23.12.2014 Milliyet-Ankara Gazetesi
Mikroçip
denen şey icat edilmemiş olsa her evin en az salonu kadar bilgisayarlarımız
olacaktı. 1960’ların sonlarına doğru bir sürü transistör ve elektronik parça 5
milimetre silikon üzerine sığdırılınca devrim başladı. Şimdi oda kadar
bilgisayarlardan kat be kat fazla iş yapan telefonlar taşıyoruz cebimizde.
Çip ne ki?
İlk
silikon çip, 1961 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde, Minuteman Füzesi’nde
kullanılmış. 2015’e girdik sayılır, yani 54 yıl önce. Mikroçip denen minik
fabrikada, milimetrik yüzeyler üzerinde onbinlerce yüzbinlerce devre elemanı ve
son derece karmaşık elektronik devreler, genellikle silikon benzeri yarı
iletken bir malzeme üzerine yerleştiriliyor. Ve nano teknoloji sayesinde her
geçen gün daha çok işlem yapabilen daha küçük çipler geliştiriliyor.
Hayatın
her yanına girdi çip teknolojisi. İnsana bile takıyorlar artık. Birkaç yıla
kalmaz, kılcal damarlarımızda, hastalıkların tedavisi için dolaşan zerreciklerle
tanışabiliriz. Çip dersimizi, burada noktalıyoruz.
Çipsiz Türkiye’ye çip
geliyor
Gelelim
Türkiye’nin bu işin neresinde olduğuna. Satın almakta üstüne yok ancak üretmeye
gelince hiç yoktu canımız Türkiyemiz. Gelecek tamamen bu teknoloji üzerine
kuruluyor ama kim uğraşacak, başkasından aldığımız parçaları birleştirip,
başkasına satıyor, buna da ihracat diyorduk. İşte tam bugün, tarihi bir güne
şahitlik edeceğiz.
ASELSAN
ve Bilkent Üniversitesi’nin ortaklığında, Türkiye’nin ilk çip fabrikasının
temeli, Bilkent Yerleşkesi’nde atılacak. Fazla geç kalmış sayılmayız, topu topu
54 yılcık sonra!
Zihniyet değişimi mi?
Bu
fabrika, çip üretilen bir tezgahlar dizisinden çok, bir zihniyet değişiminin
işaretidir. Sanayi üretiminde hep gerilerde koşan canımız Türkiyemiz’in, ön
sıralara doğru ilerleme hamlesidir. Takip eden ülke olmaktan çıkma, takip
edilenlerin arasına katılma isteğidir. Çok ama çok ihmal edilmiş üniversite-sanayi
işbirliğinin, beklenen meyvesidir.
Bu
fabrikayla yeni dünyaya burnumuzu uzatıyor, “Merhaba” diyoruz. Bundan sonra bütün gövdemizle o dünyanın içinde
olabilmeyi umuyoruz.
Umuyoruz
çünkü bu ülkede ve tabii Ankara’da, gaza ve frene aynı anda basabilmek gibi bir
huyumuz var bizim. Adama “Yürü” der
frene basar, “Dur” der gazı da
kökleriz bir yandan. O yüzden onca siyasi ve ekonomik canlılığına karşın ‘gelişmekte olan ülke’ sınıfından
çıkamaz canımız Türkiyemiz. Fırsat verilince çip de yapan, araba da uçak ta
tren de yapabilecek genç beyinlerimizi, başka ülkelere kaçırırız.
Araştırma-Geliştirme
işleri masraftır bizde, sanki başka türlü icat yapılabilirmiş gibi.
Araştırıyor, geliştiriyor gibi yapar, devlet teşviklerini ziyan ederiz. Ölü
buluşlar mezarlığıdır aynı zamanda canımız Türkiyemiz.
Manzara-i umumi ve başşehir
Başka
ülkelerde, fabrika kuracak adamın altyapı, ayağına kadar getirilir. Hatta
Almanya, Güney Kore gibi ülkelerde, fabrika binası bile yapılır yeter ki
çalışsın diye. Bizde, devlet ya da yerel yönetimlerden bir de dayak yemediği
kalır sanayicinin. Hepsini kendi yaparsa yapar. Bütün organize sanayi
bölgelerimiz, kendi işini kendi görür insaflı bir yöneticiye denk gelmediyse
eğer. İşte çürüdük söylemekten; en acı örnek; Malıköy organize sanayi bölgesine,
14’cü yılında, hala su götürülmemiştir mesela.
Ankara,
ülkenin en iyi teknokentlerini, üniversitelerini ve Türkiye’nin yüksek
teknolojili ürünler üreten fabrikalarını barındırıyor. Teknokentleri de
üniversiteleri de fabrikaları da fren-gaz ikileminde kendine bir yön bulmaya
çalışıyor. Ya patinaj yapıyor yerinde sayıyor ya da küçük adımlarla sadece varolmaya
çalışıyorlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder