26 Şubat 2020 Çarşamba

ANKARA CEZAEVLERİNİN ALT EDEMEDİĞİ YAYINCI-YAZAR: MUZAFFER İLHAN ERDOST


Yayın tarihi: 19 Şubat 2014
Ulucanlar Cezaevi Müzesi
Milliyet - Ankara Gazetesi


İlhan Erdost’un ağabeyi. İlhanİlhan Kitabevi’nin sahibi. Kitapevinin adı, kardeşe son seslenişten geliyor; öldüresiye dayaktan sonra sağ dizi üzerine çökmüş, kolları boşlukta, ağzı açık, benzi solmuş kardeşine böyle seslenmişti Muzaffer Erdost “İlhan İlhan!..  Ama İlhan, seslere karşılık veremezdi artık.

12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’nden sonra 7 Kasım’da, Mamak Askeri Cezaevi, hafızalardan silinemeyen bir ölüme şahit oldu. Yayınevinde, yasak yayın, suç olan bir şey bulunamadığı halde gözaltına alınmışlardı. “Delil bulunmasa bile.. derin uygulama yapılması..” diyordu haklarındaki yazı; yani “Ağır işkence yapın” deniyordu. A-Blok’ta “Hanginiz büyüksünüz?” diye sordular. Ağabeyle kardeşi belirliyorlar.
Ulucanlar Cezaevi volta koridoru

Ağabeyi cezalandırıyorlar
C-Blok’a diye binecekleri arabanın önünde başladı coplar patlamaya. Arabaya bindiler, ağır küfür ve hakaretle devam etti. 4 er, İlhan’ı daha çok dövüyor, döverken ikisinin de başını ve yüzünü hedefliyordu. Erlerin başında Astsubay Şükrü Bağ var. Arabadan indirip, dövmeye devam ediyorlar. İlhan, 3-4 kez yere düşüp, yeniden doğruluyor. F-Blok avlusunda, perişan kapıya yürürken “Kaçmayın” diye yeniden başlıyorlar. Kan revan içindeki iki kardeşin İlhan’ı, koğuşa gelmesiyle “Midem bulanıyor” deyip, ruhunu teslim ediyor. Ağabeyi, kardeşiyle cezalandırıyorlar. Muzaffer, kardeşinin adını sonra kendininkine ekliyor.

Ulucanlar Cezaevi Müzesi’nin avlusunda, Muzaffer İlhan Erdost’un fotoğraflarını göreceksiniz. Ara ara orada yatmış, tanıdık bir yer. Biz de 40 yıl önceki Ulucanlar’ı anlattıralım istemiştik ama İlhan Erdost’un kaybını vicdanların kabul etmediğini, konuşmadan edemediğimiz için bir kez daha anladık.
Muzaffer İlhan Erdost

“İlhan’ın adını koymuşum”

Ali İnandım- Ne zaman ve nerede doğdunuz İlhan bey?
Muzaffer İlhan Erdost- Kimliğimde 1932 yazar ama 18 Eylül 1931, Tokat Artova doğumluyum. Katışık köy yok, göçmenlerinki de dahil ayrı ayrı köylerdi. Biz, Erzurum tarafından göçmüşüz. Anne tarafından dedem Yusufelili, baba tarafım Oltu Ardoslu. Aslen Batum tarafındanız. 1919 sonbaharında Tokat’a gelmişiz.
- Aileyi sayabilir misiniz?
- Babam Yusuf, annem Gülhanım. 6 buçuk kardeşiz; benden önce doğan ikizin birini küçükken kaybetmişiz. Onun ikizi Zekiye, sonra ben, ölen İlhan; 5 yaşında kaybetmişiz, ölen Fadime; 2 yaşında kaybetmişiz, sonra Fadime ve en küçüğümüz öldürülen İlhan. İlhan’ın adını ben koymuşum. Eşim Rana. Bir erkek bir kız 2 çocuğumuz var; Barışta ve Suları. Barışta’yı, geçen Mart kanserden kaybettik. Oğlumdan bir torunumuz var; Çavlan.
- Nerelerde okudunuz okulları?
- İlkokulu Gazipaşa İlkokulu’nda okudum. Artova’da ortaokul yoktu, Tokat’taydı. Tokat Gaziosmanpaşa Ortaokulu’nu bitirdim. Liseyi, 2 yıl Sivas’ta, müzenin olduğu binada, 1 yıl Çorum’da okudum. Üniversiteye, Ankara Üniversitesi Veteriner Fakültesi’ne geldim, oradan mezun oldum. Bitirme ve olgunluk diplomam pekiyidir.

“Nümayişle başladı pekçok şey"

- İlk üniversiteye geldiğinizde mi gördünüz Ankara’yı?
- İlk öyle gördüm. Küçük amcam astsubaydı, üst Cebeci’de gecekondusu vardı, onun yanında kaldım. Burslu okuyordum. Politik görüşlerim nedeniyle pataloji hocam bıraktı beni. Edebi yanım vardı, Pazar Postası’nda yazmaya başladım. Rüzgarlı Sokak’ta bir bodrumdaydı gazete. Mehmet Barlas’ın babası Cemil Sait Barlas’ındı. Müdürü Baki Kurtuluş’tu. Yazı başına 10 lira veriyorlardı. Cemil Sait, insani ilişkileri açısından iyi bir insandı, basında kalış nedenimdir. 1958’de matbaayı sattı. İstanbul’a giderken bizi Erdoğan Tamer ve Cemalettin Ünlü’yle beraber Ulus Gazetesi’yle tanıştırdı. Oraya geçtik. Matbaa İşletme Amiri oldum orada. 14 Mayıs 1960’da gazetemiz kapalıydı. Nümayiş vardı, ona gittik, çok şeyin başlangıcı oldu o nümayiş.
- Niye kapalıydı?
- İnönü’nün “Sizi, ben bile kurtaramam” lafını bizim gazete bastı. Halbuki yasaklıydı. Gazete kapalı olduğu için Kızılay’da Büyük Sinema’nın önünde konuşma yapılıyordu, oraya gittik. Polis, kalabalığın ortasına gaz bombası attı. Millet, Çankaya yönüne doğru koşmaya başladı. Sakarya Caddesi’nin Atatürk Bulvarı tarafında, köşede, küçük bir eczane vardı. Orada yakaladılar beni, “beyanname atan” diye aldılar. Mamak’a giden ilk 100 kişi, o olaylarda alındı. Onlardan 3 kişi tutuklandı, biri de bendim.
Müze duvarındaki resimlerde kendini gösteriyor

İlk Soğukuyu’ya

- Diğer ikisi?
- Muammer Aksoy ve Kurmay Binbaşı Selahattin Çetinel. Rüzgarlı Sokak’ta Soğukkuyu Askeri Cezaevi vardı, bizi oraya götürdüler. Nazım da orada kalmıştı. Bu olayla Ankara cezaevleriyle tanışmış olduk. Gazeteden değil, o günlerde de edebiyatçı olarak tanınıyorum ben. Gazeteciliğimiz o yüzden. 1963’e kadar Ulus Gazetesi’nde çalıştım.
- Kimler vardı tanıdık isimlerden?
- Nurullah Ataç, Salim Şengil, Turgut Uyar, İlhan Berk, Tarık Dursun K., Cemal Süreyya, Sezai Karakoç, Güner Sümer, Ceyhun Atıf Kansu, Talip Apaydın, Cemil Eren, Mustafa Şerif Onaran, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Bülent Ecevit... Bunlarla hep ilişkilerimiz var. Ankara, sanat, edebiyat konusunda merkezdi.
- Nerede oturuyordunuz?
- Evlenmiştim, 1956’da evi, 1956 sonunda kardeşim İlhan’ı Ankara’ya getirdim. İlhan, 17 Aralık 1944 doğumlu, 13 yaş küçüktür benden. Yenimahalle’de, İvedik Caddesi’nde küçük küçük evler vardı. 256 numaradaki evin, orta katında oturduk. Oradan Mohaç Sokak, 3 numara olması lazım, 3’üncü katta oturduk. Mohaç Sokak, 5 ile 6’ıncı Durak arasında bir sokaktır.

Ulucanlarla tanışma

- Ulucanlar Cezaevi’yle ne zaman tanıştınız?
- Askere gittim, dönüşte beni Ulus Gazetesi’ne almadılar. Kendi yayınevimi kurdum. Kasım 1965’de Sol Yayınları’nın ilk 6 kitabını yayınladım. Marks, Lenin, Mao kitapları. 1967 Şubat sonu Mart başıydı, çevirisini yaptığım ‘Teori ve Pratik’ kitabı bahane edildi, dava açıldı, gece geç vakit Merkez Kapalı Cezaevi’ne (Ulucanlar Cezaevi) girdim. Anafartalar Adliyesi’nden polisle çıktık, İlhan da yanımızdaydı, sağda bir lokantada yemek yedik. Pek görülmüş şey değil ama gece hapse girdim. Bugün de duruyor, ‘tecrit’e götürdüler. İlk gelen 3 gün orada kalır, sonra duruma göre koğuşa verilirdi. Ertesi sabah, 9’uncu Koğuş’a(Hilton denen koğuş) gittim. Şair Hasan Hüseyin Korkmazgil vardı koğuşta. Hemen karşı oda 10’uncu Koğuş, orada da Kemal Burkay vardı.

Celal Bayar’ın merdivenleri
Kaldığı tecrit odası

- Şimdiki halinde çok şey değişmiş mi Ulucanlar’da?
- Giriş kapısı bugünkü yer değil. Şimdi yıkılan 8’inci Koğuş’un duvarına bakan koridordan giriliyordu cezaevine. Yeni girişteki koridorda, marangozhane ve kadınlar koğuşu vardı. Girişe ‘kapıaltı’ denirdi. Akşamdan mahkemesi olanın adı okunur, “Kapıaltı’na gelin” denirdi. Her şey yeniden düzenlenmiş ama 9 ve 10’uncu koğuş aynı kalmış. Merdivenin yeri değişmiş sadece. Sağda, pencere tarafında, yarım bir merdivendi. Üst oda Celal Bayar için hazırlanıyormuş. Merdivenler çok dik, çıkamaz diye asansör yapmayı düşünmüşler. Sonra oraya getirmemişler, merdiven de yarım kalmıştı. 10’uncu Koğuş, sağdaki oda, 2 ranza vardı orada. Öyle bilinir ama Ecevit, o koğuşta kalmadı, revir odasında kaldı hep. Karşıdaki bizim 9’uncu Koğuş, peyke deriz, sedir gibi yükselti tahtaydı, yere, onun üzerine serilirdi yataklar. Şimdikiyle hiç alakası yok; is, kir her yerdeydi. Rüzgarlı bir yerdir, soba yakardık, o yüzden is, kirdi her yer.

- Yıkılan 8’inci Koğuş’ta ne vardı?
- 8’inci Koğuş, hücre olarak yapılmış aslında. Şimdiki hücreler sonradan yapılmıştır. Hem üst hem alt kat hücredir yenisinde. Gündüz hücrelerin kapıları açılırdı. Ağır hücre alan daha başka yere götürülürdü, ben görmedim oraları. Pek infaz yeri değildi burası.
Yıllar sonra volta attığı koridorda
İçeriden Abidinpaşa tepeleri

- Siz yattınız mı o hücrelerde?
- Ben kimseyle kavga etmezdim, denge unsuruydum. Hiç hücrede de yatmadım. Burada değil ama Mamak Askeri Cezaevi’nde kaldım.
9 ile 10’uncu Koğuş arasında volta atardım. 10’uncu koğuştan kapıya doğru yürürken Abidinpaşa’nın tepeleri görünür. Onu görünce bir serinletir, dışarı duygusu verirdi insana. 9’uncu Koğuş, güneş görmezdi. Büyük koğuşlarsa şimdiki gibi değil, çok kalabalıktı. Sorunludur oralar, her türlü pislik olurdu oralarda; esrar, kumar, oğlancılık! Açık cezaevi kısmını, biz hiç görmedik.
Halo dayı ile..
- Esnaftan kimseyi hatırlıyor musunuz?
- Bir tek cezaevinde fotoğraf çeken Halo dayı vardı. Yakında dükkanı vardı. Manav, bakkal, esnafı da bilmeyiz. Kimseyi görmüyordukki. Cezaevine gelince etrafa bakmıyorsun. Mahkemeye götürülürken de hemen arabaya binersin kapıda.

Yıkanılamayan hamam

- Hamamı rahat kullanır mıydınız?
- Hamama çok az gittik. “Odun tükendi.. sular akmıyor.. kazan arızalı.. binada tadilat var.. akşam kadınlar yıkanmış, su kalmamış..” gibi bahanelerle yıkanamazdık. Gaz ocağında, tenekeyle su ısıtır, tuvalette yıkanırdım. Mamak’ta, yarım jiletle 8 kişi tıraş edilirdi, burada, usturayla ederlerdi.
Eşi Rana hanım ile..
- Yemeği nasıl hallediyordunuz?
- Askeri cezaevinde, yiyecek kesildi, karavana yiyorduk. Kantinden bir şeyler alabiliyorduk. Ulucanlar’da, dışarıdan yemek alınabiliyordu. Eşim, haftada 3-4 kez, ablam, 2 gün yemek getiriyordu. Biz, Keçiören’de oturuyorduk, ablam Yenimahalle’deydi. Bazen eşim, bazen İlhan, bazen eniştem getirirdi. Ender de olsa, dostlar da arada bir şey getirirdi. Buraya da karavana gelirdi ama yenmezdi. Nohut ya da fasulye olursa kepçeyle süzülür, varsa eti alınır, sudan geçirilip, yeniden pişirilirdi. Biz yapacak olursak yumurtalı bir şeyler yapardık. Ekmeği, dışarıdan alıyorduk.

- Somut bir suç işlemediğiniz halde niye kardeşinizi öldürecek kadar üzerinize gelmişler?
- Marks, Mao, Lenin kitapları yayınlıyoruz diye.
- Şimdi her yerde satılıyor.
- Bir mücadele devam ediyor ama konular değişti bugün. O zaman bir şeyler yasaktı, benim çabam o yasakları özgürleştirmekti. Lenin’in ‘Emperyalizm’ini basmaktı sorun. Şimdi o kitaplar her yerde satılıyor dediğiniz gibi. Ama bir mücadele vermek gerekir.

“Bab-ı Ali’de para kazanmaya bakıyorlar”

- Sizin için başından beri tatsız olayların ağır bastığı bir kent olmuş Ankara. Hala da yaşamaya devam ediyorsunuz. Severek mi mecburen mi yaşıyorsunuz bu şehirde?
- Ankara’yı sevmekten çok edebiyatçı olarak, siyasetçi olarak yaşam mücadelesi veriyordum. Burada bu işleri yapmak, İstanbul’dakinden daha önemli geliyordu bana. Kendi doğrularımı, ne olursa olsun, bana sürdürme fırsatı verdi Ankara. Ama İstanbul’da, Bab-ı Ali’de, bunu yapamazsın. Orada, nasıl para kazanırız ona bakıyorlar. Koloniler oluşmuştur, gece hayatları vardır. İşte Ankara’da böyle bir olanağım vardı öncelikle. İş bulamadığım için kendi işimi kurdum. Bir partinin merdivenleri altında bir yer de arayabilirdim kendime ama yapmadım. Kararlı, ideolojik bir ortam, Ankara’da mümkündü. Ekonomik olarak da bunları gerçekleştirmem mümkündü,  o yüzden Ankara’dan ayrılmak istemedim. Bir de 2 metreye 1 metre bir yerim var (İlhan Erdost’un mezarını kastediyor) o yüzden de ayrılmadım buradan.
Aile tahliye sevinci yaşarken ( sağdan ikinci İlhan Erdost)