31 Mayıs 2010 Pazartesi

GAR OTOGAR BİZDEN BU KADAR!

29.05.2010 Milliyet-Ankara Eki

Bazı mahallelerden, Ankara dışına çıkmak zormuş nitekim. Kentin 40 kilometre dışındaki havaalanından çıkış kolay. Kent merkezindeki Gar ve Otogar’dansa çıkış daha zor. Dönüşteyse eve varış zor. Toplu taşıma araçlarıyla 2-3 araca binerek ya da paranızı denkleştirirseniz taksiyle gidebiliyorsunuz. Havaalanı kadar uzak semtlerde oturmasaydınız!

Taksiye binemeyenler, ağır bavulları ve çantalarıyla toplu taşıma araçlarında dehşet saçıyorlar:
- Beyefendi, çantanızı ayağımın üstünden almanızı rica ediyorum.
- Ahh pardon!..
- Abicim, o çantalar sığmaz bu minibüse.
- Sığan minibüs arkadan mı geliyor?

Taksiye binecek olursanız gideceğiniz kentin bilet parasından fazla taksi parası vermek zorunda kalabiliyorsunuz. İstanbul 35, Eskişehir 20, AŞTİ 50 Lira!.. Gidiş-geliş otobüs bileti almış gibi oluyorsunuz. Yola çıkarken hesabınızı gözden geçirin; çift gidiş-geliş alacakmış gibi toplayın liraları.

Ümitköy’de oturan bir ahbabım, Eskişehir’e, Polatlı üzerinden gidiyormuş. “Böyle daha hesaplı” diyor. Yanlış anlaşılmasın; Polatlı, Eskişehir yolu üzerinde tabii ama ahbabım, Ümitköy civarından Polatlı otobüsüne biniyor, Polatlı otogarında inip, Eskişehir otobüsüne biniyormuş. “Polatlı otobüsünü de kaldırsınlar, görürüm ben seni!” diye işkillendirdim kendisini.


Herkesin evinin yakınından Metro, Ankaray geçmiyor. AŞTİ servisleriyse AŞTİ’den saat başı kalkıyor ama şöyle geniş geniş 4-5 mahalle dolaşarak bir buçuk saatte geliyorsunuz semtinize. AŞTİ’ye varış içinse aynı yolu tersinden gidiyorsunuz doğal olarak. Öyle bir dolanıyor ki ya hangi kente yolculuk yapacağınızı unutuyorsunuz ya da AŞTİ’ye inince gideceğiniz yere varmış kadar seviniyorsunuz!

Gar konusuna girmeye korkuyorum. İstanbul’dan, acelem olmadığı için, “tren keyfi yaparak geleyim” demiştim. Kar değil kış değil, 4 saat gecikme hediyeli geldik Ankara’ya. Saat, sabahın 01:00’i oldu. Alt geçit gece kapatıldığı için, tecrübeli bir Ankaralı’nın yardımıyla karanlık, izbe yollardan Maltepe’ye çıktık. Ankaray ve Metro seferleri bitmiş. Aldın mı tren keyfini? Eve gideceğime Maltepe’de bir otelde kalsam yüzde 50 daha karlı çıkardım!

Ankaralılar alışmış, ben de alışmayı bekliyorum. Talep olursa yukarıda anlattığım örnekleri çoğaltabilirim. Aksaklık nereden kaynaklanıyor tam çözemedim henüz. Para hesapları, saat hesapları, erken biten seferler, kapalı geçitler, bunlar arasındaki azami uygunluk kıstasını anlamaya çalışmak, karmakarışık etti kafamı.

Ankaralılar alışmış. Kafa karışıklığıyla koyvermemişlerse eğer ulaşımla büyük bir uyum içindeler. Ulaşımda tarzı var Ankara’nın, yaşamayan anlayamaz. Yaşarken biraz ağır kalıyorum galiba ben. Halbuki Eskişehir’e, kendi otogarı dururken Polatlı otogarından gitmenin nesini anlayamıyorum acaba? Kentin göbeğinin göbeğindeki Gar’a Ankaray ve Metro’nun, ikisinin birden teğet geçmesini!.. Anlayacağım birgün hepsini.

Ama hani şöyle bir eda da yok değil: “Kardeşim garsa gar, otogarsa otogar… O kadarını da gidiverin canım!”

26 Mayıs 2010 Çarşamba

DİKEN, BOZKIR, AOÇ

22.05.2010 Milliyet-Ankara Eki

Bozkırın çimenidir dikenler. Çok türlü dikenli bitki vardır ama hepsine ‘diken’ dememizin bu yazı için bir sakıncası yoktur. Boş bulunup, basmaya, oturmaya kalksanız batar insana. Üstünde bittiği azbuçuk toprağa ve kıt kanaat yaşadığı yaşamına sahip çıkar. Kendine cimriliği bedenine yansımış bu sıska bitkiler, sıkı sıkı tutunur toprağa. Onu da kendini de korur.

Adını çok doğru koymuşlar; afedersiniz; insanın bagaj nahiyesine batmasıyla insanı, kalıbına bakmadan, ayağa dikmesi bir olur! Bozkırın bekçisidirler. Anadolu’nun kavruk, çorak toprakları, bu sıska sakinleriyle nitelik kazanır; bozkır olur. O da olmasa çöl!..

Sormadan edemiyor insan:
Okunası bir seyahatname sahibi İbni Batuta’nın (1304-1369), bir ucundan girdiği Anadolu’yu, güneş görmeden geçtiğini iddia ettiği topraklar, nasıl bu bozkırlara dönüşmüş? Yazın kavrulan bu topraklarda, gölgesine sığınılacak ağaçlar nereye gitmiş?

Gittiği yeri imar etmesiyle övünen imparatorluğun bozkırlaşan ruhu, topraklarına sinmiş sanki.

Gelişmiş Türkiye’nin nimetlerinden yararlanarak 15 yıl okuduğum okullar ve sonraki ömrümde edindiğim tecrübelerle bugün ilk işim, Porsuk nehrinin ya da Ankara Çayı’nın kenarına bir söğüt dalını saplamak ya da köy çeşmesinin aktığı su yoluna bir fidan dikmek olurdu. Öylece yavaş yavaş yayılırdı yeşillik.

AOÇ

Mustafa Kemal Atatürk, 1925 yılında akıl etmiş bunu. Ankara bozkırında, çiftlik yapılacak yer bulmasını istemiş ülkenin ileri gelen tarımcılarından. Bulamamışlar ama bulamadıklarından daha kötü bir yeri işaret etmiş Atatürk çiftlik için: "İşte istediğim yer böyle olmalıdır. Ankara'nın kenarında hem batak, hem çorak hem de fena bir yer. Burayı biz ıslah etmezsek kim gelip ıslah edecektir?” Sonra eklemiş: "Yeşili görmeyen gözler renk zevkinden mahrumdur. Burasını öyle ağaçlandırınız ki kör bir insan dahi yeşillikler arasında olduğunu fark etsin"

Batınca dikeni, dikeni görünce bozkırı görmek lazım. Bozkırı görünce Atatürk Orman Çiftliği’ni…

Tarım Bakanlığı uzmanlarından Schmit efendi, verdiği raporda “Bu öyle bir teşebbüstür ki, elverişsiz toprak ve iklim koşulları altında burada ya sabır tükenir, yahut ta para” demiş. Günümüzde, neredeyse santimetreleri bile para birimleriyle tanımlamaya çalışan akla seslenecek olursak; Atatürk, devletin değil, kendi parası ve azmiyle kalkışmış bu teşebbüse. Sebze, meyve, et, süt, yumurta, ekmek doğuran bir ana, Ankara’ya sütannesi olmuş. Ülkeye umut…

Osmanlı İmparatorluğu’nun, günden güne çoraklaşıp, bozkırlaşan ruhu, Ankara’da yeniden yeşermeye başlamış. Atatürk Orman Çiftliği, “ot bitmez” denilen bozkırın göbeğinde, dere kenarına saplanan söğüt dalı olmuş. Ankara Çayı, bir mucizeyi sulamış. Ankara, imparatorluğun kalbine, Atatürk Orman Çiftliği, Ankara’nın kalbine dikilen birer fidan olmuş.

1937’de bu mucizeyi, hazineye bağışlamış sahibi; o yüzden “Atatürk Orman Çiftliği”dir adı.

Köfte, kokoreç, dondurma yenen bir mesire yeri ya da arazisi, maddi değerle ölçülebilecek bir yer değil, azmin müzesidir Çiftlik. Dikenleri sıska bırakan çorak toprakların, mücadeleyle kazanılma efsanesidir. En ilkel hali de en gelişmiş hali de korunmalıdır. Korumayanı dikenler dürter!


Bir şehrin uygarlık seviyesini ölçme yöntemim var: Bir yükseltiden şehre baktığınızda, binalar arasından ne kadar yeşillik yükseliyorsa o şehir, o kadar uygardır. Çünkü “o yeşilliği akıl etmiş olanlar, mutlaka şehrin diğer sorunlarını görebilecek beceriye de sahiptir” diye düşünürüm. Görebilenleri, herkes gibi, saygıyla selamlarım. Hele bozkırın ortasında…

90 yıllık ağaçların gölgesinde, ‘diken’siz gül bahçesinde otururken anlatın çocuklarınıza; devlet Ulus’ta kuruldu ama Ankara, Çiftlik’te diye. Ankara’nın sütannesidir Çiftlik. Atatürk Orman Çiftliğini, köfte, kokoreç büfelerinden ibaret zannetmesinler.

Bozkırda diken batınca canım acımıyor artık, anımsıyorum; bir fidan dikeceğim, bir söğüt dalı saplayacağım dere kenarına. Bozkırlaşan topraklar ve ruhlar yeşerecek!

17 Mayıs 2010 Pazartesi

KAPANAN DÜKKANLAR, BOŞ ÇARŞILAR

15.05.2010 Milliyet-Ankara Eki



Uzun zaman sonra yolum düştü, gitmişken 3 yıl dibinde oturduğum Atakule’ye uğradım. O ne!.. Çarşı kısmında açık dükkan kalmamış neredeyse. Kalanlar niye kalmışsa?

Aşağı yürüyorum. Karum Çarşısı’nda, arkada açık dükkan kalmamış, öndekilerde bile boş dükkanlar var. Üç aydır gözlediğim; kapanmalar sürüyor.

Aşağı, Tunalı Caddesi’ne yürüyorum. Cadde, her zamanki gibi hareketli. Birkaç pasaj dışında, pasaj içleri karanlık, onlarca kapalı dükkanla dolu. Her yerde 5-10-15 Liralık etiketler dikkatimi çekiyor. Tunalıda!..

Tunus Caddesi’nden yürümeye devam ediyorum. Daha çok kapanmış kafe levhaları okuyorum.
Yürümeye devam… Hayatımda ilk kez, tadilat dışında, Kızılay’da boş dükkanlar görüyorum. Bazıları 7-8 aydır kapalı.

Kendimi tutamıyor, soluğu Opera’nın karşısındaki Bit Pazarı’nda alıyorum. Neyi merak ettiğimi biliyormuş ta bana duyurmak istiyormuş gibi mobilya satan iki esnafın, dükkandan dükkana atışmasını duyuyorum. Şu cümlelerden yakalıyorum:

- Abicim, şerefime yeminle 5 gündür siftahsız kapatıyorum!
- Ya git oğlum…
- Yeminle diyorum yaa!..

Giysi satan bir dükkanda 15-25-35 Liralık etiketleri görüyorum. Ne satılıyor diye bakıyorum. İçimden “ Ama babacım, bu kabanın daha iyisini hem de sezon ortasında, büyük alışveriş merkezlerinde aynı fiyata satıyorlardı” diyorum. “Tunalı’dan bile pahalısın neredeyse.”

Vergi müfettişi ihtirasıyla gördüğüm çarşılara, pasajlara dalıyor, anket yapar gibi, kapalı dükkan-açık dükkan karşılaştırması yapıyorum. Müfettiş olsam amirim, “uğursuz herif!” diye odasından kovalar; kayıtlarımın iç karartıcılığına dayanamadığı için!

Kentin göbeğinde, boş dükkanlarıyla koca alışveriş merkezleri, karanlığa gömülmüş pasajlar, cadde üstünde hayalet dükkanlar… Kentin bazı kısımlarını etkileyen biyolojik silah atılmış, cama, çerçeveye zarar gelmemiş gibi bir manzara. Ürkütüyor insanı. Caddeden insanlar akarken 5 metre sonra çarşı içinde, buz gibi bir sessizliğe çarpıyorsunuz. Kentin göbeğinde, hastalıklı hücreler gibi kara noktalara dönüşmüş, yaşamayan yerlerde geziyorsunuz. Bu yaşamayan mekanlar, niye yayılıyor acaba?

Bir şeyler oluyor ama fark edemiyor muyuz? Ekonomik kriz var, ondandır deseniz “sadece krizden olamaz” derim. Milletin birbirini çiğnediği büyük alışveriş merkezlerini görüyorum çünkü. Krizin, bu süreci tetikleyip, azdırması mümkündür ancak başka bir şey daha var sanki, Bit Pazarı’nı rağbetten düşürürken Tunalı’yı da düşüren.

İnsan vücuduna benzetirsek eğer; Ankara’nın kalbi, Ulus’tan Kızılay’a kaydığında Ulus, ölmemiş ama başka bir organın işlevini üstlenmiş, görev değişimi olmuş diyebiliriz. Yaşam, kararmamış, devam etmiş. Yukarıda anlattıklarımızsa yeni bir görev değişiminin sancıları olabilir. Aynı esnaf, başka yerlerde dükkanlarını kurabiliyor, sadece yer değiştiriyorsa, görev değişimi diyebiliriz. Öyle midir peki?

Dolaşmak için ağır adımlarla girdiğim çarşıları, koşaradım terk ediyorum. İnler, cinlerle hiç ticaretim olmadı! Gördükçe insanın, değil çarşıdan, semtten ayağını keseceği geliyor. Harabelerin çağa uymuş haline benziyorlar: Modern harabeler!.. Turist getirip, gezdirelim bari.

Bu ‘modern harabeler’in durumu ne olacak? Kentin ortasında ölü yatırıma dönüşen bu milli servetlerin, yaşamayan mekanlar olduğu için, yaşayan insanlara nasıl bir faydası olabilir acaba? Yaşatılabilirse yaşama nasıl döndürülecekler, döndürülebilirse neyi bekliyoruz? Yoksa bunların çürüyüp, yıkılmasını mı bekleyeceğiz? Yani içi boş diye aldanmamak lazım. Allah korusun, bir de yıkılacağı tutarsa altında kalanların oraya nasıl girdiğine hiç şaşırmamak lazım!

11 Mayıs 2010 Salı

TABELAYA DİKKAT!

08.05.2010 Milliyet-Ankara Eki

Yabancı biri, kente girdiğinde, yol gösteren yön tabelalarıyla yolunu bulur. Büyük bir kentin sakinleri, başka semtlere bu tabelalar sayesinde ulaşır; yabancı olmak şart değil.


En az 20 ülkeyi görme fırsatım oldu –Kuzey, Güney Avrupa’da, Asya’da, Afrika’da Ortadoğu’da- tabelalarını kıyaslama alışkanlığı edindim:
Yol sormadan hedefe ne kadar yaklaşırsam bu yönüyle gelişmiş bir kent olarak sınıflandırmaya başladım gittiğim yeri. Böyle bir kentte, dillerini bilmeseniz bile, tuvalete kadar tabelalarla gidebilirsiniz.

Bizse bu konuda biraz rahatız. Tabelayla değil, sorarak yol bulma tekniği gelişmiştir bizde. Harita olsa bile ‘köşe adamları’na sormadan bir yere ulaşamazsınız. Sorduğunuzu bile tekrar tekrar sormanız gerekir. Geleneğimiz olmuştur. Sosyalleşmemizde önemli bir payı vardır:

-Kızılay’a nerden çıkabiliriz?
-Düz gidin, ikinci ışıklarda bir daha sorun. Memleket nere?
-Eskişehir…
-Hemşehriyiz, Trabzon’da doğdum ben ama Kütahya’da büyüdüm!

Diye diye, kenti tanımadan, birçok arkadaş edinmiş olursunuz Kızılay’a kadar. Tabela alışkanlığı edinemeyişimizin özünde bu güzel hasletimizin olması, ikilemde bırakır beni; “tabelalı mı daha iyi tabelasız mı?” diye. Rahatça söyleyebilirim; Türk milleti, dünyanın heryerinde, harita ve tabela kullanmadan yolunu bulabilir!

Bunu bilmeyen yabancılar, 100 metrelik yere, elde harita, 1 kilometrelik yay çizerek giderler. Sorup, arastadan girse 100 metre!.. Sınır kapılarımıza, “Sorunuz!” diye uyarıcı tabelalar koymalıyız en azından.

Ankara’daki tabelalarınsa merak uyandırıcı bir özelliği var. Çok küçük ve tam yol ayrımının dibinde olduğu için, her yaklaştığınız tabela heyecan uyandırıyor içinizde; “ne yazıyor acaba bu seferkinde?”diye. “Acaba bu sapak mı bizimki, kalbim küt küt atıyor!”

2 saniye içinde okuyup, çözüp, arkadan gelen araçları da tehlikeye atmadan yönlenmiş olmalısınız. Tabelanın özelliği o. Hangi şahin gözlü ilgili tarafından tasarlanmışsa!..

Bir keresinde Kızılay’dan Tunalı’daki randevuma gideyim derken Çankaya’ya, Atakule’ye çıkmıştım. Dönüşte tekrar Kızılay’a iniyorum derken Eskişehir yolunda buldum kendimi. “Olmaz olsun randevusu, eve varıp, arabadan kurtulayım” diye ter basmıştı her yanımı. Hatta uzun zaman aradan sonra Ankara’ya gelişimizde, kendi evimizin yolunu bulamamıştık. İstanbul yönünden gelirken gizli Batıkent tabelasını, geri dönmeye çalışırken sapaktan içeri girmeden seçilemeyen Sincan-Batıkent tabelasını atlamış, çizgi film karakterleri gibi arşınlamıştık bir aşağı bir yukarı!

Okuma yazmam olmasına karşın, üst üste çok tabela varsa bazen okumadan yöneliyorum bir yola. “Akay yokuşuna olsa olsa bu yön çıkar” diyorum. Okuma mesafesine geldiğinizde çok geç olabiliyor çünkü. “Okuyacağım” diye inat edip, tabelaların olduğu duvara toslamakla iştigal etmeyi mantıklı bulmuyorum.

O yüzden de araba kullanmıyorum artık Ankara’da; toplu taşıma araçları, zorda kalınca taksi kullanıyorum. Zeka oyununa dönmüş Ankara sokaklarında, zekamın seviyesini de belli etmiş oluyorum tabii!

Yol sorma hasletimizden niye yararlanmadığımı sormayın; onca tabela varken yediremiyor insan kendine:

-Oran’a gidecektik ama biz?
-Ooo geçmişsiniz, burası Ahlatlıbel!
-Ahlatı meşhur değil mi.. heh heh!
-Bak orada Ooo-rannn diye tabela var, oradan dönecektiniz.

Tabela olunca da böyle bir saf insan muamelesi görüyorsunuz. Arkanızdan, “Koca tabelayı da mı görmemiş dana gibi adamlar?” dendiğini sanıyorsunuz. Yolu bilirsen tabela kocaman görünüyor tabii ama değil! 13 yıl İstanbul’da yaşamadan önce 14 yıl yaşadığım Ankara’da, düzenli olarak kaybolmak, yabancı gibi dolaşmak içime dokunuyor. Sormak bir şey değil ama çevre yolunda ya da trafiğin kalabalık ve hızlı aktığı bir yerde kime soracaksınız; ağaçlara, çalılara mı?

Geldiğimden beri gazeteci arkadaşlarıma şikayet ediyorum yolları şaşırdığımı. Allahtan geçenlerde üçüyle beraber tecrübe ettik: İstanbul çevre yolundan gelip, Eryaman ve Sincan sapaklarını son anda görebildiğimiz için kaçırdık. Üstelik geceydi ve yazıların fosforu olmadığını da fark etmiş olduk. Ümitköy’de, mecburi çay, kahve molası verip, konuyu değerlendirdik. Orayı da atlasak Eskişehir’de, çiğbörek yiyor olabilirdik!

Bu tecrübe, tabelayla ilgili bir saplantım olmadığını, belli küçüklükteki şeyleri göremeyen herkes gibi normal bir insan olduğumu ispatlamış, içimdeki huzursuzluk son bulmuştu. Şimdi sesimi biraz yükseltebilirdim:

5 milyonluk koca bir şehir yapıp, tabelaları küçük ve soluk tutulmuş. Koca bir tasarruf amaçlanmış desem, pek değinmemeye çalıştığım trafik kazalarının, daha az tehlikeli bir şey olması mümkün değil. İnsan yaşamından tasarruf mu olur? En başta açıkladığımız işlevi yoksa eğer, bu tabelalar ne işe yarıyor Ankara’da? Niye en küçükleri bu kentte? Her kaçırdığımız sapak dolayısıyla harcadığımız yakıt ve zamanı hesaba katarsak nereden geliyor bu bolluk? Tasarrufuyla meşhur kentimizde yaşayanların kanıksadığı bu ciddi aksaklık, kanıksanınca çözülmüş mü kabul ediliyor?

Yön gösterdiği kadar, trafik güvenliğini de sağlayan bu tabelaları gören şahin gözler ve elektron zekalar, hangi ara evrim geçirdiler de biz geri kaldık?

10 Mayıs 2010 Pazartesi

GORDİON’U GÖRMEYEN ANKARALILAR


01.05.2010 Milliyet-Ankara Eki

Ankara’ya çok yakındır ama tecrübeyle biliyorum; birçok Ankaralı, Gordion’u görmemiştir. Yeni adıyla Yassıhöyük’ü…

“İhtiras mezarlığı” diyorum ben Gordion’a. Gerek Kral Midas gerek Büyük İskender’le ilgili efsaneler ve Friglerin yokoluş süreci… Gordion, zenginlik ve gücün, zeka karşısında gömüldüğü topraklar olarak görünüyor bana.

Midas, zenginliğe doymayıp, “tuttuğum altın olsun” diye dilekte bulunmuş, altın yemenin sindirim sisteminde ağırlık yaptığını görünce vazgeçmiştir. Persler işgalle yetinmiş ama meşhur Gordion Düğümü’nü çözmeye cesaret edememiştir. Büyük İskender, içinden çıkamadığı düğümü, kılıcıyla ikiye bölerek tarihe geçmiş, bana sorarsanız imparatorluk mazbatasını burada teslim etmiştir! Kimmerler, herhalde hırslarından, yakıp, yıkmaktan başka çare bulamamış, geriye kalan son Frig beyliklerini de Lidyalılar yok etmiştir. Asya’nın kapısını açacak düğümü akıl eden adamları, sabır ve akılla yönetmeyi becermek yerine, kılıcı vurup, kestirip atmıştır herkes. Kendine has sanatı, mimarisi ve kültürü olan Frigya Uygarlığı, yok olup gitmiştir. Frigler, yok olarak cezalandırmıştır imparatorları, kralları!

Üniversite ikinci sınıfta (1985-86) keşfettim Gordion’u. Ankara’ya yakın, gezilecek neresi var diye haritaya bakınca Midas’la kapı komşusu olduğumuzu fark ettim. Sabah erken, Sıhhiye’den banliyö ile Sincan’a, Sincan’dan trenle Polatlı’ya, Polatlı Basri Köyü’nden otostopla Gordion’a gitmiş ve ilk görüşte aşık olmuştum yöreye.

Bozkırın ortasında, sanki bir uygarlığın başkenti olmamış gibi, ıssız bir köye gelmiştim. 100’e yakın büyüklü küçüklü tümülüs, bozkırın çehresine sivilceler gibi yayılmıştı. Midas’ın Mezarı olarak bilinen büyük tümülüs, Eskişehir yolundan bile görülebiliyordu. Yapıldığında 100 metreye yakın olduğu sanılan, 2500 yılın ağırlığı altında 70 metre yüksekliğe alçalan bir tümülüs. Sanki yöre, yıkılışın, yokoluşun matemini tutuyordu hala. O düğümü çözmeden girmemek lazımmış buralara! Ayak bastığım andan itibaren gizem hissine kapıldım, bu hissim hep sürdü, hala da sürüyor.

O zamanki müze müdürü Ziya beyle, müze bekçisi Mehmet amcayla ve Amerikalı kazı başkanıyla tanıştım. İlginç bilgiler verdiler bana. Sonra Anadolu Medeniyetleri Müzesi ve Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nden hocalarla konuştum, daha da ilginç bilgilere ulaştım. Hatta bir keresinde, kaybolduğu iddia edilen Midas’ın iskeletini sorduğum antropolog hoca, “Yok canım kaybolmadı” deyip, Midas’ın kafatasını çıkarmıştı bir ayakkabı kutusundan. Midas’la pek sürprizli böyle bir tanışmamız olmuştu. Yıl 1986.

O kadar çok gitmiştim ki Gordion’a, Mehmet amca kapıda görünce hoş geldin eder, hemen çayı koyardı. Uzaktan görürse önce çayı koyardı! Bir de her otostopla gelişlerim maceralı olurdu. Bazen bir kasabın kamyonet kasasında iri iri kemiklerle, bazen benden para almayan bir taksiciyle bazen de bir minibüs dolusu pazarlamacıyla sohbet ederek gelirdim. En ilginci, bir un kamyonunun kasasında gelişim olmuştu. İndiğimde, müze tayfası ve Gordion sakinlerinin müstehzi gülüşlerine maruz kalmıştım. Kirpiklerime kadar bembeyaz una bulanmış, tümülüslerin birinden çıkmış hayalete benziyordum. “İskender gitti mi?” diye soracakmış gibi!..

Ziya beyle hoş beş eder, ilk kez görüyormuş gibi, mutlaka Midas’ın tümülüsüne uğrardım. Akdeniz’in, dev Toros sedirleriyle çevrelenmiş mezar odası, merak ve gizem duygumu azdırırdı. Her defasında girerdim. Mezarın ilk açılışı ve içindekilerle ilgili fotoğraflar var, o anmış gibi bakardım hep.

Tümülüsten çıkar, bir çay daha içer, höyük bölgesine yönlenirdim. Kazı zamanıysa kazı başkanı Amerikalı’ya misafir olurdum. Son buluntuları gösterir, üzerinde konuşurduk. Kazı zamanı değilse meşhur, yüksek duvarlı şehir girişine oturur, son kazılmış yerleri, biraz önce aldığım güncel bilgilerle harmanlar, izlerdim.

En sevdiğim kısım ise akşamüzeri, gün batışının yaklaşmasıydı. Özellikle yazın. Ya Polatlı tarafından gelişte, köyün sağ çaprazında kalan, Porsuk nehrine bakan tepeye ya da tümülüslerden birinin üstüne tırmanır, ellerim ensemde toprağa uzanır, gün batışını izlerdim. Yerin üstünde derin sessizlik, yerin altında derin tarih, pus içinden sıyrılan tümülüslerle, uçsuz bucaksız ovanın, bozkırın tadını çıkarırdım.

O anda “Kıyamet kopuyor” deseler, bütün gam ve kasavetin en uzakta olduğu yeri bulmuş sanırsınız kendinizi; huzura boğulursunuz! Tek koşulu; Japon turistler gibi koştura koştura gezmeden, “aman akşam oldu, hava kararacak” diye Büyük İskender gibi telaşlanmadan bitirmeniz günü. Anlatmayacağım ama gecesi, hele dolunayda ayrı bir güzeldir.

Küçük bir gurup oluşturun, çamurdan, tozdan rahatsız olmayacak en paspal kıyafetlerinizi giyin, küçük sırt çantanızı ve fotoğraf makinanızı alın, bozkıra dalın. Hiçbir şeyden memnun kalmasanız, oksijenden yanan yanaklarınızın keyfini çıkarırsınız. Yıllarca gitmeseniz, müptelalığı azalmayacak uğraşa sevk ediyorum sizi.

“İlginç bilgiler edindin de neymiş bunlar?” derseniz söyleyemem, tarihçiler yazsın, oradan okuyalım. Tarihi magazin muhabiri olmaya niyetim yok. İspatlanmış ve ispatlanamamış kısmı var, bir de tümülüsün açılışından sonraya ait rivayetler. Gerçek ya da değil, Gordion’un gizemine yakışıyor hepsi. Giderseniz size de anlatırlar belki!