, bir kısmı kalırsa bir ayak frende bir ayak gazda, bu kadar yürüyebilir ülke. ‘Gaz-fren tezi’ mi desek acaba; toplumsal kopukluğun derinliğine göre etkisi artar azalır. Bu kez de nükleer ve uzay teknolojilerini kaçırmış, bilişim teknolojisini ucundan azıcık yakalayabilmiş ülke olmaktan kurtulamıyor, bir türlü birinci lige çıkamıyoruz.



Hacettepe’den kayış

Cumhuriyet’ten sonraki sert değişimi, 1950’lerde yaşamıştık. Dünyanın ekonomik ve toplumsal sistemine uyum sağlamaya çalışırken toplumun geleneksel değerleriyle çatışma başladı. Para ve sermaye kavramları daha öne çıkıyor, apartmanlar ve toplu konutlarıyla yeni yerleşim merkezleri, mahalle ilişkisi ve dokusunu zorluyordu. Ankara’da Hacettepe çevresi, Hacettepe Üniversitesi için yapılan istimlaklarla bu çatışmayı en sert yaşayan semt oldu. Ankara’nın eski yerleşiminin ortasına, bambaşka tarzda binalar oturdu. Önce koca konakların sahipleri, sonra orta sınıf, yeni mahallelere, apartmanlara kaydı.



Rantlı dönüşüm

1980’den sonra üçüncü sert değişim süreci başladı. Paranın yanına ‘rant’ kavramı geldi bu sefer. Eskiymiş, tarihiymiş, yeşilmiş, su havzasıymış demeden konut furyası başladı. Ülkenin ciddi bir konut açığı vardı aslında ama yerleşim birimi denen yerde de en azından bazı niteliklerin olması gerekir. O günden bugüne, bazılarında çocukların oynayabileceği 20 metrekare yeşil alanı bile olmayan beton yığını mahalleler kaldı yadigar. Devamında, halkın ihtiyacı olan toplu konutları bırakıp, lüks toplu konut üretimine geçtik. Dikine büyüyen evlerde, mahalle geleneği ve dokusu neredeyse kalmadı gitti. Karşı komşumla 1 buçuk yıl sonra tanışmıştım İstanbul’da. Esnaf, illerin ilçe merkezlerine, oradan da büyük alışveriş merkezlerine kayıyor şimdi.



Yeni dönüşüm

Geldik yeni bir sert dönüşüm dönemine; ‘Kentsel Dönüşüm’ yeni adı. 60 yıl ya da 30 yıl önceki Türkiye değiliz artık, elimiz para tutuyor, üretebiliyoruz pek çok şeyi. Gerçekten kentin ortasında kalmış, yağmurda sel basan, güneşte susuz kalan, elektriği iğreti, suyu çeşmeden, göstermelik alt yapısıyla gecekondu mahallelerini, bu ülkenin aşması gerekiyordu. Şehrin ortasında, kanayan bir sefalete daha fazla göz yumulamazdı. Herkesin kentin nimetlerinden yaralanma hakkı vardır, bu mahallelerde yaşayanlarında tabiî ki. 2 yıldır da Kentsel Dönüşüm’le hızla değişiyor bu mahalleler.



İçindekiler de değişiyor
Ancak soruyorum “Evler değişirken için de yaşayanlar da değişiyor mu?” diye, değişiyormuş çoğunlukla. İşte bu kadar lafı bunu demek için uzatıyordum; mahalleler, sahiplerinden alınıyorsa o kentsel değil, binasal dönüşüm oluyor. Mahallenin  sahipleri, kenara kayıyor. Yeni değişimlerle daha da kenara. Bu dönüşüm, toplumsal olarak sağlıklı bir dönüşüm değil. Binalarla beraber insanların da değişmesine fırsat tanımalı, değişime katkı sağlayacak olanakları yaratmalıyız. Karışık toplum iyidir, bizim geleneğimizde de bu var. Örneğin Ankara’nın ferfenesi var; aynı mahallede varlıklı varlıksız, yerli yabancı yan yana evleri, her hafta birinin evinde aynı sofraya oturulur. Mahalleden memlekete, her şeyi beraber değerlendirirler. Bunları kaybedip, gazlayacağız zannederken sert frenlerle takla atmayalım diyorum.

Hiç yorum yok: