31 Mart 2012 Cumartesi

KÖTÜ ÇİRKİN İYİ

30.03.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi

Sinema tarihine geçmiş bir filmin adıydı ‘İyi Kötü Çirkin’. Bizim filmin sonu tatlıya bağlansın diye bozduk sırayı. Mutlu sonla biten filmlerin çocuğuyuz biz. Kurumuş ağacın bile dibinde patlayan tomurcuk ya da o ağacın yanına düşmüş tohumdan süren filizle kapanır son sahnelerimiz. Ümit kurumaz. Buradan kurutsanız, dünyanın sonuna kadar bir yerden sürer mutlaka. Son nefesini bile ümitle almalı ve devretmeli insan çünkü o ümit korur insan gibi insanlığı.

Ankaragücü’nde kötü
Ankaragücü bir ağaçsa eğer, yaşamın cilvesi, mücadelenin  rengi 102 yaşında bir çınardır ancak. İmalat-ı Harbiyeciler’in, emekleriyle serpilmiş mücadelesidir. 62 yıldır ‘Makine Kimya Endüstrisi’ diye biliyoruz onları. ‘Ankaragücü’ yazımızda geçmiştik tarihini, 31 yıldır parlayan yapraklarını solduran hastalığa gelelim.

Üç yıldır bitmeyen iktidar kavgası, rezillikler içinde süründürdü takımı. İki taraftarlı gudubet bir takıma dönüştü önce. Dünya böylesini de gördü. Esnafın, iki kamyonet yiyecek, içecek yardımına muhtaç olacak hale geldi. Forma alamadı, sıfırın altındaki Sivas ikliminde, ikinci yarıya ıslak formayla çıkmak zorunda kaldı. Milletvekilleri, kurumlar, aralarında para toplayıp, yardım etti. Oynayacak profesyonel futbolcusu kalmadı, gençlerin sırtına yıkıldı yük. Şehir dışı maçlarda masraflarını, rakipleri, misafir oldukları ev sahibi karşılayacak oldu. Takımın küme düşmesi kesinleşti, yine bitmedi çile. Milyar dolarlık ligde, rezalet ve sefaletler silsilesi, en son masa sandalye hacizlerine sahne oldu. 25 bin lira için!.. Sonunda kendi çocuğu teknik direktör Hakan Kutlu, isyan etti ve Başbakan’dan görüşme talep etti; olanı biteni anlatmak için.

31 yıldır ustalar liginde mücadele eden Ankaragücü, dibine asit atılmış çınar gibi, bu sezon hiç başını kaldıramadan çürütüldü nihayet. Gerekçesi kötü, hikayesi kötü, yönetmeni kötü bir sahne. Kötümüz buydu.

Marmara Oteli’nde çirkin
Gelelim çirkine… İskelet kadar çirkin bir bina; Atatürk Orman Çiftliği’nde, orada ne işi olduğunu, niye izin verildiğini  bilemediğimiz Marmara Oteli. 5 yıldızlı otel inşaatı kendileri. 28 yıldır hayaletler kalıyor odalarında. Oteli yapanlarla Çiftlik arasındaki hukuki süreç, yeni bir aşamaya geldi. Vaadler ve kira ödemeleri gerçekleşmediği için, bir ay içinde Çiftliğe yeniden devredilecek iskelet bina. “Allah’ın sopası yok” dedikleri bu olsa gerek.

Mustafa Kemal Atatürk’ün, kendi parasıyla aldığı, ıslah ettiği ve halkın yararına bağışladığı arazide, vasiyetinin tersine işler yaparsanız bereketi olmuyormuş demek. Cinlere, perilere otel, sadece Çiftlik’te!

Devredilince depreme dayanıklıysa yeniden yapılacak, değilse yıkılacakmış. Ata’nın, bir de deprem mi sipariş etmesi gerekiyor? Lafı edilmeden yıkılmalı, bu ayıp ve Çiftliğin kalbine saplanan hançerden kurtulmalı Ankara. Ata’nın vasiyetiyle uyuşmuyor. Çiftlik ve orman olmaya tahsis edilmiş arazide, 5 yıldızlı otelin işi ne? Çirkin değil mi her şeyiyle?

Kazan’da iyi
Bir gün önce ‘Şehitlerimizle Övünebilir miyiz?’ diye yazmıştım, bir gün sonra bu haber çıktı: Kazan Tahsin Şahinkaya İlköğretim Okulu, yeni neslin, fedakarlıkların kıymetini bilmesi için ilçedeki şehit ailelerini ziyaret etme projesi başlatmış. Öğrenciler, Hakkari’de şehit olan Yusuf Pazar’ın ailesini ziyaret etmişler. Gözyaşlarına boğmuşlar şehit ailesini. Yeni bir aile olmuşlar. Hem bu güzel fikre önayak olan hocalarımızın kıymetli hem de şehit ailelerine çiçek veren çocuklarımızın o yumuk ellerini öpüyorum. İyi budur, ümit budur, kurunun dibinden yeşeren tomurcuk, süren filiz budur işte!

Kötü ve çirkin hakim görünebilir ama bizi, iyinin tomurcuklandığı, ümidin filizlendiği taze uçlar varedecektir her zaman.

28 Mart 2012 Çarşamba

ZAFER DEĞİL MAĞLUP MEYDANI



27.03.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi

Değinmeye bahane arıyordum. Eski Kızılay Binası’nın yerinde olduğu gibi, SSK İşhanı’nda olduğu gibi, Kızılay’ın iyileşmez bir hastalığına dönüştü Zafer Meydanı. Meydan demeye meydanlığı, ‘zafer’i simgelemeye görkemi kalmamış iğreti bir yolağzına dönmüştü. Tarihi kıymeti bilmez zihniyetin, çarpıklık anıtı oldu. Kıymetbilmezliğe mağlup oldu Zafer Meydanı.

Yenişehir’den yeni dünyaya
Kurtuluş Savaşı’ndan başkent olarak çıkan yeni Ankara, 1927’de yapılan Zafer Anıtı’yla görkemli bir meydanda, Yeni Türkiye’yi kucaklamaya hazırlanıyordu. Atatürk Bulvarı’nın iki yanına bölüştürülen Zafer Parkları, iki yana, kucaklamaya açılmış  kollar gibiydi. Yeni Türkiye’nin girişi Yenişehir oluyor, kapıda, Kurtuluş’un simgesi Mustafa Kemal karşılıyordu gelenleri. O zaman önü de yanı da boş meydanın. Dar sokaklı eski Türkiye, geniş caddelere, dar görüşlü zihinler, yeni teknolojilere ve dünyaya açılıyordu bu meydandan. Yenişehir, eskisini hırpalayıp, bozmadan gelişmenin örneği oluyordu.

52 yıl önce kırılan kanat
1960’ta, 'sivrizekalılar tayfası' diyeceğim artık, üstüne dokunamayınca altına girerek, bir kolunu kırmayı başardılar Meydan’ın. Parklardan birinin altına Zafer Çarşısı yapıldı. Sözde üstündeki parkı bozmuyorlardı. Ağaç diksen kökü yürümez, çimden parkın gölgesi yok, kimse oturmaz. Üstüne “kır kahvesi, gazino  olacak” diye kondurulan binalar, ağaçsız parkıyla bir şeye benzemedi, kırla alakasız beton yığınına dönüştü.

26 yıl önce kıramadılar
26 yıl önce 28 Mart 1986, yolun karşısı. O günden 26 yıl önceki sivrizeka hortladı, Danıştay tarafındaki Zafer Parkı’na, testerelerle uzandı bu kez. 60-70 yaşındaki ağaçları kesip, otopark yapmaya gelmişti. O günlerde Danıştay’da görevli, sonra Anayasa Mahkemesi Başkan Vekilliği de yapmış Güven Dinçer, yaşadıklarını anlatıyor: “Çoğunluğu Danıştay’da görevli bayan hukukçular olmak üzere, Danıştay mensupları ve bir kısım yurttaşlar, işçilerin testerelerine ayaklarıyla basarak müdahale ettiler. Sanki işçiler de istiyormuşçasına, ağaç kesimi durdu. Danıştay mensuplarınca açılan idari dava sonucunda belediyenin, parkı garaj yapma projesi iptal edildi.” Meydanın kırılmayan kanadını, Danıştay mensuplarına borçluyuz, gölgelenirken aklınızda olsun.

Çöplükten Zafer Meydanı
Türkiye Mühendis ve Mimarlar Odaları Birliği (TMMOB) Ankara Şubesi, 42’ci Yönetim Kurulu Toplantısı’ndan sonra görüş açıkladı; “Zafer Meydan’ı, meydan olmaktan çıkmış, kent içinde tanımsız bir boşluk haline gelmiştir. Köhne, çöplerin ayrıştırıldığı bir mekâna dönüşmeye başlamıştır” dediler.

Binaların, kaldırımların kıstırıp, daralttığı yetmiyormuş gibi bir de çöplüğe mi dönmüş Yenişehir girişi? Çöplükten Zafer Meydanı!.. “Adını ‘Zafer’ koydukları meydan buysa…” diye sevindirir elin adamını? Ne kadar acı; savaş meydanlarında kazananların, şehir meydanında, kendi çocukları tarafından mağlup edilmeleri. Kıymetbilmezlik hançeri, yırta yırta  canını çok yakıyor insanın!

Vakıfbank’tan açıklama
Önceki yazımızda Ankara’dan taşınan kurumların, dikkatlerden kaçan bir yan etkisine, destekledikleri spor etkinliklerinden el çekmelerine değinmiştik. Son 8 ayda Telekom, Tarımspor, SGK ve Emlak Toki, Ankara’daki voleybol alt yapısını feshetmiş, alt yapıdaki gençleri ortada bırakmıştı. En son Vakıfbank Ankara 3’üncü Lig Bayan Voleybol Takımı’nın kapanma haberi geldi. Toplamda 1000’e yakın çocuğumuzun emeklerinden bahsediyoruz.

Vakıfbank, kaygılarımıza karşılık, diğerleri gibi yapmayacağını müjdeleyen bir açıklama yolladı. Desteklerini, yeni bir kuruma devretmek için görüşmelere devam ettiklerini, çocuklarımızın, ortada bırakılmayacağına ilişkin güvence veren bir açıklamaydı. Bizi de velileri de müsterih olmaya davet ediyorlardı. Ankara sporu ve çocuklarımız adına teşekkür edebiliriz ancak!

24 Mart 2012 Cumartesi

HAZIRI GÖTÜRMENİN BEDELİ


23.03.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi

Unutmaya çalışıyorduk, keyfimiz kaçtı. Soran olmadı kimseye. Bir ‘torba yasa’ içine atıldılar, şimdi yola çıkmaya hazırlanıyorlar. Sorulmadığı halde söyledik ama bilemediğimiz yüksek siyasetler, memleketin çıkarları sözkonusuydu herhalde. Hala bilemediğimiz için gördüğümüzü, kıt bilgimizle değerlendirebiliyoruz ancak. Hazırlıkları ilerleyip, basit bir taşınma işi olmadığı anlaşıldıkça acısını daha sızılı hissedecekmişiz gibime geliyor.

Haber içinde haber
Haber şu; “Vakıfbank, Ankara 3’üncü Lig takımını kapattı.” Çok ilgileniyormuşum da haberi alınca yerinden hopladım  zannediyorsunuz. Hem futbol değil voleybol hem de voleybolun 3’üncü Ligi. “Altyapıdan adam takip eden kafa avcısı” diyorsunuz benim için. Oyuncuların aileleri, gizlemeye çalıştığım müthiş takipçiliğimi öğrendi, haberi benimle paylaşma ihtiyacı duydu sanıyorsunuz. Değilim efendim, hiç öyle biri değilim. Kumsalda oynarken bile topu manşetine oturtamayan, smaçı, ellerine varmadan, yüzünde karşılayacak beceriksizlikte bir voleybol yeteneğiyim. Şampiyonluk maçlarını yakalarsam ilgiyle izlerim, tüm marifetim bu.

Adam yokmuş gibi niye beni bulmuşlar o zaman? Haberin içindeki haber, ilgi alanıma girdiği için. Önce fark etmedim, spor sayfamızı adres gösterdim. Fark edince iğneler dürttü, kıpır kıpır rahatsız oldum. Kirpi gibi haberdi; iğneleri açıldıkça batan bir haber. Hatta zamanında konuyu işlerken gözümüzden kaçmış ciddi bir ayrıntıya dikkatimizi çekiyordu. Ankara’dan İstanbul’a taşınacak kurumların vereceği sızı, tahminimizin aksine, işin parasal boyutundan önce başka bir yerde daha erken hissedilmişti.

Bankalarla taşınan voleybolcular
Yaklaşık 1 yıl önce Sermaye Piyasası Kurulu (SPK), Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu (BDDK), Ziraat Bankası, Halk Bankası, Emlak Bank gibi kurumların, İstanbul’a taşınması yasalaşmak üzereydi. Günlerce niye taşındığını, taşınırsa Ankara’nın neler kaybedeceğini tartıştık. Destekleyenler, karşı çıkanlar oldu. İşte Vakıfbank ta o gidecek kurumların arasındaydı. Herkese birer cüzdan muamelesi yapıp, sadece kaç yüz milyon(trilyon) kaybımız olacağını hesaplıyorduk. “Yeni yatırımlarla yerine konur” diye teselli ettiler. Toplumsal maliyeti hesaplayan olmadı.

Geçen yıldan bu yana Türk Telekom, Tarımspor, SGK, Emlak Toki voleybol takımları kapanmıştı. Altyapısı güçlüyse takım başı, 120’ye yakın sporcu demek oluyor. İşte bu yüzlerce genç sporcu, bir anda boşluğa bırakılmıştı. Onca yıllık emekleri boşa gitmesin diye ya Anadolu’ya dağıldılar ya da İstanbul’a gitmek zorunda kaldı çoğu. Şimdi de Vakıfbank Ankara 3’üncü Lig Voleybol Takımı kapanıyor, sıra altyapısında deniyor. 3’üncü Lig’den altyapıya doğru, boşluğa bırakılan bir 120 genç daha demektir bu.

Hazırın maliyeti
Görüldüğü gibi; sadece banka çalışanları ve ailelerinden ibaret değilmiş maliyet hesabı. O kurumların etkinliklerinden yararlanan aileleri de katmak gerekirmiş maliyet hesabına. Toplumsal maliyet, para hesabı gibi kolay yapılmaz; kısada tutsa uzun vadede tutmayabilir. Daha hesaplamadığımız ne maliyetler çıkacak bakalım taşınmalar ve kapanmalar devam ettikçe.

Hazırı alıp, götürmek kolay. Kime verseniz gönüllü taşır. İş Bankası ve Şekerbank ta böyle gitmiş, sonra arkasına bakmamışlardı. Boşlukları dolmadı. Kendi çabası ve onlarca yılın emeğiyle yaptığını, nasıl bu kadar kolay veriyor Ankara anlamak zor. En önemlisi; her gidenin ardından toplumsal dokusu biraz daha zedeleniyor, tedavi için yine kendi başına bırakılıyor başkent. Yalnız böyle giderse içten içe sızlayan bu yaranın acısı şiddetlendiğinde, feryadından sadece Ankaralılar rahatsız olmayacak, orası kesin.

21 Mart 2012 Çarşamba

ŞEHİTLERİMİZLE ÖVÜNEBİLİR MİYİZ?


20.03.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi

"Sürekli ateş etmekten tüfeğim kızgın bir çelik parçasına döndü. Zavallı şeytanlar... Düşündüğüm tek şey üstümüze gelmeye çalışan bu insanların kaçınılmaz kaderiydi. Bu bir soykırım..." diyordu 21 yaşındaki katip, Yüzbaşı D. Mitchell. Anzak askeriydi. ‘Johnny Turk’lerin, akın akın kurşunların üzerine, tüfekleri ateşlemekten işlemez hale getirinceye kadar yağmasını anlayamıyorlardı. Anafartalar’da anlayamadıklarını, Seddülbahir’de, Kumkale’de de anlayamadılar. Yüzlercesi, kabus gibi, bir anda siperlerden fırlıyor, kurşuna süngüyle geliyorlardı. Birkaç saniye sonra öleceğini bile bile süngüyle makineli tüfeklerin üzerine niye akın edilir, anlayamıyorlardı. Aşağılamak için taktıkları ismiyle ‘Johnny Turk’ler, vücudunu mermi yapıp, üzerlerine yağıyordu. Vahşiler!..

Savaşın seyri değişti
Daha hiç karşılaşmamışlar ama Avustralya’da, temsili Türk askeri afişlerinden biliyorlardı bu vahşileri. Esmer, tıraşsız, kirli görünümlü, bodur, çirkin yaratıklar olarak tasvir edilmişlerdi. “Şeytanlar…” dediği oydu Micthell’in.   
Arıburnu’na çıktıkları 25 Nisan’dan Mayıs’a kadar bu toprakları, çirkin vahşilerden kurtarmaya çalıştılar.

Adım atacak yer kalmayınca 24 Mayıs 1915’te, ölüleri defnetmek için ateşkes ilan edildi. İkinci şaşkınlıklarını yaşadılar. Birincisi; Kabatepe’den yapılması düşünülen çıkarmanın, Arıburnu’na kaydırılarak tırmanması zor araziye yönlendirilmeleriyle yedikleri kazıktı. Geç anladılar. İkincisi de buydu; çirkin vahşi falan yoktu ortada. Eli yüzü kendileri gibi, ölülerini taşımaya, mezarlarını kazmaya el veren, birbirine eşlerinin, çocuklarının, yavuklularının resmini gösterdikleri normal adamlar. Savaşın seyri değişti. Kendi topraklarını savunan adamların topraklarındaydılar!

Bir destan
Sonrasında, özellikle Anzaklar’la dünyanın en ilginç, edepli savaşı devam etti aramızda. Benzeri yok tarihte. İngilizden yedikleri kazıkların açığa çıkmasıyla bir ulus ve millet olma bilinci oluştu Avustralyalılar’da. Dedelerimiz, gerek kanları gerek adamlıklarıyla Anafartalar’dan bir devletin doğuşuna da el vermiş oldu. Mustafa Kemal Atatürk’le bir adım daha attık ve Mehmetçikle koyun koyuna yatan çocuklarını, çocuklarımız kabul ettik.

Bırakın bu çaresiz köşeyi, kitaplara, ansiklopedilere, dağlara taşlara sığmayan bir destandır Çanakkale Savaşı. Düşmanının bile minnetle andığı şehitlerimizin, ‘Kurtuluş’ için yazdığı önsözdür. Tükenmiş bir milletin, ölmek üzereyken son özveri nişanıdır. Kıymetini bilen torunlara tabii.

Şehitlik tartışması
İki eğilim başgösterdi bir süredir torunlarda. Biri; din için ölmeyeni şehitten saymıyor. Diğeri; şehitliği, neredeyse enayilikle bir tutacak, küçümsediği şehidi, adamdan saymıyor. Şehide ‘şehit’ demeye korkar olduk.

Bir insanın, canından değerli ne olabilir? O canı, bir millet adına vermiş adama, hiçbir borcumuz, saygımız olmayacak mı? En güzel, en yüce tanım şehitlikse eğer, şehitliği yakıştırmaktan güzel ne olabilir bu can borcunu yüceltmek için. Verilmiş canın, sıfat pazarlığını mı yapacağız? Düşmanımız kadar saygınız yok mu dedelerimize? İçlerinde, okullarını öksüz bırakan ortaokul, lise öğrencileri var ‘dedemiz’ diye andığımız. En güzel sıfatı yakıştırmaya çalışmaktan daha iyi ne yapabiliriz onları kutsamak için? Müsaadenizle şehidimize ‘şehit’ diyebilir, canını siper etmiş canları, görmek istediğimiz en yüksek mertebeye yükseltebilir miyiz gönül rahatlığıyla?

Sormuyorum zaten, öyledir. Ne kadar ısırık ısırık dişlense de bizim gönlümüzde, en yüksek yerdedir onlar. Hepsi bizim dedemiz, babamız, anamız ve çocuklarımız olmuştur. Çimdik çimdik didiklemeyin, çarpılırsınız!

Tüm şehitlerimiz önünde saygıyla eğiliyoruz, nur içinde yatsınlar.

17 Mart 2012 Cumartesi

TURİZM KAPISINI ARALAYALIM

16.03.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi

Kale burçlarında, aşağı yıkarı volta atan bir baykuş var. Vücudu dursa durmayan, arkasını görebilen kafası var. Gözlerini belerte belerte izliyor etekleri. Hacı Bayram’da kıpraşan solucanı seçiyor doğuştan dürbünlü gözler. Bir zamanlar Emin Çölaşan’ın minik serçesi vardı, bizimki de bu gamlı baykuş. Bahtımı seveyim!.. Heves ettikçe, heyacanlandıkça kursağıma tıkıyor coşkumu, “Angara’daaa o öyle değiil!” diye tersime gidiyor. “Keskin gözlerin, niyeti de mi görüyor şom ağızlı?” dedirtiyor, delirtiyor beni. Turizmle açmıştık, ılıkken onunla kapatalım haftayı.

Turizm fuarlarının ikisi tamam
Şubat ayında İstanbul’da, turizmcileri buluşturan uluslararası EMITT Turizm Fuarı’a katılmıştı Ankara. 15 yıl aradan sonra.  Geçtiğimiz hafta dünyanın en büyük turizm organizasyonu  olarak bilinen Berlin Turizm Fuarı’na katıldık. 187 ülkeden 11 bine yakın katılımcı vardı bu yıl. 5 gün boyunca 113 bini profesyonel, 59 bini tatil araştırması yapan ziyaretçi akın etti fuara. 94 ülkeden katılan gazeteci sayısı bile 7 bin civarındaydı. Gerçekten çok büyük bir fuar yani. Üstelik bu rakamlar, fuarın, önceki yıla göre 5’te 1 oranında büyüdüğünü de gösteriyor. Aralık başındaki söyleşimizde, 3 büyük turizm fuarına katılma çabalarını müjdelemişti Ankara Valisi Alaaddin Yüksel, geriye kaldı Moskova Fuarı.

Fuar tamam ya hazırlık?
Kaldı da tanıttığımız Ankara’nın, içini de bu fuarlara yakışır biçimde doldurabiliyor muyuz acaba? Bu tanıtımların karşılığında gelecek misafirlerimizi, ağırlamaya hazırlıklı mıyız? Turizmcilerimiz, tesisler, yerel halk hazır mı? Ya da hazırlıklar, aynı anda hep beraber yürüyor mu?

Bazıları çoktan hazır, bazıları hiç hazır değil. Bazıları ağırdan alıyor, bazıları hazıra konmayı bekliyor. Bazılarının, Ankara’da olup bitenden haberi yok. Kale Toplantıları’ndan,  sonucunda oluşturulan Eylem Planı’ndan, habersiz bazı turizmciler var. O Eylem Planı, Ankara turizminin ana halkasını oluşturma planı, bazılarına göre acelesi yok. Misafir gelecek, ev sahibi Kale sakinlerinin haberi yok. Kale, üzerinde durduğu kaya kütlesi gibi devasa bir sorun yumağı, ucundan tutup açmaya bazılarının gönlü yok.

“Siz bir şeyler oluyor diyorsunuz ama…” diye başlayan iletiler yolluyorsunuz ara ara. Son olarak Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’nden Prof.Dr.Feyyaz Onur beyefendi, üşenmemiş, Kale gezisinde karşılaştığı aksilikleri, 8 madde halinde sıralamış. “Yurtdışından bir misafiriniz gelse Kale’ye götürmeye eliniz varmıyor” diye bitirmiş. “Aman efendim, bizim gamlı baykuşla mı karşılaştınız?” diyorum, “Hayır efendim, tamamen şahsi gözlemler” diyor. 8 maddenin 6’sı, Eylem Planı’nın da konusu. Aklın yolu bir.

Ana halka Kale
En azından bu yıl, Antikacılar Çarşı’sından başlayıp, Hisar Kapı önündeki meydan düzenlemesi dahil, Hacı Bayram’a inen hattı çözebilsek. Aydınlatması, çevre düzenlemesi ve güvenlik önlemleriyle. Hisar Kapı ve çevresi geç saatlere kadar işlek hale gelse tepeden Ankara manzaralı yemekten sonra dükkanları dolaşabilsek.

Beypazarı’na, Nallıhan Kuş Cenneti’ne, Kazan fosil yataklarına, Şereflikoçhisar Tuz Gölü’ne, Ayaş Kaplıcaları’na, çok yere götürürüz misafirleri. Ancak merkezi sorunlu Ankara’nın. İçinde misafir tutamıyor. Hamamönü’nden, Kale’ye, oradan Hacı Bayram’a, Eski Meclis’ten Gar’a ve nihayetinde Anıtkabir’e kadar bir yay çizebiliriz, şehrin adı gibi bir çengel. Bu hattın kopuk ama ana halkası Ankara Kalesi’dir ve maalesef en sona ana halkayı bırakıyoruz.

Niyetimiz belli, iyi şeyler yapmak istiyoruz fakat gamlı baykuşun da haklı olduğu bir nokta var; kapalı turizm kapısını yeterince aralamazsak onca misafir nereye gelecek?

14 Mart 2012 Çarşamba

CEZAEVİNE GİRDİK NASIL ÇIKTIK?

13.03.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi

50 kadar turizmci bir de bendeniz, cezaevine girdik efendim. Ulucanlar Cezaevi. “Cezaevi mi kaldı, orası müze artık” diyorsunuz. Allaha şükür, müze haline girdik! Girdik te akıllandık mı? Konumuz bu.

Geçtiğimiz Cumartesi, TÜRSAB (Türkiye Seyahat Acenteleri Birliği) Ankara Bölge Temsilcileri ve üyesi bazı acentalar, Ulucanlar Cezaevi ve Hamamönü’nü gezdik. Altındağ Belediyesi’nin katkısıyla… Benim kafam acenta ama uygulamada hiçbir ilgim yok. Ankara’nın, turizm atılım planları işe yarıyor mu, onu merak ediyordum. Sağolsunlar, aralarına aldı, görüşlerini paylaştılar. Görüşlerimiz güncellendi.

TÜRSAB tanışmamız
TÜRSAB Ankara Bölge Temsilciliği’yle yaklaşık 1 yıl önce tanıştım; Ankara Kulübü’nün düzenlediği ‘Ankara ve Turizm Panelinde. Temsilciliği temsilen katılan Dihle Topaloğlu hanımefendi, tokat gibi bir sunum yapmıştı. Bir turisti ülkesinden alıp, Ankara’ya geldiğine pişman ederek nasıl iadeli taahhütlü göndereceğimizin senaryosunu yazmıştı. Adım adım her biri somut örneklerle süslenmiş, turizmdeki acizliğimizi çırılçıplak ortaya koyan, nefis bir sunumdu. Ankara’nın, ilgili bütün kurumlarına dağıtılması gereken bir eylem planıydı bence. Bir avuç Ankaralı’nın arasında, eridi gitti.

TÜRSAB Ankara Bölge Temsilciliği’ne, 600 acenta üye. 14 ili kapsıyor Bölge Temsilciliği. Ancak gezimize, 43 acenta katıldı. Çünkü acentalar, ilgi ve uygulama alanlarına göre sınıflanmış. Bizim gezimize kültür turizmiyle ilgilenen acentalar katıldı. Daha doğrusu Ankara dahil, değişik yörelerden gelen 43’ü katıldı. Gezi sonrası izlenimlerini, Ankara’da, turizme ilişkin bilgi ve önerilerini çok merak ediyordum.

İç burkucu ilgisizlik
Ulucanlar Cezaevi Müzesi’ni, Hamamönü’nü gezdik. Hamamönü’nde, Sanat Sokağı’nı, Kültür Sanat Evi’ni, Taceddin Dergahı’nı, Mehmet Akif Ersoy Evi’ni. Açıldıktan sonra gitmek nasip olmamıştı, Mehmet Akif Ersoy Müze Kütüphanesi’ni görmüş oldum. Yakışır bir müze olmuş, gelişmesi ümidiyle. Ancak üye acentaların, Ankara turizmindeki gelişmelere ilişkin bilgileri zayıftı. Ankara merkezli acentalardan bile Hamamönü’nü, Ulucanlar’ı, ilk kez gezenler vardı. Hacı Bayram’ı, yeniden düzenleme çalışmaları sonrasında hiç görmeyenler vardı. Ankara Kalesi’nin kapısına dayanan altyapı çalışmalarını, benden öğrenenler vardı. Belliydi zaten.

Yansımayan yeni süreç
Ankara Kalesi ve çevresinin önemini vurgulamaya çalıştığım yazıların daha ikincisiydi, yaklaşık 2 yıl önce. Bir tek yöneticinin dikkatini çekti; Ankara Valisi Alaaddin Yüksel’in. Ertesi gün aradılar ve Kale civarıyla turizmin, Ankara için  önemini konuştuk. Antalya Valiliği’nden tecrübeliydiler kale ve turizm konularında. Sonrasında da söyledikleri gibi gereğini yapmaya giriştiler. Gerek İl Turizm Müdürlüğü gerekse Ankara Kalkınma Ajansı ya da ilgili birimler eliyle toplantılar ve çalışmalar başladı. Somut, akılcı bütün projeleri destekliyorlar. Kale altyapı çalışmaları, Valilik kasasından yürüyor. Yurtiçi ve yurtdışı havayolu bağlantıları çeşitlendiriliyor. Kent içi ulaşım ve konaklama olanakları, geliştirilmeye çalışılıyor. Kente özgü özellikleri, yeniden canlandırma, öne çıkarma gayretleri var. Turizme hazırlık eğitimleri veriliyor. Oysa bu 2 yıl boyunca, hiçbir turizmciden, tek bir eleştiri, öneri ya da tepki almadım. TÜRSAB farkında ama anlaşılan, üyelerine yansımamış yeni süreç.

Böyle gitmeyecek
Ankara’nın turizm kabiliyeti, turizmcilerin ilgisinden uzak, eksik gelişir. Her ayrıntıya dahil olmalı, yeni sürece etkin katılmalılar. “Böyle gelmiş böyle gider” havasından çıkmak lazım. En çok Ulucanlar Cezaevi Müzesi’nden etkilendi herkes. Cezaevine girdik, akıllanarak çıkmışızdır inşallah!

10 Mart 2012 Cumartesi

VERMEYELİM ANKARA’YI


09.03.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi

Birkaç gündür İstanbul’dayım. 12 yıl Ankara’dan sonra 14 yıl yaşadım içinde. Son 2 yıldır yine Ankara’dayım ama sık aralıklarla gidip gelmeye devam ediyorum. Misafir olarak  gidip, gelmeye başladıkça olanı ve değişenleri daha iyi kıyaslayabildiğimi fark ettim. Göze ve akla aykırı şeyleri, içinde yaşarken nasıl kanıksamış olduğumu, mantıksızlığı nasıl kabullendiğimi. Medeniyetin kötü huyları, tüketen toplumun acımasız iştahı, doğa harikası bir kenti, göz göre göre yutuyor. İstanbul’da yaşamak başlı başına uğraş, bir iş kadar zaman çalıyor günlük yaşamdan. Kanıksadıkça içinden çıkılmazlığı büyütüyor, kimse de frene basmaya niyetli görünmüyor.

İstanbul manzarası
Trafik, altyapı düşünmeden dikin dikin dikiyorlar gökdelenleri. Üstü yapıp, altını sonraya bırakıyorlar. Sanayi, gelişigüzel, beğendiği yere yerleşiyor. Dere yatakları dahil. Hatta dere yatağında üniversiteler bile var. Yeşile aman vermiyor girişimci ve en uyanık ruhlar. Kanser hücresi gibi yayılarak ormanları küçültüyor, su havzalarına mahalle kuruyorlar. 10 metreye 20 metre, birkaç ağaç ve çalıdan oluşan park vardı bildiğim. Süper zeka bir şahsiyet, oncacık araziye lunapark sığdırmış, biri de ona izin vermiş. O parkta oynayan, toprağa dokunan çocukların doğayla bağı, bindikleri oyuncak trende kopmuş. Ana yol çevresinde, arabaların dumanını emecek yeşilliklere, bina dikiliyor artık. Yeşil, vahşice kentin dışına kovuluyor.

Ulaşım deseniz… Önlemler, hep talebin çok gerisinden geliyor. Eskiden bir yol kapanmışsa yan yollardan kaçabilirdiniz, şimdi kaçılabilecek yan yollar da tıkanıyor. Metrosu, tramvayları tıkabasa doluyor. Bir keresinde dolu geldiği için, 2 sonraki tramvaya binebilmiştim Eminönü’nden. Her türlü toplu ulaşım aracı tıkabasa, yıllardır hiç azalmaksızın artıyor kalabalık. Özel aracı olan, normal günde, 6 kilometreyi 3 buçuk saatte gidebiliyor. Kadıköy sahilinde, balonun orada otopark var. Oradan postaneye 55 dakikada varmıştık geçen gelişimde. Arası, kuş uçuşu, 50 metredir!

Saymakla bitiremem eksiklerini, değerlendiremediği değerlerini. Dünyanın en güzel kenti bana göre İstanbul ama onu, çirkinleştirme yarışındayız sanki. “Binayla zina artınca kıyamet koparmış” derdi rahmetli babannem. Zinasını bilmem, binasını biliyorum. Kıyameti kopmuş çok semti var.

Planlı yürüyelim
Ankara’da niye İstanbul anlatıyorum? Plansızlığın şaheserine dönüşmek üzere olduğu için. Planlı yürümek için ders çıkartalım diye. Arazi ve bina rantına kapılıp, sanayi yatırımlarımızı, yeşil alanlarımızı katletmeyelim diye. Arazi ve bina rantı, İstanbul sanayisinin hayallerini ve üretimlerini küçültmüştür. Uymayalım, İstanbul’a bakıp, ne yapmayacağımızı görelim diye anlatıyorum. İstanbul, tarihi eserleri ve boğazıyla bir süre daha kendini kollayabilir ama bizim ne boğazımız var ne de tarihi birikimimiz yeterli ilgiyi görüyor. Sanayi, turizm, eğitim, sağlık, yeşil… Hepsini, küçük, büyük demeden mutlaka bir plan dahilinde geliştirmeliyiz. İstanbul’dan alacaksak her şeye rağmen süren kent dayanışmasını almalıyız. Ağzı salyalı rant canavarına vermeyelim Ankara’yı.

İstanbul’a dönüşünü seviyordu ya Ankara’nın, kimin aklına gelirdi Yahya Kemal’in lafı tersine dönecek? Bir boğazını, bir de Ankara’ya dönüşünü sever oldum ya ben İstanbul’un!

8 Mart 2012 Perşembe

KALE’DE ÇALIŞMA MEVSİMİ


06.03.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi

Geçtiğimiz hafta iki gün Kale’deydim. Şehir dışından misafirlerimi, bir yemek ya da çay, kahve için mutlaka götürmeye çalışıyorum. Hamamönü’nde, Hacı Bayram’da yapılan düzenlemeleri gösteriyor, ardından Kale’ye çıkarıp, yapılacak düzenlemeleri anlatıyorum. Bazılarıyla günün yarısını, geze dinlene Kale çevresinde geçiriyor, akşamı orada ediyoruz. “İyi bakın, birkaç yıl sonra buraya gelmek için siz beni zorlayacaksınız” diyorum.

Kale’de kar keyfi
Biri gece, diğeri öğlen yemeğiydi. 28 Şubat günkü öğlen yemeği öncesi atıştıran kar, yemek sırasında şiddetlendi. İlk kez kar yağışını Kale’de karşılıyordum. Paha biçilmez görsel bir şölenmiş meğer. Arkadaşlarım ilk kez, bense bir kez daha aşık oldum Kale’ye. Kar beyazı, bu kadar mı yakışır bir yere? Gramofon Kafe’de, gramofona bir de taş plak attırdık, çayları, kahveleri yudumlarken şarkılara, hep beraber eşlik ettik. Kar taneleri, bu kadar mı yakışırmış kat kat alçalan, kiremitleri baygın yorgun çatılara!

Keyfinden, uçaklarını kaçırıyordu az kalsın arkadaşlarım. Kalkamadık çünkü bir türlü. Kale’ye, Sıhhiye’den, Kızılay’dan  başka bir kar yağıyordu sanki. Büyülendik adeta, içmeden sarhoş olduk cümleten. Soba üstünde kestane bile çevirdik, daha ne diyeyim!

Kale’de son durum
Huylu huyundan vazgeçmiyor, 2 gün dolaştığımız yerlerde sormazlık edemedim; Kale Toplantıları’ndan sonra gelişmeler, altyapı çalışmaları ne aşamadaydı acaba? Esnaf için neydi son durum? Gördüklerimle beraber son durum şöyleydi:

Hisar Kapı’ya kadar gelmişti altyapı çalışmaları. Hatta içeri bile girmişti. Ancak içeride ne olduysa müteahhidin kaçtığı söyleniyor esnaf arasında. Kapıdan içerisi kazılmış ancak bir şey yapılmadan kapatılmıştı tekrar.

Hisar Kapı’ya kadar geldiği halde meydanda, gece aydınlatmasına ilişkin bir çalışma göremedik yemeğe gittiğimizde. Çukurhan’dan yansıyan ışıkla aydınlanıyor meydan. Hatipoğlu Restoran’a ve Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ne doğru, bildiğiniz karanlık sokak.

Trafik düzenlemesi yapılacaktı, Kale’ye araç giriş saatlerini gösteren tek bir tabeladan ibaret kalmış düzenleme. O da üzerine atılmış, asılmış eşyalardan görünmüyordu biz gittiğimizde.

Bir tane numunelik mobese kamerası var, hepsi o. Çukurhan’ın aydınlatması yansımasa karanlık çekerek boşuna çalışmış sayılacak.

Yeni bir güvenlik noktası oluşturulması söz konusuydu, oluşturulmamış. Gerçi hem kişisel tecrübelerim hem de Emniyet istatistiklerine göre suç oranı çok düşük bir bölge ama psikolojik bir etkisi var sanırım. Görmek istiyor insanlar. Aynı aydınlatma konusundaki psikolojik etki gibi. Aydınlanmayan bir sokak ya da mahalle, ne kadar güvenli olsa da ürkütüyor insanları. Simgesel de olsa polis noktası, o yüzden isteniyor.

Çukurhan’ın yanında yıkılan binanın, eskisine uygun yeniden yapılma çalışmaları başlamak üzereymiş. Erimtan Vakfı’na ait bina. Bitince bir halkası daha tamamlanacak tarihi dokunun.
Yakında başka sürprizler de duyacağız tarihi canlandırma çalışmalarına ilişkin.

Üstüne geçelim artık
Var, çok şikayet var, ümitsizlik var esnafta. “Ümitlendik ama bu sefer de olmayacak galiba” diyorlar. Olacak efendim, olmak zorunda. Ancak altyapı çalışmaları bitmeden Kale Eylem Planı’daki pek çok maddeyi gerçekleştirmek mümkün değil. Altyapı bitmeden üstüne geçilemiyor. Reklamcı tabiriyle Ankara’nın en güçlü ‘marka’sı Kale’dir. Turizm planları varsa birinci maddedir Kale. Ümitsizliğe kapılmayınız.

Karlı Kale’de bizim yaşadığımız keyif, inşallah aynı anda binlerce Ankaralı tarafından yaşanacak önümüzdeki yıllarda. Misafirlerimiz sürükleyecek bizi, Kale’de zaman geçirmek için. Mevsimi geldi, kaldığı yerden devam etsin de bitsin şu altyapı çalışmaları. Herkes üstünü görmek istiyor çünkü artık.

3 Mart 2012 Cumartesi

GECİKEN YATIRIMLARIN BİRİKMİŞ BEDELİ


02.03.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi

Bu bedelin bir kısmı 8 buçuk milyar liraymış. Eski parayla 8 buçuk katrilyon. 1980’lerden sonra düzenli olarak küçülen Ankara ekonomisine defalarca değinmiştik. Tarımda, sanayide, hizmetlerde küçülmeyi, rakamlarla döne döne ele almıştık. Kamu yatırımları, cücük kadar kalmıştı neredeyse ülkenin başkentinde. Turizm, yok denecek seviyede, bilişim, kendi halinde dağınık oluşumlardan ibaret, ulaşım-nakliye, göz yaşartıcı gerilikteydi. Her sektör kendi aleminde, kendi kafasına göre yön bulmaya çalışıyordu. Hangi gecikmiş yatırım alanına el atılsa dolanıveriyordunuz sorunlar yumağının ağlarına. Zamanında yapılmamış yatırımlar, şimdi gelmiş tırmalıyordu.

İş, ekmek için
Bu bir kısım maliyetin miktarını, Ankara Valisi Alaaddin Yüksel açıkladı. Ankara’yı, bir dünya kenti yapabilmek için gereken 8 buçuk milyar lira, bin 925 projenin toplam bedeliydi. 4 milyon 900 bin nüfuslu bir kent için, hele başkent için, hele hele 30 yıllık kayıpların telafisi için komik rakam aslında. Söylerken ağzı, kağıt üstünde gözü dolduran bu rakamı, gecikmiş borcun ilk taksidi sayabiliriz belki. Gecikmiş yatırımlarıyla ihmal edilmiş bir başkent olan Ankara, paragözlüğünden değil, kuru kalabalığa dönüşen şişkin nüfusuna iş, ekmek sağlamak için hakkını aramak zorunda.

Toparlanıyor muyuz?
Geçtiğimiz yıl rakamlarına göre, yatırımlardaki payı yükselen bir kent olarak açıklandı Ankara. Pay alamadığı yıllara kıyaslayınca yükselmiş gibi görünmesi normal. Oysa örneğin; kent içi ve kent dışı ulaşım sorununu 20 yıl önce çözmüş olsa ya da turizm atılımını başlatmış olsaydı, 10 yıl önce bilişim kabiliyetini bir plan içinde tasarlamış ve bugün ‘Bilişim Vadisi’ni çoktan kurmuş olsaydı nasıl bir Ankara’da yaşıyor olurduk acaba? Son 1 buçuk, 2 yıldır hızla geliştirilen ve uygulanmaya başlanan projelerle toparlanma görüntüsü veriyoruz. Umarız gerçektir, toparlanırız.

Toplu hareket zamanı
Bir kısım maliyet’ diyordum yukarıda. Çünkü maliyetin diğer kısmını özel sektörün yatırımları oluşturuyor. Arazi rantı, lüks konut ve büyük alışveriş merkezi yapımına fazla odaklanmış, üretimi ikinci belki üçüncü plana atmış bir özel sektör resmi var önümüzde. Uzun vadeli yatırımlara sabrı olmayan, kentin gerçeklerinden ve geleceğinden uzak, dağınık bir görüntü. Kamu yatırımlarındaki rüzgarın benzerini, meslek odalarında, borsalarda, bu yatırımlarla bağlantılı uzun vadeli stratejiler oluşturulduğunu göremiyoruz. Yapanlar var ama Ankaralı iş camiası, Ankara lobisi gibi toplu bir hareketlenme değil bu. Böyle bir şansı tepemez Ankara. Birlik olma, başka illere hatta ülkelere, önündeki lokmayı kaptırmadan uyanma zamanı.

Gelecekte, çok uzak değil, belki 10-15 yıl sonra, bugün varolan pek çok sektör, ekonomik yaşamdan silinecek. Kamu ve özel sektör, birbirini tamamlayan yatırımlarla geleceğini yeniden kurmalı. Rant ekonomisi bitti. Gerçek, teknolojik ve doğaya uyumlu üretim zamanı. Tek tük olmaz, topluca hareket ederek altından kalkılabilecek bir dönüşüm bekliyor bizi.

Hesabı sorulmayan vergilerimiz
Valimiz Alaaddin Yüksel, 8 buçuk milyarlık bedeli açıkladığında, ziyaretçisi Ankara Vergi Dairesi Başkanı’ydı. Yüksel, “Vergi olacak ki yatırım olsun” anlamında bağlamıştı sohbeti. Bir de efendim, vergilerle karşılanan yatırımların, israf edilmeden, edenin, ettiğini yanına bırakmadan gerçekleşmesi gerekiyor. Çünkü Ankara’nın gecikmişliği, biraz da dipsiz kuyuya atılan ama hesabı sorulmayan vergilerimizden kaynaklanıyor.