09.12.2014 Milliyet-Ankara Gazetesi
Güvenpark’ın
önündeki Aşağı Ayrancı durağında otobüs bekliyoruz, metro asansörünün
arkasında. Omzumuzdan belimize kadar sırtımıza hafifçe bir ağırlık yükleniyor.
Kaldırımın ortasındayız, ne olabilir? Döndük ki içinde ayakkabı kutusundan
biraz büyük kutular olan yük taşımaya yarayan bir el arabası. Konya Ovası’nda
ağaca çarpan zatı muhteremi merak ettik, elindeki telefondan zor kaldırdı
başını. Dalgın bir “Pardon” dedi, hiç
inandırıcı değildi, yeniden yumuldu telefona. Takip ettik, kafayı kaldırmadan
devam etti Kızılay kavşağına doğru, önünden kaçışan yayaları görmeden.
Hayatın sırrını mı veriyor?
Hayatın
sırrını veriyorlar da biz mi atlıyoruz, nedir bu telefonlardan kalkmayan
kafalar? “Efendi, o araba, artık yazman
için bir uyarıydı” dedi içimizden bir ses. Uzun bir süredir yazmak
istiyoruz ama “Aman demode adam!”
demesinler diye yutuyor, içimize atıyorduk gördüklerimizi, duyduklarımızı.
Sırtımıza yaslanan araba ittirdi, biz de saldık çayırdan aşağı demodelik
pahasına.
Aklımızın önüne geçen telefon
“Yahu nedir bu gençlerin hali?” filan
diyoruz ama pek de ısrarcı değildik. Anlatılan bir olay, dikkatimizi
keskinleştirmişti: Bir arkadaşımız, telefonun kulaklığı kulağında yola çıkan
genci kapşonundan tutup, çekiyor son anda. Araba, sıyırıyor genci. Aynı biçimde
bizim başımıza geldi, o olayı hatırlayarak tam yola çıkacakken bir genci,
kolundan hafifçe çekerek uyardık. Duymadı çünkü gelen arabanın sesini. Elini “Sağol” dercesine kaldırdı, kulaklığıyla
devam etti yola. Araba çarpsa şoförün hiç suçu yok aslında.
Telefondan
başını kaldırmadan yürüyebilenler var. Hatta bizim mahallede, bunun spor yapan
modeli var; başını kaldırmadan 40 dakika telefona bakarak yürüdü kız. Hala
bakıyordu biz ayrılırken. Hep bu hisse kapılıyor, çatlıyoruz; “Hayatın sırrını kaçırıyorum vallahi!”
Ayin mekanı metro trenleri
Metro
seferleri, cep telefonu tarikatının ayin mekanı gibi. Önce kulaklık takılıyor,
oraya kadar nasıl dayanmışsa artık, açılıyor telefon, hipnoz başlıyor.
Gençlerse açıyor oyunu, 40-50 yaş büyük teyzeler, amcalar, ayakta seyahat
ediyor onlar oynarken. 1 dakikayı bulmadan 30 saniyede bir, durmadan
çantasından telefonu çıkarıp bakanlar mı istersiniz, bidi bidi bitmek tükenmek
bilmeyen mesajlaşmalar mı istersiniz, arkadaşlarıyla sohbet kahkaha binip,
herkesin mesai gibi cep telefonlarına gömülmesini mi istersiniz... Ne oluyor
yahu?
Habere
ya da söyleşiye gidiyoruz, adam laf anlatırken telefondan başını alamıyor
arkadaşlarımız, hatta bir yandan mesajlaşıyor, havaya konuşuyor konuşan. İşin
özünden kopuyor, yapan değil, takip eden durumuna düşüyor meslektaşlarımız.
Arkadaş
toplantısına katılanlarınki sandalye ihlali oluyor, telefonla arkadaşlık ediyor
çünkü. Geldiği gibi, telefona bakarak gidiyor evine. Aynı masada 4 kişi çay
içiyoruz, 3’ü sessizce telefona bakıyor, siz de havaya. İnsan, kendini görünmez
zannediyor herhalde telefona bakarken.
Bir varoluş biçimi mi?
Bir
iki anı derken baktık büyük küçük fark etmiyor, bir millet, salgın hastalık
gibi telefona bakıyor! Ya telefon bizim bir türlü keşfedemediğimiz hayatın
sırrını veriyor ya da insanlar, telefon üzerinden kişilik oluşturmayı keşfetti,
haberimiz yok. Orada, yan yana olmaktan daha güvenli hissediyorlar belki. Ancak
dışarıya kapalı, pasif bir kişilik oluşturma ya da varolma hali bu. Gerçek
hayatta genellikle karşılığı olmayan, olmayacağı için geçici bir varoluş
yöntemi. Sanal...
Saplantılı bağımlılık
Televizyonculuğumuzun
başlarında, televizyon için ‘aptal
kutusu’ dendiğini duyunca çok şaşırmıştık. Üstelik Amerikalılar’dan duymak
daha şaşırtıcı olmuştu. Çünkü o tarihlerde bizim televizyonlar, aptal kutusuna
çevrilmemişti henüz. Özel televizyonların yaygınlaşmasıyla anladık ne denmek
istendiğini.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder