26.10.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi
Olmak bilmeyen
bayram sabahına kendiliğimizden erken uyanır, zorla kahvaltıya oturur, ne
yediğimizi anlamadan biran önce kendimizi dışarı atmaya çalışırdık. Okul günü
uyanmak bilmeyen vücudumuz yataklara sığmaz, çoktan sokağa taşmış ruhumuza
yetişmeye çalışırdı. Hiçbir mesaiye böyle kendinden geçmiş gönüllü tayfası bulamazdınız.
Herkesin hayatta kaçırmaması gereken günler ya da işler vardır, çocuklarınki de
buydu; bayram sabahı toplanan tayfanın, mutlaka içinde olacaktınız.
Ayakkabıları giymek
büyük zaman kaybı, arkasına basarak çok ama çook geç kalmış telaşıyla
merdivenlerden uçarak iner, hareket
etmeden kafileye yetişmeye çalışırdık. Bir buluşma saati olmaz, belki de o
yüzden içimiz içimize sığmaz, daha fazla telaşa dolanırdık. “Ya gittilerse!..” Mahallenin
çocuklarını, sokağın bir yanında toplanmış gördüğümüzde aklımız, evden yeni çıkıyor olurdu.
Arkadan yetişen
aklımız, elimizin ayağımızın telaşını gizleyecek tavırlar için yetişirdi; “Hevesli
olduğumdan değil, olağan bir gün benim için. Sizi gördüm, ona geldim” tavırları.
Kalp, küt küt!..
Çocukluğumuz..
Karadeniz Ereğlisi.. Erdemir Lojmanları.. 104 Evler… Bayram ziyaretlerini,
mahallenin çocukları, kızlı erkekli beraber yapardık. Beraberken zevkli olurdu.
Dünyanın sırrına erecekmiş gibi telaş, bir çocuk için çok az yaşanan,
kaçırdığında da bin pişman olunan ciddi bir törendi çünkü. Kim söyledi de biz
ne zaman toplanmaya başladık, sorsanız kimse anımsamaz. Samimiyeti,
kendiliğinden oluşundandır belki. Kendiliğinden hep beraberlik!
Kaçıranlar olurdu da
bayramı zehir olurdu. Sürekli eğlencenin
gerisinde, vah vahtı zavallıya. Piii, bizim bitirdiğimiz kapıları
dolaşacak ta harçlık toplayacak ta bakkala gidecek te çatapat, mantar, çiklet,
gofret alacak ta!.. O, bakkaldan dönene kadar biz, şenliği bitirmiş oluruz,
öğle yemeğine çağırır anne, babalar. Çatapatın, mantarın, füzenin,
kızkovalayanın, çikletin, gofretin tadı çıkmaz tek başına. Öğleden sonraya,
ertesi günlere kalınca da kalabalığın keyfi olmaz; aile, akraba ziyaretleri
başladığı için hep eksiklidir kalabalık. Kaybedilmiş bayramdır sabah kafilesini
kaçırmak.
En büyüklerden bir
iki kişinin, “Gecikenler kendi bilir, haydi
arkadaşlar!” demesiyle ziyaretler başlar, en girişkenler önde, en utangaçlara
doğru dizilirdi kafile. Utangaçlar, şekeri, harçlığı görmez, kafileyi kovalama
derdine düşerdi. Bir sonraki bayram, utangaçlıkları azalır, önlere geçer, bir
sonrakinde iyice cesaretlenmiş olurlardı. Bayram kafilesi, eğlenceli bir
okuldu!
Ziyaret biter,
büyüklerin “İlk hedefimiz bakkal.. hücuuummm!” talimatıyla pata pata pata
toprağa vurarak koşan çocuk adımlarına boğulurdu bayram sabahı. Nemrut, huysuz ama
bayramlarda çehresine nur inen 60 Evler’deki bakkala, taarruza geçerdik. Huysuz
adamın, keyfinden hesabı şaşar, paranın üstü diye verdiğimiz parayı geri
aldığımız olurdu. Akşama kadar anlatır, çocuk kahkahalarıyla katılırdık.
Ağabeylerimizden biri “Günah oğlum, yazık adama, gidin verin parasını” diyene
kadar. Nemrut, huysuz adama, götürür parasını verir, insanlığımızı geri
alırdık.
Her bayram, mutlaka
bir şey öğretirdi bize. Ancak sabah kafilesi, çok önemliydi. Bir kez geç
kalmıştım da tek başına çıktığım ziyareti, harçlıklardan vazgeçerek yarım
bırakmıştım. Kapısını çaldığım komşular, sevgi ve şefkatlerini esirgememiş ama
bana “vah zavallı, tek başına” diyorlar gibi gelmişti. Sonraki her bayram sabahına,
hep geç kalmış gibi erken kalktım. Beraberliğin tadı ve eğlencesi, yalnızlıkta
yoktu.
Geçtiğimiz Ramazan
Bayramı’nda, sözleşmiş gibi, ilk kez bu yıl çocukların hiç kapıları çalmadığını
konuştuk İstanbul’dan, Ankara’dan
dostlarla. Sözbirliği etmiş gibi, çalmamışlardı kapıları. Çocukların olmadığı
bayram, bayram olamaz. Böyle bir güne ‘bayram’ diyorsanız o bayram, kesinlikle bizim
bayramımız olamaz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder