31 Aralık 2011 Cumartesi

ANKARA’DA BİR İLK PAZAR


30.12.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

Her türlüsü var ama böyle bir pazar yoktu Türkiye’de. İlk kuran Ankara oldu. Adı, yeniliklere açık Ankara’ya yakışan bir pazar; ‘Yenilikçi Ankara Proje Pazarı’. Dünya, zor günlere hazırlanıyor, zor günlerin kenti de bir süredir boş durmuyor. Ağır sanayi ve bilişim alanında, olduğu zaman tüm ülkeye yararı dokunacak atılımların arifesindeyiz. Uzun yıllar büyük  yatırımlardan nasibini alamayan Ankara, sadece toprak altındaki yapısını değil, üstündeki zihinsel altyapısını da hazırlamaya çalışıyor.



Ankara Proje Pazarı

Yenilikçi Ankara Proje Pazarı, Ankara Valisi Alaaddin Yüksel’in, heyecanla anlattığı projelerden biriydi. Yönetim Kurulu Başkanı olduğu Ankara Kalkınma Ajansı, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’yle (TOBB) işbirliğine gitti ve pazar, 17 Aralık 2011’de açıldı. Akıl evrenin her yerinde aynı akıl, değerlendirmesini bilmek gerekiyor. Açılan pazar, akla yapılmış bir yatırımdır.



Ne işe yarayacak bu pazar? Kendi atölyesinde icadıyla baş başa kalmış küçük esnaf, geliştirdiği projelere uygulama sermayesi bulamayan üniversite ve teknoparklar, hatta proje üretme kapasitesi yüksek belli başlı kurum ve şirketler, bu pazarda, girişimcilerle buluşacak. Girişimciler, çeşitli büyüklükteki şirketler olabileceği gibi, yatırım kabiliyeti yüksek birçok bakanlığımız, devlet kurumlarımız ve belediyelerimiz de olabilir. “Şu proje aklıma yattı, param bankada küflenmesin” diyorsanız siz de bu pazardan yararlanabilirsiniz. Dağınık iş enerjisinin, ortak buluşma noktası diyebiliriz.



Bir başka hayırlı çalışma

Bu arada Ankara Kalkınma Ajansı, bir çalışma daha başlattı; ‘Ankara Teknoloji Geliştirme Bölgelerinin Potansiyelinin Tespit Edilmesi, Tanıtılması ve Harekete Geçirilmesi Projesi’. Yapılacak iş, projenin adında yeterince açık; Ankara’nın, teknolojik kapasitesi nedir, bu kapasite nasıl tanıtılabilir ve nasıl harekete geçirilir? Bütünüyle varolan aklı değerlendirmeye yönelik bir çalışma. Ankara, ODTÜ, Gazi, Hacettepe ve Bilkent Üniversiteleri’nin teknoparklarıyla Ankara Sanayi Odası, işbirliği yapacak. Önümüzdeki günlere, doğru bir hazırlanma yöntemi.



Herkes kendi başına dönemi

Dünya liderleri ya da ‘guru’ tabir edilen bilmiş ekonomistleri, dili varıp, “Bu ekonomik sistem ömrünü tamamladı” diyemiyor. Günden güne yalpalayan düşüncelerle oyalıyorlar dünyayı. Ankara Proje Pazarı’nın açılışında konuşan Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakanı Nihat Ergün, “Yerin altında fazla bir zenginliğimiz yok. Bütün zenginlik yerin üstünde. O zaman burayı iyi çalıştırmamız lazım” demiş. İşte bu kadar basit. Başkalarının ağzına bakmayı bırakıp, kendi aklımızla değerlendirmek zorundayız. Geleceği gören ülkeler,  başının çaresine bakacak önlemler alıyor. Kimse kimseyi kollamıyor. O dündü. Şimdi başının çaresine bakma zamanı. Bu dönem, aklını kullanma, önce kendine yetebilme, beceriyorsa ürünleriyle küreselleşme zamanı. En azından, dünyada üretilen birçok şeyi, üretebilme kudretine sahip olmanız gerekiyor.



Eğitim ve somut adımlar

Burada girişimcilik kadar önemli diğer unsur, güncellenmiş ve uygulamayla eşgüdümlü eğitimdir. Girişimleri gerçekleştirecek nitelikli işgücü, sadece üniversitelerde değil, meslek okullarında da yetişmeli. Okullar, girişimciyle uygulamayla gecikmeden buluşmalı.


Unutmayın; yıllarca masallarla oyalanmış, yılgın bir Ankara var karşınızda. Ancak somut ve gerçekleşmiş adımlar kötü gün dostu başkenti, yeniden gayrete getirecektir.

28 Aralık 2011 Çarşamba

NEREDESİN SEYMENİM?


27.12.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

Bugün, Dikmen sırtlarından Mustafa Kemal geliyor. Ankara Seymenleri karşılayacak. Ömrünü geçirdiği kenti bilmeyen Ankaralılar’ın, unuttuğu, bilmediği seymenleri. Dağ çetesi sanılan, düğün derneğe çerez edilen, her şey gibi geleneğinin içi boşaltılan seymenler. Özü ‘birlik’ olmaya dayalı ama iki elin parmakları kadar derneklere bölünmüş seymenlik karşılayacak. İki elin parmağı kadar ama bir avuç birlik olamayan. Mustafa Kemal ve arkadaşları, her yıl daha mahzun iniyor Dikmen sırtlarından.



Unutulan seymenlik

Unutuldu Seymenlik, unutturuldu. Tüketim ve ayrıştırma çağı, nükleer saldırı gibi. Her şeyin özünü bozuyor, içini boşaltıyor, olmadı kanser ediyor. Geçmişi binli yıllarla anılan geleneğimiz, belki de ilk kez bu kadar sert ve acımasız bir saldırıyla karşı karşıya kalıyor, yüzbinlerce yıl sürmesi gereken birçok başka geleneğimiz gibi. Değerleri değersizleştirme çağına, gönüllü teslim ediyoruz iyi niteliklerimizi. Unutana, biraz anımsatalım onlardan biri olan  seymenlik geleneğini.



En önemlisi, başıboş dağ çetesi değildir seymenler. Anadolu’ya gelmeden, Orta Asya günlerimize dayandırabiliriz bu geleneği. İzler var ama kesin tarihini söyleyemiyoruz. Belki çok daha eski ancak bildiğimiz kadarıyla en az bin yaşında olduğunu söyleyebiliriz bugün. Anadolu’ya geldikten sonra belirginleşmeye başladığı tarihse 12’nci 13’ncü yüzyıllar.



Seymenliğin olgunluk dönemi

Anadolu Selçuklu Devleti yıkılmış, kargaşa hakim, halk sahipsiz. 50 yıllık bir beylikler dönemi başlıyor, 1304’te İlhanlılar alıyor Ankara’yı. 40 yıl hüküm sürüyorlar. Ancak 1344’de başlayan, 10 yıl süren yeni bir kargaşa dönemine giriliyor. İşte bu dönemde, ticari dayanışma amacıyla kurulan Ahilik loncası ya da odası devreye giriyor Ankara’da. Kentin idaresini devralıyor, seymenliği devreye sokuyor, bir cumhuriyet olarak 10 yıl kenti yönetiyorlar. Seymenliğin, keskince belirginleştiği, tam bir olgunluk dönemi.



Seymen, elinde silah, dağlarda dolanan çeteci değildir. Köyde tarlasında, kasabada dükkanında, tekkesinde camisinde kendi işinde gücünde adamlardır. Düzene bir tehdit oluştuğu zaman kendiliğinden bir araya gelir, kılıcı, kamayı kuşanır, at biner, savunmaya geçerler. Dünyada, az rastlanır bir dayanışma örneğidir. Bu olgunluk seviyesi, ilk cumhuriyet deneyimini yaşatmıştır Türklere. 10 yıl sonra Osmanlı Devleti’nin oluştuğuna kanaat getirdiklerinde, adabınca yönetimi devretmeyi bilmişlerdir.



‘Yiğit Alayı’dır Seymenler. Döndükleri zeybek, gerdan kırmaya, kaşık şıklatmaya gelmez. Şıklaması gereken, iki kılıcın birbirine çarpması gibi keskin sesiyle güçlü  parmaklardır. Vurdu mu tabanını yere, kalabalığı hoplatacak,  oturmuş idareci, ayağa kalkacak. Eğlencelik halk oyunu değildir. Bilen hakkını verir, bilmeyen, gelince gününü görür.



Olgunluğun meyvesi

İlk Türk cumhuriyetiyle olgunluğa ulaşan Seymenler,  ikincisinde meyvelerini verdi. 27 Aralık 1919’da, Dikmen sırtlarından Ankara’yı, Mustafa Kemal’in ayaklarına serdiler. Devleti de nasıl olması gerektiğini de biliyor, Ankara’da, yeni devlete siper oluyorlardı. Silahıyla parasıyla tam teşekkül. Bugün çok görülen Ankara sokakları, bu bilince, o seymenlere çok görülüyor. Zayıf devlet erkanıyla olsun da bitsin törenleriyle yanında desen olsun seymenleriyle olmayan Ankaralılar’la ruhsuz 27 Aralıklar kutluyoruz.


Hiç sekmeden, “27 Aralık, en önemli günüdür Ankara’nın” diyor uzmanları. Gecenin güne döndüğü, ‘Kızılca Gün’ü. Yıldan yıla, seymensiz sokaklarda, içi boşaltılan bir güne dönüşüyor. Birinden diğerine 560 yıl bekledin. Neredesin seymenim, tüketme ve ayrıştırma çağında, yeni bir Kızılca’nın doğmasını mı bekliyorsun?

24 Aralık 2011 Cumartesi

AOÇ ÜZERİNDEKİ RANT PENÇESİ


23.12.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

Bu yıl pek moda Atatürk Orman Çiftliği. Hele son 6-7 aydır eski ününü aratmayacak sıklıkta duyar olduk adını. “Çiftlik te çiftlik!” diye birbiriyle yarışanlar var aşkından. Yarım yüzyıldan fazla süren ilgisizliği düşününce sevinmeliyiz aslında. “Yıllar sonra sık duyar olduk, bir şeyler oluyor da adı geçiyor” diye. Ancak öyle bir ilgi değil maalesef kulağımızı çınlatan. Bir avuç aşık dışında, Ankaralılar’ı sevindirecek yanı yok gelişmelerin. Gölgesi koyulaştı, indi inecek rant pençesi Çiftliğe.



Karışık, gizemli kararlar

Ayşegül Kahvecioğlu arkadaşımızın, sebze meyvelerimizi dağıtan Toptancı Hali’nin taşınmasıyla ilgili haberi, Çiftliği bir kez daha Ankara’nın gündemine oturttu. Çiftlik adı, yine bir tartışmanın içinde:


Bir hafta önce Ankara Büyükşehir Belediye Meclisi, bir karar aldı. Toptancı Hali'nin, şehir dışına taşınmasına ve Hal’den boşalacak arazinin, Adalet Sarayı inşaatı için Ankara Başsavcılığı'na devrini uygun gördüler. Gönlünden kopmuş, 1976 yılında Belediye’ye ‘şartlı’ olarak satılan Çiftlik arazisini, şartsız vermek istemişler. İstemekle olmuyor, ‘şart’ var; arazinin, 'amaç dışı' kullanımı halinde Çiftliğe iade edilmesi gerekiyor. Bakar mısınız şu Çiftliğe, hayır işlenecek, işletmiyor adama!



Bu karardan yaklaşık bir ay önce, 24 Ekim 2011'de çıkarılan, 661 sayılı bir Kanun Hükmünde Kararname var. Bunun 21'inci maddesi ile 2015 Sayılı Kanun'a şu ifade eklenmiş; "Ancak adalet hizmetlerinde veya Bakanlar Kurulu'nca belirlenecek, diğer kamu hizmetlerinde kullanılması amacıyla bu arazinin tamamı ya da bir kısmı, ilgili kamu idaresine tahsis edilmek üzere bedelsiz olarak Hazineye devredilebilir" denmiş. Ne tesadüf. Belediye Meclisi’nin gönlüne göre olmuş, boşuna çıkarmamışlar kararı. Çiftlik arazisi, Hazine arazisine dönüşür, ‘şart’ kalkar. Konu çok karışık ve gizemli. Ortasına gelmeden okuduğunuz son yazı olmasını istemem, karışıklığın devamına girmiyorum.



Yalnız efendim, nedir bu Adliye’nin Hal ile derdi? Daha önce de Sıhhiye’deki yerinden kovmuştu. Oldum olası Adliye’ye, çürük sebze, meyve mi veriyorlar nedir?



İki dişlik ısırık yolda

Bitmiyor. Çiftlik arazisini dişleyecek iki gelişme daha yolda. Biri; Orman Genel Müdürlüğü’ne (OGM) ait Gazi Yerleşkesi’nin, boşaltılıp, yeniden yapılaşmaya açılması. Bu da Çiftlik arazisi. 1’nci Derece Doğal ve Tarihi Sit Alanı’ydı. 10 günde 3’üncü Derece’ye düşürülüp, TOKİ’ye devri söz konusu edildi. Edilmekle kalmamış, TOKİ’nin, kolları sıvadığı haberi geldi kulağımıza. Ankara’da yer bitti, TOKİ, Çiftliği betonlayacak. Yine Kanun Hükmünde Kararname ve yine sessiz, gizemli gelişmeler.



Diğer gelişme, Çiftlik arazisi içinden geçmesi planlanan, 35 metre genişliğindeki otoban kılıklı yol güzergahı. O yönde, böyle acil bir yol ihtiyacı yok. “Gelecekte, çok yoğun Çiftlik TOKİleşmesi mi bekleniyor acaba?” diye düşündürüyor. Ürküyor insan; bir kentin, stratejik planları olur, kamuoyuna açıklanır. Nedir bu çalıyı, sessiz dolanma halleri?



Atam
Atam, bir kez daha ileriyi, neredeyse 100 yıl sonrasını gördüğünü anlıyoruz. Kimsenin yüzüne bakmadığı bataklık, bugün Ankara’nın en değerli arazisi. Kendi paranla değerlendirdiğin araziyi, halkına bağışlamışsın. Ancak emanetin, rant pençesinde. Koyulaşan gölgesiyle iyice yaklaşan pençenin ilk tırnak darbesi, Çiftliği halkından alacak.

20 Aralık 2011 Salı

MOR MENEKŞELER


20.12.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

Bir Ankara polisiyesi ‘Behzat Ç.’nin yapımcıları, ‘Mor Menekşeleri’ni de keşfetti Ankara’nın. İki izlenesi diziye imza atıyorlar aynı anda. Yapay, zorlama hikayelerden değil ikisi de. Türk edebiyatının nadide eserlerini özünden koparıp, canına okuyan dizilerden de değiller. Ankara’nın ruhuna yakışır yenilikler, farklılıklar barındıran iki yapım. Özgünler. Anadolu’ya, İstanbul’dan değil de içinden bakınca görülebilen özgünlük. Cihangir kafelerinde üretilen, çok izlenme formülü belli, birbirinin kopyası fabrikasyon senaryolardan uzaklar. Televizyona, Ankara’dan açılmış hava deliği iki yapım.

Olabilecek miydi?
Çoğumuz gibi, daha ilk bölümden Behzat Ç.’nin etki alanına girdim. Sonra takipçisi oldum. Eskitepe’yi anlatacağını öğrenince ‘Mor Menekşeler’i beklemeye başladım. Yani Hacettepe’nin öyküsünü. Fakir semtin, seçkinlere kafa tutma hikayesi. Kendine yer açıp, varolma hikayesi.
Becerebilecekler miydi acaba? 60 yıl önceki Ankara’ya, Hacettepe’den, Hamamönü’nden, bakabilecekler miydi? Yakın tarihini, zihinlerimizde yeniden canlandırabilecekler miydi? Yoksa tarih, dekor ve kostümlerin başarılı taklidinden ibaret mi kalacaktı? İlk bölümden yakaladım, sadık izleyicisiyim artık. Aksayanlar da bölümden bölüme oturuyor. Kendine has, bir başka Ankara hikayesi, yerini aldı ekranlarda.

Mertlik dayanışma zamanı
1950’lerin başı. 1940’lı yılları İkinci Dünya Savaşı’na kurban veren genç Cumhuriyet’in, büyüme hızı kesilmiş, zor günler. Çok partili siyasal yaşama geçmek üzereyiz. Genel seçim henüz yapılmamış, Demokrat Parti  rüzgarı önden gelmiş ama. Yeni bir arayış, dönüşüm sürecinde ülke. Hacettepe, kabadayılarıyla meşhur o zamanlar. Mahalleliye, ezilene sahip çıkan kabadayıların zamanı. Karagöz Kemal, Kabadayı Mehmet ve Sarı Veli, en meşhurları olma yolunda. Dizide, Hayali Ömer, Kabadayı Akif ve Sarı Fikret olmuşlar. Bu üç kafadar, çok sıkı dost. 1960’lı yıllarda, iyice tanınır olmuşlar artık. Namları, ülkeye yayılmış. Ancak Kabadayı Mehmet’in, kardeşi gibi sevdiği Sarı Veli’ye kıymasına kadar giden gelişmeler, ülkenin, çok acılı dönüşümünün de özeti gibidir. Mertliğin, dayanışmanın üzerinden silindir gibi geçen bir dönüşüm. İşte ‘Mor Menekşeler’ dizisi, bize bu dönemi anlatmaya çalışıyor. Daha işin başında hikaye.

Hacettepespor
Eskitepe’nin, mücadelesi, varolma savaşı, yandan yandan çok başka bir alanda daha sürer. 1941 yılında kurulan Hacettepe Spor Kulübü, akademisyenlerle kabadayıların top koşturabildiği bir futbol takımı olmayı becerir. Mahalleliyle tek vücut, bir dayanışma ve direniş simgesidir. 1957-1958 sezonunda Ankara Profesyonel Lig Şampiyonu olur arkasından 1961-1969 yılları arasında, Türkiye Birinci Ligi’nde top koştururlar. Tam destekle. Dayanışma ve direnişin takımı Hacettepespor, lakapları, ‘Mor Menekşeler’dir.

Soluk menekşeler
Türkiye dönüştükçe mertlik söner, dayanışma zayıflar. Dayanışma zayıfladıkça değerler değişir, değişen değerler, ‘Mor Menekşeler’i susuz bırakır. Bugün, formalarındaki renkleri parlaktır ama olmayan dayanışması nedeniyle menekşeleri soluktur Hacettepe’nin.

Acılı bir dönüşüm hikayesi Mor Menekşeler dizisindeki. Bir acı yanı da zamanında eski mahallesine sahip çıkamadığı için dizinin Eskişehir’de çekiliyor olması. Bu ciddiyetle bir Ankara hikayesi ‘Mor Menekşeler’i izliyor, tavını bulmasını bekliyoruz. Ekibini, cesaretlerinden dolayı kutluyoruz.

17 Aralık 2011 Cumartesi

ADIMLAR SIKLAŞMALI


16.12.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

Ankara sanayisiyle ilgili dilekler, dilek olmaktan çıksa ya artık! Ağırdan alınan adımlar sıklaşsa. Yeterince zaman kaybetmemiş gibi, en az 30 yıldır yatırımları gerilememiş gibi salına salına, her toplantıda aynı dileklerin muhatabı oluyoruz. Tüy dikilse, “Tüy dikildi, Ankara için ümit verici gelişme” diye inliyor ortalık. Kıla tüye değil, dikilen okula, fabrikaya bakacağız. Dışarıdan aldığını içeride satanın, ‘ekonomik büyüklüğü’yle övünemeyiz. Övünsek te ömrü kısa olur. Ömrü uzun olsa bizim tezgahlar, tozlanıyor demektir.



Yerlisi varken

Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan, Ankara Sanayi Odası’nın 48.Yıl Başarı Ödül Töreni’ndeydi. Konuşmasının bir yerini, kalın kalemle çizmek istiyorum: “Ankara Sanayi Odası Başkanı Nurettin Özdebir'den de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın talimatına rağmen halen Türkiye'de bulunan malları yurt dışından getirenleri bildirmelerini istiyorum. Türkiye'de varken dışarıdan alanları kınıyorum” demiş. Seslendiği ASO Başkanı, yaklaşık 15 gün önce, kamuda yerli malı kullanımına, yerli sanayinin desteklenmesine ilişkin tavsiye mahiyetinde bir Başbakanlık Genelgesi olduğunu ama yeterli ilgiyi  göremediğini söyleyen Nurettin Özdebir. Bir niyet var ama birbirine tekrarlamaktan uygulamasına geçilemiyor bir türlü. İki bakanlığın ayağı değdi henüz topa; Sağlık ve Ulaştırma Bakanlıkları. Değdi ama “Gol” ünlemesini duyamadı daha kulaklarımız. Ayrıca Savunma Sanayi Müsteşarlığı’nın da topa girmesini bekliyoruz.



Okullar olmadan tıkanırız

1 yıl öncesine kadar metruk bir binaydı artık eğitim yuvası ve iş garantili çocuklarımızı eğitiyor. Gazi Üniversitesi OSTİM Meslek Yüksekokulu, 1 yıldır, 5 farklı programda 380 çocuğumuzu eğitiyor. Geçen hafta, ağırdan da olsa bir adım daha atıldı ve kaynak laboratuarı açıldı. Türkiye ve Ankara sanayisinin, ne kadar acil yetkin kaynakçılara ihtiyacı olduğunu bilseniz sanayicilerden çok sevinirdiniz. 380’iyle yetinemeyiz, binlerce çocuğumuzu yetiştirmek zorundayız; yerli sanayide, gerçek bir atılımı öngörüyorsak eğer. Ankara sanayisi, büyük girişimlere aday ama kaderi, meslek okullarından geçiyor. Geçmezse yokuşun başında tıkandığıyla kalacak.



Bir kuşağı kaybetmeden

Açılışta konuşan Gazi Üniversitesi Rektörü Profesör Doktor Rıza Ayhan, 21’inci Yüzyıl’ın parlayan yıldızı Türkiye’de, sanayicinin nitelikli eleman sorunu yaşadığını, üniversite mezunlarının da iş bulamadığına değinip, şöyle devam etmiş: “Burada bir yanlış var. Demek ki bizler, üniversiteler olarak sanayinin ihtiyaçlarını tam olarak bilemiyoruz, öğrencilerimizi eğitim döneminde sanayinin içine yeterince sokamıyoruz. Eğitim sistemimizi buna göre dönüştürmek, değiştirmek, geliştirmek zorundayız.



Ekliyorum Rıza Ayhan hocanın saptamalarına: Ayrıca yanlış eğitim ve sınav sistemimiz dolayısıyla gelecekten ümidini kesmiş düz lise öğrencilerimizin önüne, meslek okullarını bir seçenek olarak koyabilmeliyiz. Hem onların bir geleceğe hem de ülkenin nitelikli işgücüne ihtiyacı var. Kaybetmeden bir kuşağı, şimdi sahip çıkmalıyız.



Tek tek isimlerden vahim

Bakan Zafer Çağlayan’ın, Nurettin Özdebir’den istediği isimlere dönersek… Nurettin beyin yerinde olsam “Her türlü Atatürk portresi, elimizde salladığımız Türk bayrakları bile Çin’den geliyor. Durum yeterince vahim değil mi, ne işiniz olur tek tek isimlerle?” demek isterdim.


Önümüzdeki dönem, alıştığımız adımlarla ağır ağır yürümeyi kaldıracak dönem değil. Adımları sıklaştırmalıyız.

13 Aralık 2011 Salı

HAVA YİNE KİRLENMİŞ


13.12.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

1980’lerin başları. Hava durumu verilir, bir de ayrıca havanın kirlilik durumu yer alırdı haber bültenlerinde. Hava kirliliği haberlerinin tartışılmaz 1 numarası Ankara’ydı. Önlem basitti; yaşlılar ve çocukların, acil ihtiyaç dışında evden çıkmaması tavsiyesiyle biterdi bülten. Geriye kalanlara, hava solumayan ya da kirlilik durumunda özel filtre sistemi devreye giren bünye muamelesi yapılırdı.



Bedava kirli hava

Sigarayla meydan savaşını bırakın, albenili paketleriyle yabancı tütünlerin, büfe raflarına akın ettiği, piyasanın serbestleştiği günlerdi. Yerli tütünlerin, görünmeyen alt raflara itildiği günler. Sigara alacak parası olmayan, Cebeci’den Kızılay’a yürür, 2 paket sigaralık kirli havayı bedava solumuş olurdu. Parası olmayanın, seçeneği olduğu günler!



Ankara Üniversitesi’nin Cebeci Yerleşkesi’nde okuyorsunuz diyelim. Rahatsızlığınız için bir otobüs durağı ötedeki Hacettepe Hastanesi’ne, muayene olmaya gittiniz. Doktorunuz uyarırdı; “Her şeyden önce sigarayı bırakmalısınız.

- Ama içmiyorum ki.

- Ararız şimdi, psikiyatristimizle de tanışmış olursunuz!


O bir otobüs duraklık mesafeyi yürüyen, sağlamken hasta olabilirdi. Genzimiz katranla sıvanırdı. Ankara sabahları, katranı tahliye etmeye çalışanların öksürükleriyle inlerdi.   Akşam olup, karanlık çöktüğünde, sokak lambalarının yandığı anlaşılmaz, kirlilikten direklerin ışığı görünmezdi. Ankara’da siyaset yapıp, İstanbul’a dönenler, “Gri Ankara” derdi!



Doğalgaz temizliğine alışamadık

Bir gün doğalgaz geldi Ankara’ya. Çok temiz bir yakıt olduğu söyleniyordu. Hakikaten 2-3 yıl içinde, kıyaslanamayacak biçimde temizlendi Ankara’nın havası. Katran müptelalarının bir kısmı, sigara içmek suretiyle devam ettirdi alışkanlığını. Henüz güneş, rüzgar, deniz dalgasından büyük çaplı enerji üretmek gibi teknolojiler gündeme gelmemiş, bilmiyorduk. Doğalgaz dışındaki diğer temiz enerji seçeneklerine, nedense fazla yüz vermedi Ankara.



İlgilenmediği gibi geçmişi de çabuk unutmuştu. İhtiyacı olanlara ‘yardım’ amaçlı dağıtılmaya başlanan kömür, yeniden Ankara sahnesine çıktı. İleri teknolojinin temiz enerji yöntemlerine yatırım yapmak yerine, geçmişin kömürüne dönmeyi tercih etti. Üstelik dağıtılan kömürlerin niteliği, çok tartışma yarattı. Bakanlarımız, kendi icadımız, havayı kirletmeyen sobaların tanıtımını yapmış ama Ankara, katran soluma alışkanlığından vazgeçememişti.



Otomobil bacaları

Kirlilikte kömür kadar etkili bir diğer unsur otomobillerdi. Türkiye’nin, kişi başına en çok otomobil düşen kenti Ankara’da, diktiğimiz ağaçlardan fazlası hergün trafiğe çıkıyordu. Başta Kızılay çevresi, Eskişehir Yolu, Keçiören girişi gibi trafiğin ciddi olarak kilitlendiği yerler olmak üzere, durduğumuz yerde arabalarımızın bacasından kirlilik üretiyorduk. Ürettiğimizi de Ankara semalarında yeniden gözle görebilir, genzimizle hissedebilir hale geldik.



2 haber 1 fotoğraf

Milliyet Ankara Gazetesi’nin, karşılıklı iki sayfasında iki haber: Biri, hava kirliliği için atılmış 'Zehir Alarmı' başlığını taşıyor. Karşı sayfadaki, sigarayı bırakma hattını tuşlayan 220 bin Ankaralı için atılmış; “Sigaradan kaçışta başkent ikinci”. 1980’leri anlattım, değerlendirmesi size kalmış.


Geçen kış gazetemizde yayınlanan ama aklımdan çıkmayan bir fotoğrafı anımsadım: Bakımlı ve yeni yapılmış bir apartman ve kapısına yığılmış torbalarca ‘yardım’ kömürü. Meğer apartman doğalgazlıymış! “Doğalgazı geç, kömürü seç” kampanyası kapımızda, daha ne kirliliğinden yakınıyoruz?

12 Aralık 2011 Pazartesi

SİNCAN-KAYAŞ BİLİNEMEYENLERİ


09.12.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

Sincan-Kayaş banliyö hattında, bilinemeyenler var. Bir işe kalkışılmış ama akıbeti bilinemiyor. “Trenler, 90 gün işlemeyecek” denmişti, 120 gün oldu, daha kazma vurulmamış. 90 gün 3 ay, 120 gün 4 ay demek. 90 gün de olmuş size 3 yıl. Yüklenici firmalara bildirilen takvime göre, 3 yılda bitmesi öngörülüyor Sincan-Kayaş banliyö hattının. 3 yılda bitecekse niye 90 gün dendi, 120 gündür kazma vurulmadıysa niye erken kapatıldı bu hat? Bunları bilemiyoruz.



Bilinemeyen yetkili

Milliyet Ankara Gazetesi, açıyor telefonu, sormak için yetkiliyi istiyor. Burada da bilemediğimiz şeyler oluyor. Bir esrar perdesi arkasından, adını bilemediğimiz bir yetkiliyle görüşüyor arkadaşlarımız. “Bu tür söylentileri ciddiye almıyoruz” diyor mahrem şahıs. “3 yıl telaffuz edenler var, daha fazla diyenler var. Başlayınca en kısa sürede bitirmeye çalışacağız” deyip, devam ediyor “ama bunun için süre veremiyoruz!” Allahım bu nasıl gerilimli bir iş? Tren yolu diye ‘Korku Tüneli’ mi inşa ediliyor acaba?



İnsan bilmediğinden korkar

Bir de Anadolu Bulvarı’ndaki Marşandiz Köprüsü yıkılıp, yenisi yapılacaktı. Ondan da vazgeçilmiş. Niye? Onu da bilemiyoruz. Bilinemeyenler bilinemeyenler!..



1 Ağustos 2011’de başladığı duyurulan Başkentray Projesi’ni, bir gün sonra “Başkentray Başlıyor” diye heyecanla köşemize  taşımıştık. Yalnız bazı çekincelerimiz vardı, alkışı sonraya kalmıştı. Böyle gizemli, gerilimli bir proje gibi görünmüyordu baştan. İnsan, bilmediğinden korkar. Başkentray’da öyle olacaksa Korku Tüneli’ndeki trenlere de binemem ben zaten!



Sokak raporu kaba fikir

Günde 30 bin kişi taşıyordu Sincan-Kayaş banliyö hattı. Bu ihtiyacı karşılayacak yeterli belediye otobüsü, halk otobüsü ya da dolmuş sayısı var mıdır, bir de bunu bilemiyoruz. Kızılay’da, durakta beklerken kulak misafiri olduğum iki  beyefendinin, rapor niteliğinde bir şikayet sohbetine şahit oldum. Rapor, kızgın bir ifadeyle seslendirilmişti. Bu hatla ilgili okuduklarımı da ekleyince bilmeden de kaba bir fikre sahip olunabileceğini gördüm.



Ankara’nın birikmiş altyapı işleri, yatırımları çok. O kadar çok ki hepsine birden girişmek ve zamanında yetiştirmek zor olabilir. Ancak bu gecikmenin sorumlusu, Sincan-Kayaş banliyö hattına mecbur olanlar değildir herhalde. Ya da aynı çileyi başka hatlarda çekenler.



‘3 yıl’ın sihri

Bir de metro için, Başkentray için ve başka bazı projelerde,  duyduğumuz sihirli bir 3 yıl tarihi var. Sonrasında ne var ki sık sık duyar olduk bu tarihi? Bilinmiyor ya, boş durmuyor şeytan, aklına düşürüyor insanın!



Ankara Tavşanı Meclis’te

Keçi İnadı Tavşanı Kaçırır' demiş, Ankara’da nesli tükenmeye yüztutan Ankara Tavşanı’nın, nereye gittiğini merak etmiştik. Ankara Üniversitesi Zootekni Bölümü’nden Profesör Doktor Gürsel Dellal’ın demecinden, Çin’e gittiklerini öğrendik. Milyonlarcası Ankara’da değil ama orada yaşayabiliyordu.


Bu demeç, bir Ankara milletvekilimizin dikkatini çekti ve arkadaşlarıyla Meclis Başkanlığı’na önerge verdiler. Üstelik Meclis araştırması açılmasını da istediler. MHP Ankara Milletvekili Özcan Yeniçeri ve arkadaşlarına, ilgilendikleri ve konuyu gündeme taşıdıkları için teşekkür etmek gerekir. Ben kendi adıma ediyorum. Keşke diğer Ankara vekillerimiz de ara sıra başını kaldırıp, Ankara’ya bakabilseler.

7 Aralık 2011 Çarşamba

GAR KALE SAKLANBAÇI


06.12.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

Şöyle elinde bavuluyla Haydarpaşa Garı’ndan çıkıp, denizi ilk kez gören taşra delikanlısı rolü oynamak geldi içimden. Basmakalıp bir sahnedir. İstanbul’a ilk gelen Gar’dan çıkar, merdivenlerde, müthiş manzaraya şöyle bir bakakalır. Haydarpaşa kapısından çıkmayanın, İstanbul’a ilk gelişi sayılmaz. Ama bu sahneyi, Ankara’da oynamak istiyorum ben. Ankara’nın Haydarpaşası, Ankara Garı’nda.



1935’te projesi hazırlanmış, 1937’de hizmete açılmış Ankara Garı. Örneğin 10 yıl sonra 1947’de taşradan şimendifere binsem, Ankara Gar’ında inseydim. Saçımı boyasalar 25 olurum, bir de inek yalamış tarz taransam 4 yaş daha gider, olurum 21. Elimde tahta bavul. Bir inerim Ankara’ya, püü çok görkemli, haşmetli bir bina, o kadar büyük bir salon. Karınca kadar geçerim içinden, çıkarım Gar kapsından. Vay vay vay! Böyle sağında Ankara ve Belvü Palaslar, solunda Meclis Binası, ileride Taşhan. Göz alan binalardan geniş cadde, ayağa dikilmiş bir kaleyle sonlanıyor. Ağaçlarla süslü kalem çizgisi cadde Ankara Kalesi’ni, heybetli kaya kaidesiyle kafa tutan Ankara Kalesi, devletin büyüklüğünü vurguluyor. Göğsüm kabarıyor, başkentimle devletimle gurur duyuyorum. Haydarpaşa şaşkınlığıyla bakakalıyor, hilal gibi bükülüyor dudaklar, gülümsüyorum. Sahne bitiyor.



Yıl 2011. Aman istemem, başkası oynasın bu sahneyi! Delikanlı ilk kez trenle başkentine geliyor. İniyor, beşbenzemez eklerden ibaret Gar binasına. Sanayideki lokantalar sokağı gibi dokusuna uymayan plastikten abartılı tabelalar, bezemeler, yakışmayan afişler, duyurular sarkıyor her yerden. Yerine uydurulamamış ışıklı panolardan salonda, böcek kadar.  Geçip, Gar binasından çıkıyor. Gurbet te ağır, bavulu da. Bakıyor, Ankara’nın Haydarpaşası’ndan. Bakıyor, karşıdaki dev binaya şaşırıyor. 21’inci yüzyıl, Arena Spor Salonu’yla Gar’ın üzerine yürüyor.
- Hemşerim, Kale varmış, Gar’dan çıkınca karşında dedilerdi.
- Kim dedi?
- Dedem.

- Deden nerede?

- Rahmetlik.

- Buradan da Kale rahmetlik. Bak, o yüksek binaların arkasında.

Yakınmış, paraya kıyılmaz” diyor yürüyor. Daha yolun ötesinde, karşı takımların taraftarları arasına karışıyor. İtiş kakış, bavulun yarısını yollara serperek kendini dışarı zor atıyor. Sürüye sürüye bavulunu, Kale’yi soruyor. Hep yüksek binaların ardında. Görünmüyor ki hizasını kestirip, kendi başına bulsun. Soruyor sürüyor, sormaktan usanıyor, kafasına göre dönüyor dolaşıyor. Yılıyor artık bir kez daha soracak.

- Hemşerim, Kale’yi soracaktım?

- Yanlış gelmişsin kardeş, burası Dışkapı.

- E Dışkapı'ysa gelmişken çıkayım o zaman ben!



Nereden esti şimdi bu kabartma tozlu hikaye?” diyeceksiniz. Geçen hafta Büyükşehir Belediye Başkanımız Melih Gökçek, bir televizyon kanalında projelerini anlatıyordu. Bir tanesine kulaklarım büyüdü: Ulus esnafı, AŞTİ’nin Mamak’taki yeni yerine taşınacakmış. 100.Yıl Çarşısı, Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü, Anafartalar Çarşısı ve Gümrük Bakanlığı binaları da yıkılacakmış. Bu binalar, Gar’la Kale’nin saklambaç oynamasına neden olan binalar. O yüksek binalar bunlar işte! Çılgın proje diye buna derim.



Kale yerinden oynatılamayacağına göre mimarı Şekip Sabri Akalın, Gar binasını yanlış yere koymuş olabilir mi? Kentin gelişmesini gözardı ederek kentin göbeğine, atıl kalmaya müsait bir Gar binası tasarlamış olabilir mi? “Olabilir” diyene sormazlar mı daha beterini; “Peki 60 yıl sonra siz, dünyada, gar binasına uğramayan ilk metroyu yapmayı nasıl becerdiniz acaba?” diye. O binaların yapılması hataydı. Tarihi, mimari hatayı, yıkarak düzeltilebileceğiz ancak.


Bizim delikanlı, Allahtan Kale’yi bulamadı. Görse “Bu kendini koruyamamış, bizi mi koruyacakmış hemşerim?” diye dakikasında dersimizi verirdi maazallah!

4 Aralık 2011 Pazar

YERLİ ÇARKLARIN DÖNME ZAMANI


02.12.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

Silecekleri, aşınmasın diye uzun aralıklarla çalıştırma huyumuz var. Belirsiz görüntü, çalıştırınca netleşir, ıslanınca yine seçilemez ya manzara. Sağanak yağmur şiddetlenirken huyumuz huy, devam ediyoruz uzun beklemelere. Bir silecek lastiğiyle yapacağımız kazayı kıyaslayamıyoruz bazen. Sağanak şiddetlenmeden, aklımızı başımıza alırız inşallah.



Bir uyarı da Yılmaz’dan

En son Cumhurbaşkanı Başdanışmanı ve eski Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz’dan geldi uyarı. Tüketiciler Birliği’ne misafir olan Yılmaz, ‘kriz’ demedi ama şiddetli yağışlardan, düşük büyüme hızlarıyla değil, hızlı büyümeyi koruyarak çıkabileceğimizi vurguladı.  “Hızlı büyümemiz için de cari açık ile büyüme arasındaki ödünleşmeyi ortadan kaldırmamız lazım. Bunun için ne yapıp edip, tasarruf etmemiz, üretmediğimiz ürünleri üretir hale gelmemiz lazım. 60'li, 70'li yıllarda sanayileşme trenini kaçırdık, bugün onun sıkıntısını yaşıyoruz” dedi.



Bir süredir Ankara sanayisi de yerli üretime dikkat çekmeye çalışıyor, çabasına destek arıyor. Organize sanayi bölgeleri, yurt dışından aldığımız birçok ürünün, yurtiçinde çok makul maliyetlerle üretilebileceğini hatta üretilebildiğini duyurmaya çalışıyor sesinin çıktığı kadarıyla. Uluslararası çapta projelerin altından kalkabileceklerine inanıyorlar. Bu yolda günden güne, üniversiteleri de işbirliğine çağırıyorlar.



ASO’nun çığlığı

Birkaç gün önce Ankara Sanayi Odası Başkanı Nurettin Özdebir’in sesi, taa Kıbrıs’tan yankılandı. Orada katıldığı bir toplantıdan buraya kadar geldiğine göre ‘çığlık’ta diyebiliriz! Kamuda yerli malı kullanımına, yerli sanayinin desteklenmesine ilişkin tavsiye mahiyetinde bir Başbakanlık Genelgesi olduğunu ama yeterli ilgiyi henüz göremediğini söylüyordu. Bakanlıklar yeniden yapılandırılırken, yerli sanayinin desteklenmesi, korunması, görev tanımlarına eklenebilirdi. "Ancak biraz geç kaldık"diyordu, "Sadece Sağlık Bakanlığı ile Ulaştırma Bakanlığı’nın görev tanımına koydurabildik."



Sağlık Bakanı Recep Akdağ’da, önceki hafta OSTİM ziyaretinde görev tanımına uygun sözler söylemiş, “Türkiye’nin cari açık sorunu, sadece sağlıkta değil, her sektörde yerli üreticinin desteklenmesiyle çözülecektir. Bunun başka yolu yoktur” demişti. Savunma Sanayi Müsteşarlığı’nınsa böyle bir görev tanımı zaten vardı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, tamamen yerli üretim otomobil beklentisini de bu çerçeveye ekleyelim.



Rant ekonomisi patlak balon

Paradan para kazanma, rant ekonomisi, patlak balona üflemeye benziyor artık. Üflediğinizden daha fazlası, eskisinden hızlı kaçacak delikten. Delik büyüdü çünkü. Sanal değil gerçek üretim, yatırım zamanı. Nedir gerçek üretim? Dışarıdan alıp, içeride birleştirmek değil örneğin. Mecbur olmadığınız hammadde ve ürünler dışındaki her şeyi üretmeye çalışacaksınız. İş alanları açmak, büyümek, varolmak için üreteceksiniz. Hiç olmazsa kendi ihtiyaçlarınızı. Yeni dünya masasında oturmanın da söz sahibi olmanın da anahtarı, doğayla barışık gerçek üretim olacak. Rant ekonomicileri, rehavete düşüp, silecekleri uzun aralıklarla çalıştırdığı için eninde sonunda kaza yapacak.



Ankara’nın ticaret camiası, sanayicilere göre daha sessiz henüz. Üretimin başarısı yönlendirecek onları. Yine de maddi manevi desteklerini esirgemesinler yerli çabalardan, araştırma-geliştirme çalışmalarından. Yeni ekonominin, yeni ticareti olacak mutlaka.


Eskimiş sileceklerim, tam açmasa da önümü, şiddetli sağanaktan önce görebildiğim budur. Yerli çarklar dönmeli, dönmesi için hiçbir düşünce ve yatırım gecikmemeli ve dahi kesinlikle engellenmemelidir.

30 Kasım 2011 Çarşamba

KEÇİ İNADI TAVŞANI KAÇIRIR


29.11.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

Keçi daha önce kaçmıştı, inadını bırakmış, tavşanı yolcu ettik  kalanıyla. İnadımız inat; değerlerimize sahip çıkmayı, kaynaklarımızı değerlendirmeyi sevmiyoruz. Başkası yapsın biz, alalım istiyoruz. Kendi haline bıraksan bir yolunu bulup, yaşamını sürdürmeyi becerecek Ankara Tavşanı, insan eli değince ‘pes’ etmiş, kaçmış arkasına bakmadan. Ankara Üniversitesi Zootekni Bölümü’nden Profesör Doktor Gürsel Dellal, “Çin’e gittiler” diyor. Biz, Asya’dan Anadolu’ya gelirken Ankara Tavşanı, ters istikamette Asya’ya göçmüş söve söve!



5 ay önce

Yaklaşık 5 ay önce, sadece Erzurum Karayazı’da yetişen bir ters lale türünün ülkemizdeki nesli, tükeniyordu az kalsın. Son kalan 57 lale soğanını sökmüş götürürken Kapıkule sınır kapısında yakalandı iki Hollandalı. 2 tane numunelik bırakalım dememiş, cümleten sökmüşler. Kendi evinde, ters lalenin kökü kuruyacaktı tesadüfen yakalanmasa. Daha önce götürdükleri yetmemiş, kalanın da kökünü kurutacaklar. Hakikaten laleler ülkesiymiş Hollanda! Duyarsızlıkta inatçı biz.



10 yıl önce

Yaklaşık 10 yıl önce, bir gecede özelleştirilmeye çalışılan bor madenleri geldi aklıma. ETİ Holding'ten Sorumlu Devlet Bakanı Şükrü Sina Gürel’in fark etmesiyle gündeme gelmiş, sayesinde bor madeninin nimetlerini, 21’inci Yüzyılın girişinde anca öğrenebilmiştik. “En zengin madenler bizde, yurtdışına acayip satış yapıyoruz” diye hava atıyorduk. Aklınıza gelecek her alanda kullanılabilen bu madeni, 1 liradan ham olarak satıyor, ondan üretilen ürünü 1000 liradan geri alıyorduk. İnatsa inat!



150 yüzyıl önce

Yaklaşık 7 yüzyıl önce, yanımızda keçilerimizi de getirmiştik Anadolu’ya gelirken. Ankara iklimini çok sevmiş, daha da güzelleşmiş, tiftikleri değerlenmişti. Kralları, kraliçeleri giydiren çok kaliteli ‘sof’ kumaşı dokundu o tiftikten. Neredeyse 5 yüzyıl, en önemli ticaret ürünü oldu. Her evin avlusunda bir tezgah, ‘sof kenti’ydi adeta Ankara.



Kıymeti yeterince bilinmeyince önce İngiltere’ye götürüldü keçilerimiz. Ancak Ankara’dan çıkınca bozuldu tiftiği. Sonra Güney Afrika ve Amerikalar’a gitti. Tiftiği aynı nitelikte olmasa da onlar bildi kıymetini. Hala milyonlarcası, o coğrafyada yaşıyor. Uyanıkmış, tavşanından 150 yıl önce, okyanusları aşıp, göçmüş buralardan Ankara keçileri. İnadını bırakmışlar hatıra olarak. Keçilere rahmet okutan inadımıza laf ettirmeyiz!



Bugün

Çıkmayacağız efendim, sahip çıkmayacağız, inat değil mi? Deha beyinlerimize, cevval girişimcilerimize, nitelikli yöneticilerimize, keçilerimize, bitkilerimize, tavşanlarımıza, madenlerimize sahip çıkmayacağız. Sahip çıkılmışına hayranlık duymayı seviyoruz. Dokunmayın bize, asabiyiz biz!



Yine de soracağım: Özgün  tavşanı, niye Ankara’da yok, ekonomik değeri yoksa niye Çin, 50 milyon Ankara Tavşanı besliyor? Keçisi, kendi memleketi Ankara’da bir avuçken başka kıtalarda niye milyonlarca yetiştiriliyor? Yahu efendim, hadi keçiyle tavşanın bacakları var, dayanamayıp sıvışıyorlar, lale soğanıyla madenlere yürüme kudretini nasıl verdiniz?



Ekliyorum; bunlara sahip çıkamayacaksak eğer, koca devlette onca kurum, onca üniversite, onca kooperatif, onca meslek odası, onca dernek niye kuruluyor, sakinleri, sahip çıkamayacakları koltukları, niye işgal ediyor?


Keçi inadı, tavşanları kaçırıyor. İnadımız batsın, keçileri kaçırdığımız yetmiyormuş gibi tavşanları da kaçırıyoruz!

26 Kasım 2011 Cumartesi

KÜÇÜK YATIRIMCININ CAN SİMİTLERİ


25.11.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

Aynı gün iki haber: Biri, kısa süre cezaevinde yattığı için 5 yıldır iş bulamayan eski hükümlü Barış Satılmış’ın öyküsü. Diğeri, fabrikaların gözdesi makine mucidi Halil Cantürk’ün. Birincisi gündemi iyi izlemiş. 72 saatlik bir girişimcilik kursuyla hayatı değişmiş. Bir Ankara’da, bir Polatlı’da ve bir tane de İzmir’de, buharlı oto yıkama tesisi var. 1 ay sonra Bursa’da, bir şube daha açacak. İkincisi bir mucit aklına sahip olduğu halde belli ki bir işletme ve destek sorunu yaşıyor. Ara eleman ve sermaye olmayışından şikayet ediyor. Üstelik kazandığı paraları, hep araştırma-geliştirme çalışmalarına yatırdığını anlatıyor. Yetiştirdiği 150’ye yakın elemanı, büyük fabrikalara kaptırmış. Mütevazı atölyesinde, yine de fabrikalara makineler icat ediyor, Tayvan’dan bile icatlarını incelemeye geliyorlar.



Çözemedik şu sorunu

Barış Satılmış, internetten, Küçük ve Orta Ölçekli İşletmeleri Geliştirme ve Destekleme İdaresi Başkanlığı KOSGEB’in ve Türkiye İş Kurumu İŞKUR’un sitelerini dikkatle takip etmiş. İŞKUR Ankara İl Müdürlüğü’nün açtığı girişimcilik kursuna katılmış ve KOSGEB, yapmayı düşündüğü işi uygun bulup, destek olmuş. Halil Cantürk, kendi parasıyla icat yapıyor, yetişmiş eleman bulamıyor, olanı da kaptırıyor. Anlı şanlı, fabrikaları olan, marka ürünler yaratan bir mucit olabilecekken babadan kalma yöntemlerin yetersizliğiyle mücadele ediyor.



