Yayın tarihi:22.02.2017
Milliyet - Ankara Gazetesi
“TÜRKLER, NE ZAMANDIR ŞEHİR KURMAYI BIRAKTI”
Başkent,
yapılaşmada çılgınlık dönemini yaşıyor. ODTÜ Mimarlık Fakültesi Öğretim Üyesi
Prof. Dr. Aydan Balamir, nitelikli mimariden niteliksiz çılgınlığa geçişin tarihini
değerlendirdi.
Yaşadığımız
evlerin, çalıştığımız işyerlerinin, sokağın, çarşının yaşanılabilir olması için
şehir plancılığı ve mimarlık, birbirini tamamlayan meslekler. Omuz omuza
verdiklerinde, çok güzel şehirler kuruluyor. Onların el atmadığı şehirler ise
düğümleniyor, çözülemez bir kargaşaya mahkum oluyor.
ODTÜ
Mimarlık Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Aydan Balamir hocamızla Ankara’nın
şehirleşmesine, mimarlık penceresinden baktık. Başkentin şehirleşmesinde tarihin
akışı, bu pencereden de pek iç açıcı değil.
Ali İnandım- Aydan hocam,
Cumhuriyet öncesi nasıl bir yapılaşması var Ankara’nın?
Aydan Balamir- Cumhuriyet öncesi küçük ama
önemli bir kent Ankara. Roma Hamamı’nın büyüklüğü bir gösterge, Agust Tapınağı
bir gösterge. Endüstri devrimi öncesi önemli bir gelir kaynağı olan sof kumaşı yerini
makine üretimi kumaşlara bırakınca Ankara’nın ticareti kırılıyor ama şehir, kozmopolit
yapısını sürdürüyor. Osmanlı dönemi yapı stoğu, kentteki Yahudi, Rum, Ermeni
nüfus hakkında fikir verir. Küresel bir şehir. Osmanlı döneminde Roma ve Bizans
döneminde olduğu kadar çok ilgilenilmiş bir şehir değildir. Kale içi ve
etrafındaki yoğun dokulu mahallelerin yanısıra, bağ evleriyle yayılan dağınık,
çözük bir şehir dokusu var. Sof ticaretinin zenginliği, konut yapılarına tam
olarak yansımamıştır. Evlerden çok hanlardan okuyabiliriz şehri. Ticaret ve
üretimin göstergesidir, şehrin canlılığı, bu yapılar üzerinden de anlaşılır.
Çukurhan, Çengelhan, Safranhan, Mahmutpaşa Bedesteni (Anadolu Medeniyetleri
Müzesi) daha sonra Suluhan, öne çıkan örneklerdir. Kamu yapıları, Osmanlı
modernleşmesiyle birlikte 1890’lardan sonra başlıyor.
Arkamızda yıkılmak üzere olan İller Bankası |
“Mahalle kültürü, denetimi
de arttırıyor”
- Konutları nasıl?
-
Küçük pencereler, geniş saçaklar, çıkmalar, cumbalarla Osmanlı ya da Anadolu
ahşap konut geleneği hakimdir. Bu geleneğin önemli bir özelliğini, sokaktan
avlu ya da taşlığa, oradan hayat ya da dış sofaya geçilen bir dizi açık ve yarı
açık mekanlar ve nihayetinde iç sofaya açılan odalar olarak tanımlayabiliriz.
Kalabalık aile yapısı da mekanların oluşma biçimini şekillendiriyor. Birkaç
çekirdek ailenin bir arada yaşadığı, sofaya açılan çok odalı evlerdeki odaların
her biri, bir evdir aslında. Ya da aynı avluyu, taşlığı, hayatı paylaşan
birleşik evler şeklinde de olabiliyordu. Yarı mahrem diyebileceğimiz avludan
kamusal sokağa açılan kapı önlerinde, mahalle kültürü hala gözlenebilir.
Dayanışma, kadınlar arası yardımlaşma mahalle kültürünün bir parçası. Ama bu kültür,
bir yandan da baskıcı bir kültür; sokağa, mahalleye gelen gidenin denetimi artıyor.
Aslında bütün evler, tanımlanan ideal Anadolu ev tipine tam uymayabilir. Avlu
yerine arka bahçeli, hayat yerine doğrudan iç sofalı evler de var. Yapı dili
olarak ortak bir karakter olsa da tarz olarak çeşitlenmeye açık; her dönem
kendi modernini oluşturuyor. Örneğin Cumhuriyet döneminde kente modern konutlar
inşa edilmeye başlandığında, küçük pencerelerin ‘asri pencere’ denilen tarzda büyütüldüğünü
görüyoruz.
Geleneksel Ankara evi |
- Yapılaşma biçiminin
mahalle dokusuna etkisi var mı yani?
-
Fiziki çevre toplumsal yapıyı birebir etkiliyor diyemeyiz, bireylerle ve
toplumsal düzenle ilgili bir şey mahallelilik duygusu. Mesela korunmuş Avrupa
kentlerindeki yoğun konut dokuları da dip dibe yapılardan oluşuyor ama mahalle
ilişkileri, sosyal ilişkiler, artık eski dönemlerdeki gibi değil.
Apartmanlaşmayla beraber yapılan çok katlı ve çok daireli binalarda komşuluk
olmaz demek de doğru olmaz; çatısında veya zemin katında yüzme havuzu gibi, lokali
gibi, bahçesi, kameriyesi gibi ortak yaşam alanlarıyla sosyalleşme, komşuluk
yapma fırsatı verecek alanı yaratabilmiştir bazı binalar. Modern konut
tarihinin başarılı örnekleri, bakkal, berber, kreş gibi ortak mekanlarla
birlikte tasarlanmış,bazen de bir avlu etrafında sağlamıştır bu ortamı.
“Güneş, hava,yeşil
gözetilmiştir”
- Cumhuriyet’ten sonra nasıl
bir değişim yaşanıyor?
-Cumhuriyet’in
daha ilk yıllarında plan yapılıyor ve uygulanıyor. Jansen Planı, yeniyi
yaparken eskiyi korumuştur. Şehrin yeni yerleşimlerinde herkesin güneşe, temiz
havaya, yeşil alana sahip olmasını gözeten ‘bahçe şehir’ anlayışını benimsemiştir.
Binalar birbirinden
uzaklaştırılmış, bir yandan da okulu, işyeri, camisi, çarşısı, sağlık merkezi
gibi yapılarıyla yeni semtler oluşturulmuştur. Modern bir şehir, modern bir
yapılaşma ama insani, mahalle ruhunu bir ölçüde sürdüren, kendine yeterli
semtler oluşturulur. Cumhuriyet’le beraber Ankara’da doğan konut açığı
nedeniyle önce küçük parseller üzerinde ‘kira
evleri’ oluşmaya başlıyor. ‘Apartman’ sözü yerleşene kadar bir süre ‘kat evleri’ olarak da adlandırılan çok
katlı kira evleri, zamanla egemen yapılaşma biçimi oluyor. Bir bölümü ‘aile apartmanları’ olarak inşa edilen bu
yapı türü, bir anlamda geleneksel konakların değişime uğramış halidir. Konakta
odalar bağımsız birer evken burada artık her dairede bir aile mensubu oturuyor.
Örneğin Evkaf Apartmanı (Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü binası), Vakıflar’ın kira geliri sağlamak için yaptırdığı çok katlı
bir kira
evidir. Yenişehir’deki kira evleriyse Evkaf Apartmanı’na kıyasla daha
mütevazıdır.
Şevket Pek kira ve sağlık evi |
Evkaf Apartmanı.. şimdi Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü |
- Kamusal yapılarda durum
ne?
-
Kamusal alandaki yapılaşma, genellikle kimlik tartışmasıyla şekillenir. Yani
doğulu mu batılı mı şeklinde bir kimlik gerilimi söz konusudur. Mimarlar
Derneği 1927’nin Balo Gazetesi’nde, Ankara’nın mimarlık tarihini özlü biçimde
anlatan 1952 tarihli bir karikatür yayımlanmıştır. Bu karikatürde dört üslup
resmedilir: Önceleri ‘Birinci Milli
Mimarlık Akımı’ dediğimiz yeni Osmanlı yapıları öne çıkar. Ziraat Bankası,
İş Bankası, Türk Ocağı (Resim Heykel Müzesi) gibi yapıları örnek verebiliriz bu
döneme. Sonra uluslararası modernizmin rüzgarıyla ‘kübik mimari’ye geçilir. Yurt dışında böyle bir tarz adı yok, bizim
koyduğumuz özgün bir isimdir. Yeni rejim, her alandaki yeni düşünceyi yeni bir
mimariyle vurgulamak istiyor. Bugün yıkılmak istenen İller Bankası da bu
dönemin, Türkiye’de modern mimarinin en iyi örneklerinden biridir. 1940’larda
revaçta olan ‘İkinci Milli Mimarlık
Akımı’ döneminin ilham kaynağı ise Anadolu’nun sivil mimarisidir. Çıkmalar,
cumbalar, geniş saçaklar sadeleşerek betonarmeye tercüme ediliyor ki örnekleri
arasında Türkiye Büyük Millet Meclisi binası da yer alır. Karikatürün son
karesi, 1950’lerin mimarisidir; yine moderndir ancak bu kez Avrupa modernizmi
yerine, Amerika kaynaklı modernizm gündemdedir.
1952 Balo Dergisi 5.sayısından |
“Arazinin değeri, sınıf
ayrımını da belirliyor”
- Yeni mimari, mahalle
dokusunu etkiliyor mu?
-
Cumhuriyet öncesinde semtleri, mahalleleri, sınıf ayrımı değil de dini gruplar
belirliyor çoğunlukla. Bu nedenle fakir, zengin aynı mahallede yaşayabiliyor.
Cumhuriyet’ten sonra kent merkezlerinde yükselen arazinin değeri, sınıf
ayrımını da belirlemiş oluyor. Ya da aynı mahallede dikine katmanlaşma oluşmaya
başlıyor; yani aynı apartmanda düşük gelirli alt ve en üst katlarda oturuyor,
daha iyi durumdakiler ara katlarda oturuyor mesela. Diyelim Yenimahalle İşçi
Blokları’nda işçi sınıfı, İkramiye Evleri’nde banka çalışanları, Saraçoğlu
Mahallesi’nde memurlar oturmaya başlıyor. Böylece birbirinden ayrılmaya
başlıyor belli kesimler.
Yenimahalle Mobilgaz işçi konutları |
“Mimari nitelik düşmeye
başlıyor”
- 1950’ler de bir kırılma
dönemi. Ne tür bir değişim yaşanıyor bu dönemde?
-
1950’ler, liberal ekonominin ülkeye girdiği, özel sermayenin serpilip dünyayı
takip etmeye başladığı yıllardır. Yeni yapılan fabrikalarla işgücü ihtiyacı
doğuyor, asansörün de yaygınlaşmasıyla daha yüksek, daha geniş apartmanlar inşa
edilmeye başlıyor. Bu arada gecekondulaşmanın da altyapısı oluşuyor. 50’lerde
başlayan gecekondulaşma, 60-70’lerde devam ediyor. Kırdan kente göçün
sonuçlarından biridir; kooperatifleşmeye gücü yok, devlet de sosyal konut
yapmayınca kendi başının çaresine bakıyor vatandaş. Yapılarda da ‘küçük müteahhit tarzı’ bir yap-sat
süreci başlıyor. Devlet, İngiltere, Hollanda gibi toplu konut yapmıyor. Halk, ya
kooperatifler yoluyla ya da arsa üzerinden satış yapan müteahhitler yoluyla
konut sahibi oluyor. Müteahhit, arsa halindeyken satıp, küçük birikimlerden
sermaye yapıyor. Burada arsa kişiye, aileye özel olmadığı için inşa edilen
konutlar anonimleşiyor. Bina yaptıranın prestij gibi bir derdi kalmıyor, mimari
nitelik düşüyor tabii. Oysa ‘aile apartmanları’nda mal sahibi, özellikli bina
yaptırmaya çalışır, şanına yakışır olması için mimari kaygı duyar. Diğerinde
müteahhit konut sahiplerini tanımıyor, katılımcılarla bir ilişkisi, prestij
derdi yok. Mimari bozulma başlıyor işte o zaman. Birikimi olmayan kişilerin müteahhit olduğu
altyapı oluşuyor. 1960’lar, 70’lerde sonuçlarını görmeye başlıyoruz.
Aydan Balamir |
- Ne gibi sonuçlar?
-
Aslında asgari sermaye ile konutlandırma için müthiş bir sistem bu yeni oluşan
‘yap-sat’çılık ama bu sistemi doğru
kullanmıyoruz ve yapıların niteliği bozulmaya, özelliksiz yapılar yapılmaya
başlıyor. Sıradan apartmanlaşma yaygınlaşıyor. Yine de bu dönemde evlerin
insani özellikleri, çevrenin mahalle dokusu, bir ölçüde devam ediyor. 1950’lerden
sonra gecekondulaşma, öte yandan yap-sat usulü apartman kentler, konut
kooperatifleri artıyor. Sermaye hala küçük, daha henüz çılgınlaşmıyor yapı
üretimi.
“Devletin çalışmaları,
iyileştirici değil artık”
- 1980’ler nasıl bir dönem?
-
Küresel kapitalizmin yerleşme yılları 1980’li yıllar. Tüketim toplumuna
dönüşmenin alt yapısı oluşuyor. İthalat serbestleşince yurt dışından yapı ve
dekorasyon malzemeleri gelmeye başlıyor. Bu dönemde palazlanan müteahhit
şirketler, pazarlamacı yöntemler, konut talebine arzı değiştiriyor. Nostaljik
‘mahalle’ görünümü ve yarı Türkçe yarı İngilizce adlarla pazarlanan bu
konutların çoğu, ‘kapılı siteler’ ya
da ‘kapalı cemaatler’olarak
adlandırılan uluslararası uygulamanın yerel örnekleridir. Bir kulvarda da TOKİ
(Toplu Konut İdaresi Başkanlığı) ile devlet giriyor devreye. Bu arada
1980’lerde kurulan Batıkent’e de bakmak lazım başarılı bir gecekondulaşmayı önleme
projesi olarak. İyi bir şehirleşme örneği olmasa da Cumhuriyet’ten sonra kendi
sermayesini oluşturarak bu kadar çok kişiyi konut sahibi yapması açısından başarılı bir konut edindirme
projesidir, İngiltere’de ödül kazanmıştır bu özelliğiyle.
- Çılgınlaşma ne
zaman başlıyor?
- 1980’lerde altyapısı tamamlanan, 1990 ve 2000’lerde holdingleşen
müteahhit firmalar ile TOKİ, konut sektörüne egemen oldu. Son 15-20 yılda arsa
üretip rant yaratmanın en garantili yöntemi, ‘kentsel dönüşüm’ kavramına sarılmaktır. Ama dönüşümün çoğu,
dönüşecek bir yapı ya da yerleşim olmayan arazilerde yapılıyor nedense.
Macunköy’de mesela; yaşam alanını iyileştirmek yerine kütlesel yapılarla
bambaşka bir yere dönüştü. Çukurambar’da, Oran’ın bir kısmında, Çayyolu’nda,
Şentepe’de, Eskişehir yolu üzerinde, aslında kentin dört bir yanında kentsel
dönüşümden bu anlaşılmaya başladı; fiyakalı isimlerine karşılık, birbirinin
benzeri, çok katlı, tekdüze yapılaşma. TOKİ ilk başta ihtiyaç sahiplerine nasıl insani bir
konut çevresi sunarım derken azman bir sermaye oluşunca kar etmeyi hedefleyen
bir kuruma dönüştü. Nitelikli yaşam çevreleri oluşturma, mevcut yerleşimleri
iyileştirme gibi bir görevi varken kar amaçlı bir müteahhit gibi davranmaya
başladı. İstisnalar hariç, devletin çalışmaları iyileştirici değil artık. Mamak Kusunlar
Mahallesi’ndeki TOKİ Evleri çok iyi bir örnektir. Mahallenin adı bile yok, ‘TOKİ Evleri’ diye biliniyor. Yapıların
tekdüzeliği bir yana, sosyal alan olarak felaket. Sadece bir cami, okul ve adı
market olan bakkalı var. Üçünü yan yana getirip bir kamusal alan, merkez
yaratmaya bile gerek görülmemiş. Çarşı, park, sinema, spor salonu gibi işlevlerden
söz etmekse fantezi! Bu tür kamusal mekanlara uzak konutlar, insanların hem
sosyalleşmesi hem de ihtiyaçlarını görmesi açısından sorun yaratır.
