30 Kasım 2010 Salı

ABİDİNPAŞA’DAN ANKARA’YA BAKTIK

30.11.2010 Milliyet-Ankara Gazetesi


1883’te tayin olan, 8 yıl görev yapıp, Ankaralılar’ın, gönlünü fetheden efsane vali Abidin Paşa’nın  Köşkü’nden… Köşkün yeni sakini Ankara Kulübü’den Ankara, güzel görünüyormuş. Kale’yi, ilk kez bu açıdan gördüm; müthiş! Abidin Paşa olsam her sabah o sarp kayalıkları gördüğümde ben de “bir şeyler yapmak şart” diye geçirirdim içimden. Ankara Kulübü, hergün o kayalıklara bakıyor.

“Bir şeyler yapmak şart” deyip, sürekli etkinlikler düzenliyorlar. Bu seferki ‘Ankara ve Turizm Paneli’ydi. Valilikle İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü’nün ortaklaşa düzenlediği I. Ankara Turizm ve Tanıtma Konseyi Toplantısı’ndan beri yanıp, tutuşuyordum bu konudaki önerileri kulaklarımla duymak için. Hiç pişman olmadım katıldığıma; düşünülmesi ve yapılması gerekenler layıkıyla saptanmıştı. Somut bilgiler ve rakamlarla alt yapı tamamdı, gerisi icraata bakıyordu.

Ankara’nın durumu
Son 30 yıldır Ankara ekonomisinin, sessizce küçülmesiyle başladık. Turistler ve şehir dışından gelen vatandaşlar hariç, sadece Ankara’da dolaşabilecek 400 bin Ankaralı olduğunu öğrendik; 20 bini elçilikler ve yabancı uyruklu sakinler. Bizzat Ankara’yı ilgilendiren önemli toplantıların, İstanbul’da yapıldığını öğrendik. 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramız’ın bile Ankara’dan kaçırılmasını anımsadık. Ankara’yı marka yapacak ne çok değerinin olduğunu gördük; Anıtkabir’i, Meclis’i, Ulus’u, Kalesi, keçisi, kedisi, takla güvercini, tavşanı, domatesi, balı, armudu, elması, vişnesi, yuva kavunu, ‘Sevgi Çiçekleri… İnebolu’dan Çankırı’ya uzanan ‘İstiklal Yolu’nun, Ankara’ya uzayabileceği, ayrıca Ankara’dan başlayıp, Polatlı’da sonlanacak ‘Kurtuluş Yolu’nun gezginlere ve turistlere müjdeleneceğiyle heyecanlandık. Nallıhan’dan Taptuk Emre’nin, Mihallıçık’ta Yunus Emre’yle yakınlaşması sağlanacaktı.

Dizi dizi, bir tanesi bile hafifsenemeyecek öneriler aktı, durdu. Kentin en hareketli kısımlarında, dahası Kızılay’da, turizm danışma bürolarının olmadığını duymak rahatlattı beni. Var da ben bilmiyorum sanıyor, sormaya utanıyordum. Çok şükür yokmuş!..

Daha da beteri işlek merkezlerde tuvalet olmamasıydı. Bizim milletin, tarifi zor bir hasleti oldu; ya yoktur ya da olanı bulmak ve girmek, müze gezmekten zordur. Kale’dekinin, kapalı tutulduğunu anlattı bir esnaf. Merkez Bankası kasası, böyle korunmuyordur!

Sayıldı, yerel yemek bulunabilen iki tane lokanta adı sayıldı. Ankara’ya gelip, hamburger yemek zorunda kalan turisti, doğru Beypazarı’na mı göndersek nedir!

Uygulama zamanı artık
Sıralamakla sığmaz buraya, şunu söylemek içindi hepsi; projeler ve düşünce hazır. Herkes kendine en yakın projeyi sahiplenerek ve destek olarak gereğini yapsın lütfen. Basit ve az maliyetli önerilerle kentin, kangren olmuş sorunlarına doğru uzun bir yol var. Tarımı, hayvancılığı, sanayisi zayıflayan Ankara, geleceği için turizm kapısını açmak zorunda. Çok çok geç kaldı ama anladık ki sorun saptama aşaması geçilmiş, uygulama zamanı artık.

Üzerine basılan başlıklardan biri de kentin, gece aydınlatmasıydı. Tarihi binalar ve işlek merkezlerin aydınlatmasını kıyasladı konuşmacılar. Kötüymüş Ankara. Panelden sonra usta fotoğrafçı ve Ankara aşığı Uğur Kavas’ın arabasıyla Resim-Heykel ile Etnoğrafya Müzesi önünden geçtik. Floresan ışıkla aydınlatılmış hastane kantini gibiydi müzeler. Bakışıp, sustuk. Abidinpaşa’dan güzeldi ama keyfi boğazımıza dizildi.

Allah sana sabır versin Ankara!

27 Kasım 2010 Cumartesi

ANKARA’YA GELDİĞİNE NASIL PİŞMAN EDİLİR

26.11.2010 Milliyet-Ankara Gazetesi

Şöyle bir hisse kapıldım; yazdıkça daha mı kötüye gidiyor nedir? Bayramda yaşananlar düşürdü içime kurdu.

Yürü be merdiven
Bayram için Ankara’ya geldim diyelim. Otobüsle geldim, AŞTİ’de indim. Önce yürüyen merdivenler, durarak selamlıyor, “hoş geldin” diyor size. Yüklenip çantayı, tırmanıyorsunuz. Dost, akrabayı görme hevesiyle bu aşamayı, metanetle geçiyor, trene atıyorsunuz kendinizi. Ankaray ve metronun birçok durağında yürüyen merdiven yok. Dik ve uzun merdivenleri çıkmak, aynı çantalarla Cinnah Yokuşu’nu tırmanmaktan farksız. O kalabalığın, eğer çalışıyorsa asansörleri kullanmasıysa ayrı sorun; 4-5 saatte Ankara’ya gelip, asansör sırasında, yeryüzünü görmesi 3 saat sürebilir. İlk 3 Temmuz 2010’da, merdivenler yürümüyor demiştik, çalışanlarda durmuştu bu bayramda. Yaklaşık 20 gündür, ne olduysa teker teker durdu bu merdivenler.

Toprağı öpüp, devam edelim. Metro dağcılığımızı sonlandırıp, Batıkent, son durağa geldik diyelim. Az kaldı eve. Bekliyoruz. Yetkili, “5 dakika kala açın otobüsün kapılarını” diye emir buyurmuş. Eskiden sünger koltuklar vardı, tırtıklanırdı ama yeni otobüsler, sert plastik ve metal ağırlıklı. Metal ve sert plastikten otobüsü, tırtıklayıp, tüketebilen bir yolcu topluluğuyla karşılaşmadım henüz. Niye 5 dakika kala? Yağmurda, güneşte altına sığınacak durak ta olmadığına göre şöyle bir anlam çıkarmalı bu emirden; yetkili, hem yaptığı işten hem de sokaktan kopmuş. Oturduğu yerden karar alıyor.

Ya sabır ya para versin
O çantalarla otobüs ve minibüsle yolculuk etmek zorunda kalanlara Allah sabır versin. Ankaray ve metro gitmeyen semtlerde ailesi, dostu, akrabası olanlaraysa para versin. Ankara’ya, geliş-gidiş 50 lira ödeyip, uzak semtlere geliş-gidiş 120 lira taksi ücreti ödemek  için para lazım. Ya da “zengin olmayan Ankara’ya gelmesin” mi demek lazım, bilemedim!

Ankara Garı’na inenlerin de durumu aynı. Raylı sistem, gardan uzak. Ağır çantaları, taşıyor, sürüklüyoruz. Ankara’nın göbeğinde, yakınlarımıza ulaşamıyoruz. Merkezi böyleyken havaalanına girmiyorum bu yazdıklarımdan sonra.

Bu yazı, bir tekrardan ibaret aslında; içindekilerin hepsi, daha önce yazılmıştı. Hiçbir şey olmamış gibi aynı hararetle yinelemek hatta daha kötüye gittiğini söylemek zorunda kaldığımıza üzülüyoruz. “Ulaşım, Ankara’nın bir numaralı sorunudur” demek yavan kalıyor. Ülkenin başkentine geliyor insanlar. Gazete sayfalarına düşen fotoğraflar, başkente yakışıyor mu sizce? O fotoğraftaki insanların, lanetler yağdırarak kenti terk edişini, illaki kulaklarımızla mı duymamız gerekiyor?

Görün artık
Demiştim ya; “temel aksaklıklar giderilmeden Ankara’da ‘mega projeler’den söz etmek karşılık bulamaz” diye. Bayramda yaşananlar, belgesi oldu sanki. Balata sıyırmış arabanın motoru çalışır ama vitese taksanız da gitmez. Gaza basarsınız, olduğu yerde öter sadece. Bu fotoğraf değişmeden, turizm hayalleri kurmak da aynı şey bence.

Bayramda konuklarımızı ağırlarken çok şükür hafif atlattık ama yukarıdaki fotoğrafı gözlerimle gördüm. İçindekileri ayırıyorum ama geleni, Ankara’ya geldiğine pişman ettiğimizi gördüm. Kendi haline bırakılmış bir kent görüntüsüydü. Övmek istediğim kentimi yermek durumuna düştüm. Görmeyenler de görsün artık!

24 Kasım 2010 Çarşamba

ALIÇ AĞACIYLA SOHBETE DEVAM

 23.11.2010 Milliyet-Ankara Gazetesi

Çankaya Belediyesi, Dikmen’de, bir park açtı. Adı, ‘Alıç Parkı’. Kaç Ankaralı, sevinmiştir acaba bu habere? Çok olamaz; çoğumuz bilmiyorduk çünkü Dikmen’in, adını taşıyan bir ağacı olduğunu. Olup ta kaybettiğimizi de bilmiyorduk.

Yaklaşık 45 yıl önce, hüzünle uğurlamıştık son ihtiyar alıcı. Doğayı, ülkesini, tarihi bilerek seven biri, Prof. Dr. Hikmet Birand, uğurlamıştı bizim umurumuzda değilken. Dert ortağını kaybetmişti. ‘Alıç Ağacı ile Sohbetler’ kitabında yaşattı yareni ‘Dikmen Alıcı’nı. 1997 yılında okumuştum ahbapların derin sohbetini. Milyonlarca yıllık doğa tarihi, ülke tarihiyle karışmış, adım adım özetlenip, 350 sayfaya, sığdırılmıştı topraklarımız. Su gibi akan bilgi, sevgiyle yazılmış, şefkatle okutuyordu kendini. Alıcı mı, Hikmet hocayı mı yoksa kitabı mı öveyim şaşırdım.

Çal Dağı’nın yarenleri
Hikmet hoca, taşla, çiçekle, tohumla, böcekle konuşur. Şakalaşırlar, tartışırlar, karşılıklı iltifatlar eder, sonunda, bilgiyi en anlaşılır biçimde sadeleştirip, bize aktarırlar. Ekip çalışması, muhteşemdir. Ankara’da, Çal Dağı’nın doruğundaki ihtiyar ve yalnız alıçla da böyle müthiş bir işbirliği yapmıştır. Çal Dağı’nın doruğunda otururken Dikmen sırtlarından İncesu Deresi’nde gülümseyen Ankara Çiğdemleri’ne kadar uzanmıştır bakışları. 250 bin kişiyi kıran 1874 kıtlığından, 1943’e uzanıp, açlıktan telef olan yüzbinlerce hayvanı konuşmuşlardır bir yandan. Ders almamız için çareler düşünmüşler, çarelerden kitap olmuştur.
Son demlerini yaşadığından habersiz, yüzlerce yıllık anılarını paylaşabildiği bir dost bulmasıyla kaybetmesi bir olmuş alıç dedenin. Kitabına kapak yapmak için fotoğraf çekmeye giden Hikmet hoca, yarenini bulamamış. Yalnızlığa, Ankara ayazına, kavurucu sıcağına, yıllara dayanmış ancak bir avuçluk kireç ocağının kıt aklına karşı koyamamış. Acı bir çığlık yayılmış Çal Dağı’ndan.

Yarım asırlık çığlık
Karacakaya’ya, Hüseyin Gazi’ye, Elmadağ’a çarpan çığlığın yankısı, günümüze kadar dinmemiş. İşte ‘Alıç Parkı’, bu yankının eseridir. Çığlık nihayet duyuldu. Çankaya Belediyesi, eksik Dikmen’i, tamamladı. Bir park açılmadı, Çal Dağı’nın alıcı, torunlarının kökleriyle yeniden toprağa uzandı. Ankara’da kendi köklerine…

‘Alıç Parkı’, aynı zamanda, yarım asır kesintiye uğrayan sohbeti yeniden başlattı. Üstelik yalnız değil, biz konuşmasak, arkadaş arasındalar artık. Bizim torunlarımız da onların torunlarına sahip çıkar, yalnız bırakmaz inşallah. Bir eksiği kalacaksa bu parkın o da Hikmet hocanın heykeli olacaktır; elinde not defteriyle dibine çömeldiği alıca sırtını yaslamış, bir avucunda topladığı Ankara Çiğdemi, İncesu’ya doğru bakarken. Hikmet Birand’da, alıç ağacı da, Ankara’da, bu kadirşinaslığı hak etmiyor mu sizce?

21 Kasım 2010 Pazar

İÇİNDEN ÇIKAMADIĞIM SORU

19.11.2010 Milliyet-Ankara Gazetesi

Erteleye erteleye nihayet… Bilim dünyasının masasına, bir soru bırakmak istiyorum. 2 yıl İstanbul’da gözlemledim, bir yıldır Ankara’da gözlemliyorum. Çıkamadım içinden. Soru şu: Otobüsün ön kapısından inme dürtüsünün kaynağı nedir?

İstanbul’da dikkatimi çekerdi ama pek üstünde durmazdım. Adamı her şekle sokar İstanbul, normal gelirdi. “Kimbilir kafası neyle meşgul?” der, geçerdim. Taa ki o güne kadar…

Bir Garip Muharebe
Belediye otobüsünde, Dolmabahçe tarafından Beşiktaş’a yaklaştık. 10 kişi var yok, boş otobüs. 70 yaşlarında ama dinç bir hanımefendi, kalktı, orta kapıya yanaştı ve inmek için düğmeye bastı. İnecek başka kimse yok, kapının ağzında tek başına. Otobüs durup, kapıların açılma fısırtısını duymasıyla bir şey oldu sanki. Orta kapıyı bırakıp, koşarak kendinden beklenmeyen bir çeviklikle ön kapıya hamle etti hanımefendi. Çevik bir hamle değil, adeta taarruzdu. O saniyeye kadar niyetini saklamış, anı gelince gereğini yapan Fatih’in fedaisi denli bir hışım. Beşiktaş’ın, fethine memur edilmiş dersiniz. Elindeki naylon poşetiyle muzaffer bir komutan gibi, binmek için ön kapıya biriken 20 kişinin üzerine hücum etti. Nene Hatun görse kıskanır. Kalabalığı yardı, gitti, aniden kaldırımda durdu. Çevresine bakındı ve poşetli komutan, ağır ağır Ortaköy yönüne doğru yürüdü. Saniyeler içinde gerçekleşen muharebe, bitmişti herhalde. Kendimi, gelişmeleri izlemek için ayağa kalkmış buldum.

Tekrar yerime otururken derin bir şaşkınlık içindeydim. Bilgisayar kılavyesinin, soru işareti tuşunu basılı tutmuş gibi ardı ardına soru işaretleri doldu kafama. Belli etmemek için iskele tarafına doğru baktım ama içi dolmuş kafamın genişlemesini saklamak, mümkün değildi!

Orta Kapı Timsahı
O olaydan sonra, çok daha dikkat eder olmuştum. En olağanüstüleri anlatıyorum size. 10 gün önce, bu kez Ankara’da zonkladı kafam. Olay mahalli Batıkent’ti. 16-17 yaşlarında iki genç, yine düğmeye bastı. Otobüs yine boş. Yine orta kapı. Gençlerden biri, ön kapıya yürüdü, şoföre bir şey sordu, kapı açılınca ön kapıdan indi. Beni benden alan, arkadaşının hamlesiydi: Dibinde durduğu orta kapı, açık olduğu halde Nil Nehri’nden fırlayan timsah saldırmış gibi arkadaşının indiği ön kapıya can havliyle koşup, kendini aşağı attı. Yine ayağa kalkmıştım. “Timsah olmaz buralarda” diye sesli çıktı ağzımdan. Yanımdaki beyefendinin, suyuma gidecek, sinik bir gülümseme büküldü ağzında; “iki durak sonra ineceğim, ne olur bana dokunma” gibisinden. Otobüs değil, ruh ve akıl hastanesi servisi mübarek!

Hangi Kapı?
Gözledim; zengin-fakir, kültürlü-cahil, genç-yaşlı ayrımı gözetmeyen bir davranış biçimi bu. Sadece bizim millete mi ait yoksa evrensel bir olgu mudur, bilemiyorum. Aklı zorladığına şahidim. Soru işaretinden, asker karavanası kadar oldu kafam. Bedenim, orantısız!

Uzmanlara soruyorum; nedir efendim bu ön kapının kerameti? Orta kapı mı sorunlu? Kafamızda, menteşeleri paslanmış ya da kilitli kapılarla mı dolaşıyoruz? Bu kadar sık tekrarlanan bir davranışı, lütfen açıklayın, ineceğimiz kapıyı bilelim azizim. Zafer, ön kapıdan ineninse eğer, bana orta kapıyı gösteren bilsin ki iki dünyada ellerim yakasını bırakmayacak!

17 Kasım 2010 Çarşamba

BAYRAMI BAYRAM YAPIN

16.11.2010 Milliyet-Ankara Gazetesi


Tekrar ederek güzelim geleneğin, amacından sapmasını engelleyebiliriz belki; uzaklaşma değil yakınlaşma içindir bayramlar.

Arkadaşlarım, dostlarımla hep sohbetini yaptık. Artık yapmıyoruz. Birbirimize açıkça beyan edilmeyen, dillendirmeden bir ilke oluşturduk aramızda: Bayramın ilk iki, tatil uzunsa üç gününü, ailemize, akrabalarımıza, komşularımıza ayırıyoruz. Eğer ayrı illerden buluşmayı planlıyorsak o iki-üç günü geçirdikten sonrasına sözleşiyoruz. Gideceksek sonrasında gidiyoruz tatilimize. Dikkat eder olduk bu ilkeye.

Buz Gibi Bayramlar
Biz, kalabalık kafilelerle karşılıklı dost, akraba ziyareti yapılanlara şahit olduk. Şimdi de bayram bile kutlamadan tatil yörelerine kaçılan bayramlara şahitlik ediyoruz. Ara bir nesiliz, kıyaslayabiliyoruz. Yakınlaşma günü olan bayramların, uzaklaşma bahanesine dönüşmesini üzülerek, buruk izliyoruz. Nasıl bir dönüşüm yaşıyorsak artık, şeker, bahşiş için komşularının kapısını çalmayan, buz gibi, çocuksuz bayramlara, “bayram” der olduk. Kestiğimiz kurbanı, paylaşacağımız ihtiyaç sahiplerini, göz hakkı olan komşularımızı, görmeden, selamlaşmadan, hayır duası almadan, dokunup, bayramlaşmadan “bayram” kutlar olduk. Birbirimizin içine kaynamıyor, kopuyoruz git gide.

Dokunmadığımız için kopuyoruz. Yanak yanağa öpüşmediğimiz, bir acı kahveyi yudumlamadığımız, ağzımızı tatlandıracak şekerlemeleri paylaşmadığımız için kopuyoruz. Koptukça sıcaklığımızı, hoşgörümüzü kaybediyoruz. Değil kapı komşumuz, ailemizle arkadaşlarımızla yabancı oluyoruz. İnsan olmaya direniyoruz adeta.

En Birinci Meziyet
“Bu milletin, en birinci meziyetini söyle” deseler “Hemen içinize kaynar, karışır” derdim. Soruyu soranın, “O eskidendi, dağladık o meziyetinizi çok şükür” demesinden korkarım. Dağlamaya hevesli çok ama bize ne oluyor, onu anlayamıyorum. Yakınlarımızdan ve ailelerimizden kopmaya biz niye bu kadar hevesliyiz, siz de kendinize sorunuz. Mermer gibi sıkıyken bir üflemeyle yıkılacak iskambil kağıdından kulelere dönüşmenin, ne yararı olabilir  acaba?

Bayramlar, bir arada, sıkı ve güçlü olabilmek, aradaki boşlukları kapatmak, doldurmak içindir. Yakınlaştıkça yapışkanımız güçlü olur. Güçlü oldukça kırması, bükmesi zor olur.  “Kaşın kara, gözün ela” diyenin az olur. Hoşgörüsü bol olur. Midemizi bulandıracak ayrımlar yokolur. Öpmediğiniz el, dokunmadığınız yanak, yolunuzu dikleştirir. Tırmanamayıp, kaymaya başlayınca destek bulmaya, arkanız boş kalır.

Şenlik anımsayalım, şen olalım Şeref Erdoğdu’nun, ‘Ankara’sından:

Hamamönü, hey gidi günler hey!..
Bayram yeri kurulurdu burada
Hamit Tarlası bir adı da
Atlı karınca, kayık, salıncak
Canbaz Hokkabaz, liylelek oyuncak
Davullar çalar, çadırlar kurulur
Çın çın öterdi Hamit Tarlası
Çocuğun bir elinde halka şekeri
Öbüründe Tak Tak helvası

Güzel bayramlar…

13 Kasım 2010 Cumartesi

OKURLA KARŞILIKLI DAHA GÜZEL

12.11.2010 Milliyet-Ankara Gazetesi

Ankarasız Ankaralılar” yazımız, hem gecikmiş teşekkürlerimize hem de biraz sohbete fırsat olsun. Olsun çünkü ardından aldığımız mektup ve elektronik postalarınız, sadece isteğimizi artırmakla kalmayıp, sessiz cevherleri tanımamıza da yardımcı oldu.

Önce Valimiz, Alaaddin Yüksel beyefendiyle başlamak istiyorum çünkü herkesten önce davrandılar. Ertesi sabah bizzat telefonla arayıp, yüklediğimiz sorumluluktan memnuniyetlerini, gereğini zevkle yerine getirmeye çalışacaklarını ifade ettiler. Ankaralılık ve ruhu üzerine konuştuk ama anlatmayacağım. Uzun bir sohbet için sözleştik, sizlerle de paylaşacağımız o sohbetin gazını kaçırmak istemiyorum. Böylece sayın valimizi de sıkıştırıp, mecbur bırakıyorum. Ne yapıyorsak Ankara için vallahi! Sayın valimize teşekkürü borç biliyorum.

Ciddi Öneriler, Hayalet Girişimler
Daha önce de yazıyordum ama bu kez daha bir ilginizi çekmiş nedense. Ankara için, küçüklü büyüklü öneri ve projelerini paylaşan okuyucularımız oldu. Üstelik üzerinde çalışılmış, yabana atılamayacak ilgi çekici önerilerdi. Sesi duyulmayan bu Ankaraseverleri ve projelerini, zamanı gelince okuyucularımız ve yetkililerle paylaşacağız. Saatlerimizi ayarladık, gününü bekliyoruz Milliyet Ankara Gazetesi olarak!

Bir de tabii iğneyle titreyip ama tepkisini içinde tutabilen okuyucularımız var. Örneğin ‘Ankara Duyarlılık Girişimi’ gibi. “Bu uygun ortamda niye yeniden girişmiyorsunuz?” biçiminde özetlenebilecek yazımız, Çince yazılmış ta anlaşılamamış gibi yanıtsız kaldı. Şu an ‘Ankara Duyarlılık Girişimi’, neden duyarsız ben bilmiyorum. Tek bir açıklama gelmedi. Adım, ‘hayaletlerle yazışan yazar’a çıkacak. Bilsinler; çuvaldız, diğer avucumuzda!

Sizin Yükünüzü Taşıyor Bu Gemi
Değerli okurlar, biliyorsunuz, “Sorun Hattı” ve “Söz Vatandaşın” köşelerimiz var ekimizde. “Sorun Hattı”ndan ulaştırdığınızı, 2 gün sonra “Söz Vatandaşın” köşesinde bulabiliyorsunuz. Ya da ilettiğiniz sorunu, haber olarak işliyoruz. İyi haberleriniz, ekimizi renklendiriyor. Milliyet Ankara Gazetesi’nin odasını görseniz, bir geminin kazan dairesi gibi çalışıyor. Kılavye sesleri, piston sesi gibi. Çalan telefonlar, fakslar, biriken basıncı atarken öten buhar düdüğü gibi. Yazıcılardan bastığımız yazılar, dönen dişlilerin arasından çıkıyor sanki. Bu gemi, sizin yükünüzü taşımakla görevli, lütfen eleştiri ve sorunlarınızı iletmekten çekinmeyiniz.

Ankara Türküleri
Valimizle başlamıştım, valiliğin çok hayırlı bir işini duyurmakla bitirmek istiyorum: ‘Ankara Türküleri’nin toplandığı çok güzel bir müzik albümü çıkarılmış. Kanınızı kaynatan, bazen de tokat gibi çarpan türküler var albümde. Başarılı bir yapım ve üstüne eski kayıtlardan bir arşiv bulacaksınız içinde. İnanmayan Valiliğin internet sayfasından dinleyebilir. Yazımı yazarken ‘Atım Arap’ türküsünü dinliyorum. İyiye gitsin, güzel şeyler olsun Ankara’da. Atalım ataletimizi, vurdumduyar olalım biraz da.

Atım karaaaa, ben kara amman ammaaann
Aman vilayeeetiiimm Annnkara vay vayyy
…..”

Üşenmeyin, her türlü tepkinizi iletin lütfen. Salı gününe kadar, hoşçakalın.

10 Kasım 2010 Çarşamba

BÖYLEYKEN BÖYLE ATAM

09.11.2010 Milliyet-Ankara Gazetesi

Atam,
Özellikle son 30 yıldır hızlanan, ülkeyi Ankarasızlaştırma çabaları seyrinde yürüyor. Ancak buna karşın Ankara, pabuç bırakmayıp, yeni dernekleri, vakıfları, yatırımları, etkinlikleri ve arayışlarıyla direnç gösteriyor. Bu direnci, yeni bir sıçrayışın habercisi olarak değerlendiriyorum. Kabına sığmıyor artık Ankara, çılgın projeleri var.

Atam,
Tarımdaki sorunlar, bu yıl biraz daha hissedildi. Kulağımız Polatlı, gözümüz Ayaş’ta. Domates, bir rekor denemesi yaptı. Çubuk’taki besiciler, hayvancılık politikalarına ilişkin görüşlerini kamuoyuyla paylaştı. Kurban Bayramı yaklaşıyor, kurban tasası sardı hepimizi. Çubuklu besiciler, içimizi rahatlattı ama tasalarımıza önlem olacak önerilerini de sıraladılar.

Atam,
I.Ankara Turizm ve Tanıtma Konseyi Toplantısı yapıldı. Üniversite rektörleri, kamu kurum temsilcileri, Büyükşehir Belediye Başkanlığı yetkilileri, ATO, ASO, Borsa Başkanları, sivil toplum örgütlerinin başkanları ile turizm sektörünün temsilcileri katıldı. Uzun yıllar sonra en çok heyecanlandığım girişim diyebilirim. Meyvelerini bekliyoruz Ankaraca.

Atam,
Ankara içi ulaşımda, metronun eksik ve yarım hatlarının tamamlanacağı günü merakla gözlüyoruz. İlk sırayı veriyorum ihtiyaç olarak. Ancak Ankara dışına, füze gibi çıkabiliyoruz; hızlı tren var. ‘4 buçuk saatte İstanbul’a az kalmış. Ankara’nın, İstanbul’a dönüşünü sevenlere müjdeler olsun; aman en hızlı biçimde, geldikleri gibi gitsinler! Darısı diğer illerimizin başına.

Atam,
Nesli tükenmeye yüz tutan keçileri ve tiftiğinden ‘sof’ kumaşına, kedilerine, tavşanlarına yanı sıra balına, 38 çeşit armuduna, 10 çeşit üzümüne, elmasına, ceviz gibi vişnelerine, yuva kavunu ve Ayaş domatesine, halıları, kilimlerine ilgiyi, bu yıl da bekliyoruz. Yeni üretim çiftlikleri ve müzeler açılacakmış, söyleyenin yalancısıyız.

Atam,
Bendeniz, olmayan otobüs durakları, yürümeyen yürüyen merdivenler, okunmayan yol tabelaları gibi yazılar yazıyorum.. Okuyucularımız ses vermese kendim çalıp, kendim dinliyorum zannedeceğim. Bir de Ulus ve Kale çevresiyle Atatürk Orman Çiftliği’ni taktım kafaya. Ağaçkakan gibi, ısrarla aynı yeri gagalıyorum. Buralar, yeniden düzenlenip, canlandırılırsa Ankara’nın çehresine, kan geleceğine inanıyorum. Kentin, kişiliğini, ruhunu tekrar kazanacağına da...

Atam,
10 Kasımları, yas değil, hesap günü gibi algılıyorum. Sizinle yarışımızda, nerede olduğumuzu saptamaya çalışıyorum. 1000 yıla sinmiş devlet geleneğini, 18 buçuk yılda çağa uygun hale getirip, bizi, ruhuna fatiha okunmak üzereyken yeniden devler masasına oturtuşunuzla kıyaslıyorum. Unutmayalım diye, size anlatırken kendimize not düşüyorum.

Atam,
Cehaletim dolayısıyla şaşkınlıklar yaşamış olsam da ülkemizi, daha güçlü ve güzel günlerin beklediğini düşünüyorum. Yüzyılı dolmadan yeni bir dünya kurma ihtiyacı doğdu. Biraz çukurlu ve tümsekli bir yoldan geçeceğimizi düşünüyor ama sonunda bize yakışır yerimizi alacağımıza inanıyorum. İşadamlarımız civa gibi, avuçta kıstırmanın imkanı yok. Ümitvarım. Gereğinin, adabına uygun biçimde gerçekleştirildiğini düşünüyorum.

Atam,
Bu yılki bilgi ve kanaatlerim, böyleyken böyle. Tutuşturduğun meşale, aynı harda yanıyor. Koyduğun çıtayı, aşmaya çalışıyoruz. Saha müşahidi olarak gözlüyoruz sen, rahat uyu Atam!

6 Kasım 2010 Cumartesi

KİTAPSIZ ANKARA

05.11.2010 Milliyet-Ankara Gazetesi

Yeni bir spor dalı icat ettim: Gördüğüm bütün kitapçı ve sahafa giriyor, Ankara kitapları bakınıyor, soruyorum. İlk bir ay, bu sporu uygulayana, 10 kilo vermeyi garanti ediyor, sonra diyetisyene gitmelerini öneriyorum. Her türlü faydalı Ankara!

Ankara kitapçılarında, ilgili bölüme gidiyor, Ankara kitapları bakıyorum. “Ankara kitabı bulamıyorum Ankara’da” diye yakınıyorum arkadaşıma, “Var ya işte” diyor. Var dediğini açıyoruz; turistlere Ankara haritası çıkıyor! Onu, kitap sanıyor arkadaşım. Üç, hadi şehir haritasıyla beraber çatlasa dört kitaptan fazlasını görmedim henüz. 3-4 kitaba karşılık, 20’ye yakın İstanbul kitabı duruyor Ankara’daki kitapçıların raflarında; semtlerine kitap yazılmış.

Pansiyonlu Kütüphane
Yok değil Ankara kitapları ancak maraza çıkarmamın nedeni var: Ankara’yla ilgili her türlü basılı eserin, vatandaşlarıyla ne kadar buluştuğu merakına kapıldım. Raflarda başka kitapların arkasına saklananları bulabilseniz bile dediğim gibi 3-4 kitabı geçmiyor bulduğunuz. “Lütfedip, kütüphaneye kadar gidiversen” diyorsunuz mutlaka. Olur, bir oda kiralasınlar, orada yatıp, kalkayım. Ankara’yla ilgilenen uzmanlar, vatandaşlar ya da yazı yazanlara, kütüphanede oda kiralasınlar! Bilginin, insana lazım olmasının zamanı varmış gibi. İletişim çağında, bilgisayar teknolojisi uçmuş gitmiş, bilgi kaynaklarının elinizin altında olması daha kolaylaşmışken ‘kütüphane pansiyonu’ da bizim icadımız olur!

Ankara’yla ilgili basılmış çok güzel kitaplar gördüm ve okudum. Kültür Bakanlığı, bazı bankalar, bazı üniversite ve kurumlarca basılmış çok değerli eserlerdi bunlar; evinizin kütüphanesinde olması gereken. Bu kitapları, ilgili kurumlara ve kitapçılara sordum. Kitapçılardan, “İlk kez duyuyorum bu kitabı” yanıtını aldım. Kurumlarsa yeni basımını yapmamışlar. Niye? Çünkü ‘koleksiyon’ kitabıymış, sayılı basılırmış. Örneğin 500 basılır, bazı kurumlar ve il merkezlerindeki kütüphanelere dağıtılırmış. İlçe ve okul kütüphaneleri öksüz… Bir de tükenince baskısı yapılmayanlar var. Fotokopi çektirseniz kitaptan pahalıya geliyor, gözü korkuyor insanın.

Kitap Hem Var Hem Yok
Ama gerçekten güzel kitaplardı bunlar, içim acıdı. Binlerce Ankaralı’nın haberi bile yok. İl sınırları içinde hala dinazor, mamut kemikleri, fosilleri bulunurken Ankara kitabı bulamıyorsunuz. 2004 yılı ve sonrasında Ankara kitaplarında patlama olduğunu okumuştum. Elinde mi patlamış basanın, biz niye görmedik? Kapsamlı tek bir kitap var şu an raflarda ve o da okuduğum diğer kitaplardaki birçok şeyi içermiyor.

5 milyonluk kente 500 kitap basmak gülünç ama 70 milyonluk ülkeye 500 kitap basmak kahredici. Ankara kitapları, kitapçılara inmeli, tükenmiş basımlar mutlaka yenilenmeli. Kurum kurum dolaşıp, kitap aramaya, sonra eli boş ‘tın tın’ geri dönmeye benim gibi gönüllüsünü zor bulursunuz. Tarih, bu ülkenin ve kentin tarihi, bilgiyi kimden esirgiyorsunuz?

Başkente Yakışmıyor
Hayatta yolunuzun düşmeyeceği, dünyanın ücra köşelerine ait kitapların arasına sıkışmış 3-4 Ankara kitabıyla kültür kenti olunmaz. Tükenmiş basımların yenibasımlarını bekliyor, dar bir çevrenin elinde bulunan basımların, kitapçılara inmesini istiyoruz. Bilgiyi sakınmak, devrimlerin başkentine yakışmıyor.

3 Kasım 2010 Çarşamba

ANKARASIZ ANKARALILAR

02.11.2010 Milliyet-Ankara Gazetesi

“Başkentli’ye Vali Sitemi”, Milliyet Ankara’nın, 29 Ekim 2010 günkü manşetiydi. Ankara Valisi Alaaddin Yüksel, “Ankaralı’nın, Ankara’yla bir ilgisi yok. Geldiğimden beri Ankara’yı, Ankaralı’yla tartışmak istiyorum. Bir kültür kenti olan Ankara’yı, kimse merak etmiyor. Ankara, Ankaralı’nın gündeminde değil” diyordu. Her cümlesinde acı bir vurdumduymazlığı işaret eden, iç burkucu bir demeçti.

Göreve başladığından beri dikkatimi çekecek icraat ve açıklamaları dolayısıyla sıkı takipçisi oldum valimizin. İşte dikkatimi çekmekle kalmayıp, altını imzalayacağım yeni bir açıklamasıydı bu. İtiraf gibi, Ankaralılığa ilişkin, vurucu saptamalardı. Ancak korkmadım da değil; “Aman, 6 ayda bezmiş olmasın sayın Vali?” diye. Kendi kenti gündeminde olmayan kentlilerle nasıl bir kent tasarlanabilir, bilmemki!

Örtüşme Zamanı Mı?
38 kütüphanesi, 44 müzesi, 2 opera binası, 10 tiyatrosu ve tarihi birikimini değerlendiremeyen bir Ankara mı varmış acaba? Kentin, dokusunda, eğitiminde, ruhundaki kopukluklar, açığa mı çıkmıştı yoksa? Ankara’ya gönül verenler, yazanlar, anlatanlar, bunları dile getirmeye çalışıyor ama bir de bu saptamaların, günlük yaşamla örtüşmesi gerekir. Örtüşme zamanı gelmiş te o yüzden mi Valimiz’le aynı kaygılarda birleşmeye başlıyor olabiliriz?

En son Eylül ayında, 20-22 yaşlarına gelip, Ulus, Kale ve Gençlik Parkı’nı görmemiş gençlerle tanıştığımı anlatmıştım. 17 yıl önce de yaşadığım gibi. Bu gençler, Ankara’da doğmuş, büyümüş ve yüksek öğrenimini bu şehirde bitirmişlerdi. Geçtim Frigler, Persler, Helenler, Galatlar, Romalı, Bizans, Selçuklu, Osmanlı’dan; o kentte yaşayıp, Devleti’nin ve Cumhuriyeti’nin kurulduğu yeri de mi merak etmez insan? Sen etmedin, annen, baban, öğretmenin de mi uyarmadı evladım? O müzelere götürüp, gezdirmediler mi sizi? Bir tanesi, “Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nin, adını çok duydum ama hiç gitmedim” dedi. “Ankara’da olduğunu bilmene sevineceğim neredeyse” diye şaka vurdum. Nasıl suçlayabiliriz bu gençliği?

Büyük alışveriş merkezleri, tıklım tepiş dolup, taşarken müzeleri, Cumhuriyet’in ve binlerce yıllık bir tarihin merkezi Ulus’u, Kale’yi Ankaralı’ya gezdiremiyorsak mutlaka bir aksaklık vardır. Ankaralı’yı gezdiremediğimiz yerde, turist gezdirirsek komik olacak!

Ruhunu İstiyor Ankara
Haklısınız sayın Vali, kültür kenti Ankara, ürkütücü bir duyarsızlıkla tarihine de günlük yaşamına da sahip çıkmakta zayıf kalıyor. Kent planlamasında, dokusunda, eğitiminde bir kopukluk olduğu kesin. Belki tepkilerine karşılık alamamak köreltmiştir aidiyet duygularını. Bunları birleştirecek ve uyaracak ruhu yokolmuştur belki kentin. Ankarasız Ankaralılar olmuşlardır.

Sayın Alaaddin Yüksel, Ankaralı’ya kızmayın. Bize, kentin bedeninden koparılan ruhunu, yeniden kazandırmayı müjdeleyin. Müjdeleyin ki Ankara, bir bina yığını, insan kalabalığı olmaktan kurtulsun. İşaret fişeğini ateşleyenin, arkasında olacaktır Ankaralı. Tarih boyunca iyi niyeti, emek vereni, hiçbir zaman arkasız bırakmadığı gibi. Çabalarınızı, başından beri ilgiyle izleyen biri olarak ben de sizinle tahminimi paylaşayım: O ruh, Ulus’tadır ve kente yine oradan katılacaktır!