Çözemedik gitti şu sorunu; beceriyle desteği buluşturmakta bir zaafımız var. Bugün gidin, yüzlerce mucit bulursunuz Türkiye’ye yayılmış organize sanayi bölgelerinde. Kendi çapında çırpınırlar. Yüz milyonlarca liralık yatırımlara imza atacak adamlar, o ayki nafakasını kurtardığına dua edip, çürür bir kenarda. Destek, ayağınıza gelene değil biraz da kendi döngüsünde kısılıp kalanı bulup, çıkarmakla olmalı.



İcat edenden çok yapılmışı taklit edeni seviyoruz. Zararsız, garantili iş onlarınki. Galata Kulesi’nden uçup, Üsküdar’a inen Hezarfen Ahmet Çelebi’yi, sürgüne yollayan aklın tedirginliğini taşıyoruz hala! 2011 yılında mucidimiz, başının çaresine bakıyor.



Destek var haberimiz yok

Hak yemeyelim; küçük ya da orta ölçekli işletmeler için destek sağlayan KOSGEB gibi çok kurumumuz var. Bir yenisi de Ankara Kalkınma Ajansı’nın, Yatırım Destek Ofisleri. Organize sanayi bölgelerimiz, kendi bünyesinde onlarca kurs düzenliyor artık. Eskileri yeni sisteme uyarlamaya çalışıyor, gençleri meslek, iş sahibi yapıyorlar. İŞKUR, benzer bir görevi üstlenmiş. Ancak yine de yüzlerce küçük işletme, yüzbinlerce vatandaşımız, bu desteklerden yaralanmıyor nedense. Haberleri bile yok. Duyurular, bilgilendirme ekipleri, daha yakınlarına hatta ayaklarına gitmeli belki. “Kurduk kurumu, buyursun gelsinler” yetmiyor demekki.



Yeni dünyaya hazırlık için

Barış Satılmış’la Halil Cantürk, tesadüfen aynı gün haber olmuş, birer ibret öyküsü. Türkiye’nin, aynı anda yaşayan iki ayrı küçük yatırımcı örneği. Biri günceli yakalamış, diğeri kaçırmış. Ancak ikisi de bu ülkenin değerleri. Çözmeliyiz bu sorunu. Destekleri, hızla layıkıyla buluşturmalıyız.


Ankara olarak Bilişim Vadisi, savunma sanayisi, sağlık, eğitim, turizm ve organize sanayi bölgelerinde atılımlar yapmaya hazırlanıyor ya da yapıyoruz. Eleştiri olsun diye değil, yeni bir dünya kuruluyorsa eğer, Ankara’da Türkiye’de eski alışkanlıklardan sıyrılıp, can simitlerini, doğru yere atsın diye söylüyoruz.

23 Kasım 2011 Çarşamba

AYAŞ’TA MUTLU SON (MU?)


22.11.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

Bir üniversite şehriydi. Eski tabiriyle darülfünun, medrese şehri. Osmanlı’nın en gelişmiş eğitim merkezlerindendi. ‘Ayaşi’ lakaplı, çok sayıda bilim ve devlet adamı yetiştirmişti. Zamanla bu niteliğini kaybetti. Dünya çapında bir kaplıca, içmece yöresi olmasına rağmen kendi yağıyla kavrulmaya terk edildi. Mart ayında, Ankara Kulübü Başkanı Metin Özaslan’la yaptığımız söyleşide hem bu bilgileri anımsatmış hem de Ayaşlılar’ın, fakülte yerleşkesinin, cezaevi ya da mülteci kampına dönüştürülmesine itirazına değinmiştik. Kimse duymamış, Belediye Başkanı Ali Başkaraağaç, 1 haftalık açlık greviyle seslerini bir kez daha duyurmaya çalışmıştı.



İptal kararı

Çok şükür ki 2004 yılından beri süren mücadele, ilk aşamada ilçe halkının istediği gibi sonuçlandı: Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, imar planının iptal edildiğini bildiren yazıyı, belediyeye gönderdi. Şimdi gözler, Bakanlar Kurulu’nda. Bakanlar Kurulu’da bu yönde karar alırsa Ayaş, kendine yakışmayan bu projeden kurtulacak.



Okullar yayılmalı

Ayaş’taki yerleşke, Gazi Üniversitesi’nin bir fakültesi olarak tasarlanmıştı. Tesisleriyle lojmanlarıyla göletiyle bölgeyi canlandıracak bir okul düzeni kurulmuş. Tarihine bakınca Ayaş’a, okul yakıştırıyor insan. Merkezine yığılan aşırı yoğun okullaşmayı, çevre ilçelerine yaymaya ihtiyacı var Ankara’nın. Bu yayma, kentin sağlıklı büyümesi için de geri kalmış ilçelerin ayağa kalkması için de gerekli. İlçelerin yöresel özelliklerine göre okulları bölüştürmeliyiz. Okullar ilçelerimize, halk okullarına, ilçelerimiz, başkente sahip çıkar böylece. O yörenin sahiplenmeyeceği bir girişimi, isteseniz de yaşatamazsınız zaten.



Doğal laboratuvar

Dahası Ayaş’ın, üç önemli niteliği daha var değerlendirilecek; biri tarihi dokusu diğeri kaplıca ve içmece birikimi. Her türlü “Bir turizm merkeziyim ben” diyor Ayaş. Tarihi İpek Yolu üzerindedir. Görülesi cumbalı evleri, çeşmeleri ve camileri meşhur. Haymana’da, 2 ay öce açılan çok yıldızlı kaplıca oteller gibisi yakışır Ayaş’a. Yanı sıra üçüncü özelliği tarımsaldır; sadece domatesi ve dutuyla bile kendi uzmanlık alanı olan tarımsal bir merkeze dönüşebilir. Çok yönlü özellikleriyle fakülteler, yüksekokullar için doğal bir laboratuvar adeta.



Bir tane Ayaş var

Şimdi sorumuzu soralım: Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın aldığı iptal kararı, ‘mutlu son’ mudur? Görüldüğü gibi Bakanlar Kurulu’da benzer bir karar almadan “Mutlu sona ulaştık” diyemiyoruz. Okul olarak tasarlanmış bir yeri, kim, niye cezaevi ya da mülteci kampına dönüştürmeyi düşünmüş onu da bilemiyoruz. Yörenin özelliklerini bilmeden, masa başında alınmış bir karar kokusu tütüyor burnumuza. Bu memleketin, çok çektiği bir karar yöntemi.



Bakınız efendim; cezaevi ya da mülteci kampı yapmak, devletimiz için hiç te zor bir şey değildir. Yer arıyorsanız  istemediğiniz kadar arazi Ankara çevresinde ganidir. Ancak bir tane Ayaş var. Kaybedince arasanız bir Ayaş daha, zor bulursunuz 60 kilometre dibinizde.



Ayaş yollarında kervanın mı var
Beni öldürmeye fermanın mı vara masabaşındaki adam?