Mimari ve kentsel dönüşümün seyrini Dikmen köyünde izlemek mümkün (Foto: Ahmet Soyak) |
“Doğduğunuz yeri yok ediyorsunuz”
- Şehirleşmeye aykırı bir
yoğunlaşma mı bizimki?
- Yoğunlaşma ve yükselme kent içinde olur. Bizde tam tersi uygulanıyor,
kentin dışında 15-20 katlı apartmana oturmaya gidiyorsunuz. Bunun için şehir
kurulur. Biz, şehirleştirmeden toplu konutlar yapıyoruz. Türkler, ne zamandır şehir
kurmayı bıraktı, şehir kültüründen uzak konut siteleri ile steril AVM’ler inşa
ediyor. Hepsi için bir plan çiziliyor kuşkusuz, ama bunlar klasik anlamda
‘şehir planı’ olmaktan uzaktır. Ankara, garip bir ‘organik şehir’dir bu plansız yapılaşma özelliği nedeniyle.
Bentderesi'nde yıkılıp yapılan Ankara evleri, 4-5 kata çıkarıldı.. Ankara evi değiller artık tabii ki |
- Bu kontrolsüz yapılaşma
çılgınlığı, bazı semtlerde tarihi mahalleleri ezip geçiyor.
- Tarihi yapılar, mahalleler, kentin ortak hafızasıdır, geçmişin
belgeleridir. Bunları sadece yok etmek değil, bozmak da suçtur; belgeyi tahrif
etmek gibi bir suç. Tarihi miras, özgünlüğüyle korunmalıdır. Tescilli yapıyı
yıkıp yeniden yapmak, koruma kurullarının yeni adeti oldu. Bir yapı tamamen
yıkılıp yok olmuşsa planlarından yenisi yapılabilir ama hala ayakta duranı
güçlendirmek varken niye yıkıyoruz? Marmara Köşkü sapasağlam duruyordu, neden
yıkıldı? Hacıbayram, Hamamönü çevresinde bunun örnekleri oluştu. Eskiyi yok
edip, yeniyi eski gibi yapma sanatı değildir mimarlık. Aksine, eskiyi gözümüz
gibi koruyup, yeniyi ise zamanına uygun yapmayı gerektirir. Zamanını yansıtmak
yerine eskiyi taklit eden yapıya mimarlık değil, sahne dekorasyonu denebilir
ancak. Tabii ki modern yapı olacak, modern yaşam olacak ama belgenizi yok
etmeyi gerektirmiyor bu. Annenizin, babanızın doğduğu, kendi doğduğunuz yeri
yok ediyorsunuz.
Şentepe (Foto: Ahmet Soyak) |
“Ev, yuva, konut, apartman,
rezidans..”
- Yapılaşma biçimi,
toplumsal ilişkileri de belirliyor diyebilir miyiz?
- Mimarlığı nicelik
değil nitelik üzerinden tartışmak lazım; alçak, yüksek, beton, ahşap, modern,
geleneksel olmasından önce niteliktir önemli olan. Gizlemek için makyaj
yapabilir, maske takabilirsiniz ama bu, gerçeği değiştirmez. Çirkin olduğunu
biliyorsunuz yani. Binalara Selçuklu ya da Osmanlı maske takmakla bir değer
üretilmez. Bu, yapının kişiliksizliğini değiştirmiyor. İngiliz Başbakanı
Winston Churchill’e atfedilen bir söz, “Biz
yapılarımızı şekillendiririz,daha sonra yapılar bizi şekillendirir” der.
Bazı semtlerin, yerleşimlerin, öfke ve yıkıcı duygular yaratması, oranın
şehirleşme biçimiyle de çok ilişkilidir. Ev, yuva, anonimleşmeye başladığında konut,
derken apartman, rezidans oluyor evin adı. Gittikçe kavramlar sıcaklığını
yitirmeye, anlamlarını kaybetmeye başladı mimaride. Mimari kimlik sorunu olan
bir dönemdeyiz.
1 yorum:
Sevgili Ali İnandım, konut üreten bir kooperatifler birliğinin yayınını yönettim. Konuyu yakından izleyenlerden birisiyim. Mülakatlarınız Ankara için çok değerli uyarılar içeriyor. Beyninize, yüreğinize sağlık. Sayın Prof. Dr. Aydan Balamir'in verdiği ders, inşallah konut üretenlere bir şeyler öğretir.
Yorum Gönder