"Sürekli ateş etmekten tüfeğim kızgın bir çelik parçasına döndü. Zavallı şeytanlar... Düşündüğüm tek şey üstümüze gelmeye çalışan bu insanların kaçınılmaz kaderiydi. Bu bir soykırım..." diyordu 21 yaşındaki katip, Yüzbaşı D. Mitchell. Anzak askeriydi. ‘Johnny Turk’lerin, akın akın kurşunların üzerine, tüfekleri ateşlemekten işlemez hale getirinceye kadar yağmasını anlayamıyorlardı. Anafartalar’da anlayamadıklarını, Seddülbahir’de, Kumkale’de de anlayamadılar. Yüzlercesi, kabus gibi, bir anda siperlerden fırlıyor, kurşuna süngüyle geliyorlardı. Birkaç saniye sonra öleceğini bile bile süngüyle makineli tüfeklerin üzerine niye akın edilir, anlayamıyorlardı. Aşağılamak için taktıkları ismiyle ‘Johnny Turk’ler, vücudunu mermi yapıp, üzerlerine yağıyordu. Vahşiler!..
Savaşın seyri değişti
Daha hiç karşılaşmamışlar ama Avustralya’da, temsili Türk askeri afişlerinden biliyorlardı bu vahşileri. Esmer, tıraşsız, kirli görünümlü, bodur, çirkin yaratıklar olarak tasvir edilmişlerdi. “Şeytanlar…” dediği oydu Micthell’in.
Arıburnu’na çıktıkları 25 Nisan’dan Mayıs’a kadar bu toprakları, çirkin vahşilerden kurtarmaya çalıştılar.
Adım atacak yer kalmayınca 24 Mayıs 1915’te, ölüleri defnetmek için ateşkes ilan edildi. İkinci şaşkınlıklarını yaşadılar. Birincisi; Kabatepe’den yapılması düşünülen çıkarmanın, Arıburnu’na kaydırılarak tırmanması zor araziye yönlendirilmeleriyle yedikleri kazıktı. Geç anladılar. İkincisi de buydu; çirkin vahşi falan yoktu ortada. Eli yüzü kendileri gibi, ölülerini taşımaya, mezarlarını kazmaya el veren, birbirine eşlerinin, çocuklarının, yavuklularının resmini gösterdikleri normal adamlar. Savaşın seyri değişti. Kendi topraklarını savunan adamların topraklarındaydılar!
Bir destan
Sonrasında, özellikle Anzaklar’la dünyanın en ilginç, edepli savaşı devam etti aramızda. Benzeri yok tarihte. İngilizden yedikleri kazıkların açığa çıkmasıyla bir ulus ve millet olma bilinci oluştu Avustralyalılar’da. Dedelerimiz, gerek kanları gerek adamlıklarıyla Anafartalar’dan bir devletin doğuşuna da el vermiş oldu. Mustafa Kemal Atatürk’le bir adım daha attık ve Mehmetçikle koyun koyuna yatan çocuklarını, çocuklarımız kabul ettik.
Bırakın bu çaresiz köşeyi, kitaplara, ansiklopedilere, dağlara taşlara sığmayan bir destandır Çanakkale Savaşı. Düşmanının bile minnetle andığı şehitlerimizin, ‘Kurtuluş’ için yazdığı önsözdür. Tükenmiş bir milletin, ölmek üzereyken son özveri nişanıdır. Kıymetini bilen torunlara tabii.
Şehitlik tartışması
İki eğilim başgösterdi bir süredir torunlarda. Biri; din için ölmeyeni şehitten saymıyor. Diğeri; şehitliği, neredeyse enayilikle bir tutacak, küçümsediği şehidi, adamdan saymıyor. Şehide ‘şehit’ demeye korkar olduk.
Bir insanın, canından değerli ne olabilir? O canı, bir millet adına vermiş adama, hiçbir borcumuz, saygımız olmayacak mı? En güzel, en yüce tanım şehitlikse eğer, şehitliği yakıştırmaktan güzel ne olabilir bu can borcunu yüceltmek için. Verilmiş canın, sıfat pazarlığını mı yapacağız? Düşmanımız kadar saygınız yok mu dedelerimize? İçlerinde, okullarını öksüz bırakan ortaokul, lise öğrencileri var ‘dedemiz’ diye andığımız. En güzel sıfatı yakıştırmaya çalışmaktan daha iyi ne yapabiliriz onları kutsamak için? Müsaadenizle şehidimize ‘şehit’ diyebilir, canını siper etmiş canları, görmek istediğimiz en yüksek mertebeye yükseltebilir miyiz gönül rahatlığıyla?
Sormuyorum zaten, öyledir. Ne kadar ısırık ısırık dişlense de bizim gönlümüzde, en yüksek yerdedir onlar. Hepsi bizim dedemiz, babamız, anamız ve çocuklarımız olmuştur. Çimdik çimdik didiklemeyin, çarpılırsınız!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder