30 Mayıs 2013 Perşembe

ANKARA’DA BİR HALİÇ


28.05.2013 Milliyet-Ankara Gazetesi



Gölbaşı’nın gölü Mogan. “Karda, yağmurda, sabahında, akşamında, her mevsimde, günün her saatinde verecek ayrı bir pozu vardır Mogan Gölü’nün” derim anlatırken. Yakışıklı mı desem alımlı mı desem, göz alır. Hele karda ya da yağmurda,  hafif bir tepe üzerinden izlemeye doyulmaz. Ne kadar yakından bakarsanız o kadar az görürsünüz sanki Mogan’ı. Çevresi yemyeşil ve ferah olmalıdır ama şehir ve yapılar geldi, betonla sarıyor çevresini. Bir de can düşmanı taş ocakları var, tozu talaşıyla dibini doldurdu bu doğal güzelliğin. Böyle devam ederse Mogan’ın, “İmdat” çığlıkları da kalmayacak. Yapay park göletine çevirir, kuru su birikintisinde, otururuz manzara diye.



201 kuş türü yaşıyor

Mogan Gölü, ‘A’ sınıfı bir sulak alandır. Yani bir defada 25 binden fazla sukuşu barındırıyor demektir. Göl sadece insanların değildir, Türkiye’deki 456 kuş türünden 201’i, Mogan sakinidir. Balıkçıllar, sukuşları, kıyı kuşları, ötücüler ve yırtıcılarıyla 201 kuş türü… Ancak bundan daha fazlasıdır Mogan; 20 yılı aşkın süredir kış aylarında gerçekleştirilen su kuşu sayımlarında, bir defada 40 binden fazla kuş sayıldığı dönemler olmuş. Dünya Kuşları Koruma Kurumu’nun bilimsel ölçülerine göre Türkiye’deki 184 ‘Önemli Kuş Alanı’ndan biridir. Kuşun sevdiği yer güzeldir.



Cennet köşesinde ölen balıklar

Mogan Gölü’nü, 11 dere besler; Sukesen, Başpınar, Gölova, Yavrucak, Çolakpınar, Tatlım, Kaldırım ve Gölcük dereleri, başlıcalarıdır. Mogan da az ilerisindeki Eymir Gölü’nü besler. İnsanoğlu bıraksa tam bir cennet köşesi olacak yerler. Yine bıraksak Sazan, Kadife, Turna, Gümüş balıkları ve kerevit yuvası olacak ama her yıl özellikle yazın, suyun kirliliği ve oksijensizlikten toplu balık ölümleri gerçekleşir. Hemen “Konuyla ilgili inceleme başlatıldı” açıklamaları yapılır, gelin görün ki yıllarca incele incele bitmez, balıklar ölmeye devam eder. Bir zamanlar İstanbul’da, kokusuyla bile insanları öldürecek hale gelen Haliç gibi.



Eylem planı acil!

Ankara’nın Haliç’i olmaya aday Mogan Gölü için 23 Mayıs’ta bir açıkoturum düzenlendi. Hacettepe Üniversitesi’nden Prof. Dr. Sedat V. Yerli, Ankara Üniversitesi'nden Prof. Dr. Ahmet Altındağ, Prof. Dr. Nilsun Demir ve Doç. Dr. Akasya Topçu ile Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü uzmanlarından Sücaattin Baran konuşmacı olarak katıldı. Kısaca şu başlıklara dikkat çektiler:

- Elmadağ’dan inen derelerin sürüklediği kum, çakıl ve taşlar, Mogan’ı tehdit ediyor.

- Kirlilik nedeni Sukesen deresi için acil önlem gerekiyor. (Bu kirliliğin baş nedeni, andezit taşı ocakları)

- Koruma, kullanma esaslarının belirlenmesini sağlayacak bir eylem planının ivedilikle hazırlanması gerekiyor.

- Mogan Gölü de Haliç gibi temizlenerek kurtarılmalıdır.


Göl yoksa turizm de yok
Gölün su seviyesi 2-2 buçuk metrelere düşmüş durumda. En az 4-4 buçuk metreye çıkarmak gerekiyor. Bunun maliyeti de aşağı yukarı 90 milyon (trilyon) lira civarında. Tek başına Belediye’nin altından kalkabileceği bir iş değil. İstanbul’a,   nimetler sunmakta bonkör devletimiz, önce bu kirliliğin kaynağını kurutarak, sonra da ülkenin doğa harikalarından birini yeniden canlandırarak Mogan’ı geri kazanmamızı sağlayabilir. Sağlamazsa sağlayacak adam yok çünkü. Kenarında yemeyi içmeyi biliyor herkes. Mogan yoksa turizm de olmaz Gölbaşı’nda. Ankara Kalesi gibi, Atatürk Orman Çiftliği gibi, dünya güzeli Mogan Gölüne de sahip çıkamayan Ankaralılar ve içindeki devlet kurumları, utanır da sonra sahip çıkarız belki.

26 Mayıs 2013 Pazar

KURUTMALIK AĞAÇ KENTİ

24.05.2013 Milliyet-Ankara Gazetesi



Bu kez İtalya’dan geleceklermiş. Büyükşehir Belediye Başkanımız ve beraberinde giden bürokratları, inceleme ve araştırma yapmak üzere İtalya'ya gitmişti, oradan ağaç seçmişler. Ağaçların yanında fotoğraf çektiren Belediye Başkanımız Melih Gökçek, "Bu ağaçlar Atatürk Orman Çiftliği'nde (AOÇ) yapılan tema park ve Hayvanat Bahçesi'ni süslemeli. Beğendiniz mi? Mesela Hacı Bayram Camii için bu çınarları düşündük. Olur mu? Samimi kanaatleriniz bizim için çok önemli. Daha neler var neler, Ankara en iyisine layık. Birileri hırsından çatlasa da, bu ve benzerleri bu yıl gelecek inşallah. Bu ağacın adı Katalpa. Ankara'ya gelmek istiyor. Bu bitkiler artık Ankara'nın olmalı. Diyoruz ki 12 metrelik meşeler, Hacı Bayram'a yakışır. 30-35 yaşında. Beğenenler lütfen mesaj atsın" şeklinde fikrimizi sormuş. Gerçi “Birileri hırsından çatlasa da bu yıl gelecek inşallah” diyerek fikrimizi sormuş mu tam emin olamadım ama sormuş olabileceği ihtimali üzerine fikrimi paylaşmak istedim.



Uzmanı ne diyor?

Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmayayım diye, önce işin uzmanlarına da bir sorayım dedim. Daha önce başka ülkelerden gelenleri kuruttuk, bir de İtalya’dan gelecek ağaçların  günahına girersek Ankara’nın ağaçlandırma, yeşillendirme işleri sonsuza kadar bitmeyecek maazallah. İnsan, diktiği fidanın büyüdüğünü görmek istiyor. Tutmayıp, kuruyunca “Bilseydik yurt dışından bunca masrafa girmezdik, pahalıya geldi kurusu” diye yeriniyor. Yerlisi, ucuz hiçolmazsa.



Uzmanlarına sorunca ilk lafları “Öncelikle Türkiye’de doğal olarak yetişen, bölgenin iklimine uygun ağaç ve ağaççıklar dikilmelidir” oldu. Her semtin, her sokağın toprak yapısı bile değişebilirmiş. Daha önce Turan Güneş Bulvarı’ndaki meşelerin yüzde 60’ı, Gazi Mustafa Kemal Bulvarı’ndaki servilerin yüzde  35’i, Atatürk Bulvarı’ndaki ıhlamurların yüzde 50’si, Ahlatlıbel’deki çınarların yüzde 80’i kurumuş. “Boylu ağaçların Ankara’da tutması çok zordur, tutmaz” diyorlar. Özellikle dışarıdan getirilen saplı meşeler, Ankara’yı hiç sevmemiş. Yurt dışından getirip, Anıtkabir’in Anıttepe’ye bakan kapısına ekilen 53 saplı meşeden 2-3 tane kalmış.



Boylu ağaç zor!

Ağacı alıp, gelmekle bitmiyor. Boylu ağaçları, taşıması, dikmesi çok zor. Bir kısmının kökleri, ya daha gelirken ya da dikilirken hırpalanıyor, zarar görüyor. “12 metrelik ağacı, Ankara içinde bile bir yerden bir yere taşırken zarar görür” diyor uzmanları. “2-2 buçuk metreden uzun ağacı dikmek, tutmayacağını bile bile dikmek gibi bir şey olur” diye ekliyorlar. Yabancı ağaçların, bu iklime uyum sağlayıp, sağlayamayacağı ya da getireceği hastalıklar konusuna girmek bile istemiyorlar.



Binlerce ağaca yazık

Behiçbey Orman Fidanlığı’na sorduk, 50 kuruştan başlıyor fidan fiyatları, 2 buçuk metrelik ağaçlarda 50 ile 100 lira arasında değişiyor. Orman Genel Müdürlüğü 2013 Yılı Tohum ve Fidan Satış Fiyat Listesi’ndeki rakamlar böyle. Eh 2 buçuk metrelik ağaç, 5 yıl önce dikilse şimdi serpilip, yayılmıştı boş toprağın üzerinde. Bakalım İtalya’dan ne gelecek, kaça gelecek burada yerlisi varken. Öyle 50 ağaç değil, verildimi binlerce ağaç siparişi veriliyor çünkü.


Belediye Başkanımız Melih Gökçek fikrimizi sordu, biz de fikir sahibi olmak için uzmanlarına sorduk. Fikrimiz budur sayın Başkan.

23 Mayıs 2013 Perşembe

BİLİŞİM VADİSİ DE GİDİYOR


21.05.2013 Milliyet-Ankara Gazetesi



Haberin birinci cümlesi “Amerika Birleşik Devletleri’nde bulunan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, San Francisco’da Silikon Vadisi’ni ziyaret etti.” İkinci cümlesi “Yakında buraya benzer bir proje İstanbul’da olacak.” Somurtuyorsam nedeni ikinci cümledir. Uzun zamandır “Ankara” demesini bekliyorduk, “İstanbul” demiş Başbakan Erdoğan. Türkiye’nin Silikon Vadisi olarak düşünülen ‘Bilişim Vadisi’, bütün koşulların uygunluğuna karşın Ankara’ya kurulmak istenmiyor.  En ne olması lazım ki başkentin, hiç olmazsa hak ettiklerini alabilsin; ‘en uygun’ olmak da yetmiyor. ‘Memur kenti’ kıyafetinden sıyrılmak, ülkesine canlı, etkin bir başkent olmak için sanayisiyle üniversiteleriyle çok çalışıyor, çabalıyor ama İstanbul’un işveli cazibesiyle baş edemiyor. Sonunda kendi başının çaresine, yine kendi bakmak zorunda kalacak galiba.



Kendimiz yetiştirmeliyiz

Son yıllarda devlet büyüklerimiz, gittikleri ülkelerde,   siyaset koridorları ve konferans salonlarıyla yetinmiyor, o ülkelerin gelişmiş sanayi ve teknoloji geliştirme merkezlerini de geziyor. Amerika Birleşik Devletleri’nin en tanınmış  teknoloji geliştirme merkezlerinden Silikon Vadisi’ni, daha önce Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’de gezmiş, işbirliği olanaklarını incelemişti. Şimdi Başbakan Erdoğan geziyor. Yakında 10 milyon tablet ve 2 buçuk milyon civarında akıllı tahtayı kapsayan Fatih Projesi’nin ihalesi var. “Bu proje öncesi, çalışabileceğimiz şirketleri gezdik. Bizler de bu konularda daha çok ileriye gidebilmemiz için genç mühendisler yetiştirmeliyiz” diye hedefi göstermiş Başbakan.



“Ankara” diyen rapor

Biz yetiştiriyoruz sayın Başbakan, üstelik İstanbul gibi keşmekeşi olmayan bir şehirde. Sanayi ve Ticaret Bakanlığı öncülüğünde, ilgili bütün kurumların katıldığı, yurtiçinden ve dışından üniversite ve uzmanlara hazırlatılan Bilişim Vadisi Raporu’nu, özetle hatırlatmak isteriz: “Bilişim Vadisi’nin kurulacağı yer ile ilgili olarak yapılan il seçim analizleri sonucunda, Kontrol Teşkilatı tarafından Ankara ve Eskişehir illeri seçilmiştir. Fizibilite çıktıları ve bilişim vadisi dünya örnekleri incelendiğinde; kurulması planlanan habitat yapısındaki bilişim vadisi için gelişme ve genişleme imkanları da dikkate alınarak başlangıç için en az bin (1000) hektar büyüklüğünde bir alana ihtiyaç duyulabileceği, bu nedenle İstanbul ilinde, böyle bir alanın bulunabilmesinde zorluklar yaşanacağı anlaşılmıştır. Ancak, hem Bilgi İletişim Teknolojileri (BİT) sektörü şirketlerinin ağırlıklı olarak yer aldığı hem de uluslararası BİT şirketlerinin merkezlerinin bulunduğu İstanbul ilinin de sektör analizi kapsamına alınmasına karar verilmiş ve sektör analizleri yapılmıştır."



‘Anadolu Düğümü’

Aslında Bilişim Vadisi’ne uygunluk değerlendirmesi, kağıt üzerinde, İstanbul, Ankara, İzmir, Kocaeli, Bursa-Yalova, Eskişehir, Antalya, Konya, Gaziantep, Trabzon olarak sıralanmış. Kentleşme ve planlama, ekonomik ve finansal yapı, bilim ve teknoloji, teknik altyapı, sosyal kültürel yapı, ulaşım ve hukuksal altyapı ölçüleri değerlendirilmiş. Gerçek yaşamla kağıt üzerindekiler örtüşmemiş.  İstanbul, Bilgi İletişim Teknolojileri’nin, uluslararası cazibe merkezi ancak ‘Anadolu Düğümü’, kaçınılmaz Ankara olarak saptanmış. Bu arada belirtmek lazım; raporu hazırlayanların çoğu İstanbullu kurumlar ve üniversiteler.



Sessiz vekillerin faydası
Araştırma-geliştirmeyle yenilikçi üretim, nitelikli iş gücü, sürdürülebilir altyapı Ankara’da. Daha düzenli bir kentte, daha yaşanılır bir ortamda, daha nitelikli öğretimle istediğiniz mühendisleri yetiştiriyoruz. Türkiye çapında yabancı ortaklı firmaların yarısından çoğu da Ankaralı firma ve teknokentlerle çalışıyor. Bilişim Vadisi’ni, hak etmek için daha ne yapmamız lazım, neyimiz eksik sayın Başbakan? Ankaralı vekillerimiz, pek sessiz sedasızdır, onun faydasını mı görüyoruz acaba?

20 Mayıs 2013 Pazartesi

ORTAK AKIL


17.05.2013 Milliyet-Ankara Gazetesi



Ankara’nın, en çok ihtiyaç duyduğu şey. Başkent oluşundan bu yana oturtamadı ortak hareket etme alışkanlığını. Son 30 yılda iyice raydan çıktı, şu anda herkes bildiğini okuyor. Herkes, kendini ilgilendiren kısmını çekiştiriyor kentin. Bir plana göre gelişmiyor Ankara, kişilerin günlük hesaplarına göre, çarpık ve hormonlu bir büyüme içinde. Bir yeri yaparken diğerini bozuyor ya da elinde kente değer katacak mekan ve olanakları, dar bir ufukla değerlendiriyor. Çünkü kentin ileri gelenleri, ortak hareket edebilecekleri konuları belirlemek için bir araya gelmiyor. İşine gelen, işine geldiği kısmına katılıyor. Bu arada sağolsun tüm kurumlarının merkezi olan bu kentte devlet, kendi başkentine üvey evlat muamelesi yapmaya devam ediyor.



Ergenlikten olgunluğa geçemiyoruz

Başkent olduğu için, Türkiye’nin en ücra köşelerinden sakinleri var Ankara’nın. Ancak bu kentin ekmeğini yiyip, suyunu içtiğini unutuyor, yaşadıkları kente sahip çıkmıyorlar. Tabii ki doğduğunuz yere sahip çıkacaksınız ama yaşadığınız kenti horlayarak, hırpalayarak birini yaparken diğerini bozmuş olmuyor musunuz? Başkent olmayı hak edecek cesareti ve tavrı göstermiş Ankara, hiçbir zaman bugünkü ilgisizlik ve hoyratlığı hak etmedi. Hak etmediğini de önce Ankara’nın liderleri; vekilleri, yerel yöneticileri, büyükten küçüğe  bütün dernek başkanları söylemeliydi. Ortak hedefleri saptayıp, bu hedeflere kenetlenerek göstermeliydi. Ancak biri başka çalıyor, öbürü başka oynuyor, maalesef Ankara, bu yüzden modern bir kent olmak için gerekli düzeni bir türlü kuramıyor. Bir türlü ergenlikten çıkıp, olgunluğa erişemiyor.



Ortak Akıl Toplantısı

Daha önce de defalarca değinmiştik; “Ankara’nın ortak hedefleri, bu hedeflere kenetlenecek bir lobisi yok” diye. Kendince doğru bildiğini yapmaya çalışanların, gelişigüzel planlarıyla bir kargaşa içinde kent. Önderleri, başka yönlere gidiyor, bir hedefe değil. 30 Mayıs’ta bir toplantı yapılacak Ankara’da. Ankara Kalkınma Ajansı, Ankara Valisi başkanlığında ‘Ortak Akıl Toplantısı’ düzenleyecek. Ankara’nın, 2023 yılına kadar yapılması düşünülen bölge planları, stratejileri ve ufkunu ortaya koyan çalışmalar yapılacak. Ankara’nın, 2014-2023 yani önümüzdeki 10 yılının bölge planı kapsamında önemli hazırlıklar. Bu yılın sonuna kadar da bu sürecin tamamlanması gerekiyor. Görüşler açıklanacak ama ‘ortak’ olanlarda birleşilmesini umuyoruz. Bir kentin, bir ülke gibi, planı olmalı.



Anlamayan bıraksın
Ortak akıllara ve o akılları üretecek toplantılara ihtiyaç var. Aklı alıp, toplantıdan uygulamaya geçme ihtiyacı var. 70 yıl ayağı frende gitti Ankara, hızlanıp, yol almaya ihtiyacı var. Her toplantıya katılıp, bildiğinden şaşmayan önderleri biliyorum, ‘ortak akıl’ı anlamalarına ihtiyacımız var. Anlamak zorundalar çünkü yeni dünyanın iş ve günlük yaşamı, işbirliği ve paylaşma üzerine kuruluyor. Anlayamayanın yerini, anlayana bırakmasına ihtiyacımız var.

14 Mayıs 2013 Salı

KAYMAKLI DİL KADAYIFI


14.05.2013 Milliyet-Ankara Gazetesi



Metroda gidiyoruz, kafa karıştıran ilana ilişti gözüm; “Osmanlı Türkçesi Öğretiyoruz” gibi bir şeydi. Bir vakıf öğreten. “Niye ‘Osmanlıca’ denmemişki?” diye düşündüm.  Neredeyse Türkçe yok ki içinde, varmış gibi “Osmanlı Türkçesi” diyelim. 6 yüzyıl boyunca günden güne Arapça ve Farsça’nın ağır basıp, Türkçeyi ezip, yok ettiği, çok ağdalı bir dil olmuş Osmanlıca. Halk anlamıyor, günlük yaşamda kullanılmıyor. Saray ve seçkinler kullanıyor, içinde kalan numunelik Türkçe de halkın anlamasına yetmiyor. Halkı, kendi sarayından, yöneticilerinden koparmış, dar bir çevrenin dili. ‘Türkçe’yi arkasına ekleyince herkes konuşuyormuş gibi anlaşılıyor. Değil ama…



Sadeyken de güçlü dil

Dilbilimci Emin Özdemir, Ankara Üniversitesi Basın-Yayın Yüksekokulu’ndan (şimdi İletişim Fakültesi oldu) hocamızdı. Türkçe’nin, ekmek kadayıfı gibi, dilin üzerinden lezzetle kayarak konuşulabildiğini, doğru sözcükler arka arkaya dizilince kulağa melodisi çok zengin bir müzik gibi geldiğini onda gördük, onunla öğrendik. Zihnim dinlenirdi dersinde; duru, sade anlatır ama gösterişsiz tarzının, akılda çok kalıcı bir etkisi olurdu üzerimizde. Birgün, “Emin hocam, tarzınıza, ‘kaymaklı dil kadayıfıdemek istiyorum” dedim. “Oo güzelmiş, tamam, diyebilirsin” diye şakalaştık. Doğru kullanılınca sadeyken bile güçlü bir dilmiş Türkçe, dilimizi sevmiştik.



Cumhuriyet Kültür Merkezi’nde, ‘Dil ve Yurttaşlık’ başlıklı bir söyleşi yapmış Emin hocamız. Ne yazık, haberimiz olmadı, kendi ağzından dinleyemedik. Hala her konuşmasından bir şeyler öğrendiğimiz, dil konusunda yetkin bir isimdir. Türk Dil Kurumu’ndan sonra Dil Derneği’nde hiç ara vermeden  çalışmalarına devam ediyor. Yine ağzından bal damlamış hocamızın, çeri çöpü gösteren berrak dereler akmış.



Türkilizce

O dönemde Osmanlıca, Türkçe’nin yatağını öyle bir doldurmaya başladı ki bir insan kendi dilinde bile düşünemez hale geldi. İşte bu nedenle o dönemde bilim adamları yoktur. Bu kısırlığın altında yatan dildir” demiş.

Bir zamanlar Arapça ve Farsça’nın etkisinde olan Türkçe’nin, şimdi de İngilizce ve Fransızcanın etkisi altına girdiğini belirtip, “Duygumuzu, düşüncemizi anlatabilmek için, bir dilin bizi birbirimize bağlayabilmesi için, o dilin yabancı ögelerle doldurulmaması gerekir” demiş.

Bugün ne yazık ki Türkçe değil, Türkilizce konuşuyoruz” deyip, vermiş örnekleri: “İnsanlar, sevincini anlatmak için ‘süper’, hayranlıklarını anlatmak için ‘vaav’ diyor. ‘Check-up(çekap)’ yaptırmak için ‘international hospitallere’ (uluslararası hastane), ‘weekend (hafta sonu)’ geçirmek için ‘the hotel’lere gidiyorlar. İçki içmiyor, ‘drink’ alıyorlar. ‘Kritik, ajitasyon, asimilasyon’ gibi sözcükler, seçkinciliğin belirtisi oldu” demiş. Ben daha fazla söylediğini biliyorum,  hocam yine az söylemiş. Fazlası ‘Sözcüklerin Vicdanı’ kitabındaydı.



Berrak dere akar

Emin Özdemir hocamız, emekli oldu ama hala okulun en sevilen hocalarındandır. Türkçeyi sever, sevdiği gibi de sevdirmesini bilir. Her öğrencisi, zorla değil, gönüllü sevmiştir dilini. Dil Derneği’nde, güzel ve temiz Türkçe’nin peşinde koşmaya devam ediyor. Her fırsatta konuşmalarını, sade, duru, berrak anlatımını dinlemeye çalışırım. Kulağı yormayan pırıl pırıl bir dere akar o konuşurken. İyi hissederim, iyi olurum o gün. Mübarek elleri öpülesi, hoca gibi hocadır Emin hoca.


Osmanlıca öğrenmeyecek miyiz peki? Öğreneceğiz tabii, yüzlerce yıllık koca bir Osmanlı arşivi bizi bekliyor çünkü. Ama uzmanı lazım bize. Osmanlıca, sokakta kullanılan bir dil değil. Yeterince kopukluk var, dilimizde ve aramızda bir gedik daha açmanın hiç zamanı değil.

11 Mayıs 2013 Cumartesi

KESİLEREK TAŞINAN AĞAÇLAR


10.05.2013 Milliyet-Ankara Gazetesi



Ardı ardına geliyor haberleri; bir aydır ağaçları kesiliyor Ankara’nın. “Kesmiyoruz, taşıyoruz” deniyor ama gözün gördüğü, söylenene hiç uymuyor. Soruyorlar “Kesmiyoruz” diyen yetkiliye, haberi yok kesildiğinden. İyi niyetli biri herhalde, “Taşıyoruz” demişler, o da inanmış, çok inanarak, kendinden emin yanıtlıyor soranları. Gazeteciler, toprağın üstünde kesik boyun gibi kalan dizi dizi kütüklerin fotoğrafını çekince, yetkili, bir daha görünmüyor. Mahcup olmuştur mutlaka, düştüğü durum zor.



Kesik boyunlar

Konya Yolu’nda yol genişletme çalışmalarına başlandığını, ertesi sabah, bu kesik boyunları görünce daha iyi anladık. Akşam önünden geçtiğimiz ağaçlar, sabaha yoktu. Bir gecede ‘taşınmış’lardı. Otomobil cenneti Ankara’nın şanslı otomobilleri, yayalar ve doğa arasındaki önceliğini korumuştu yine. Otomobil öncelikli Ankara trafiği, rahatlamak için, iki adım refüj ortasında kalan yeşilliğe göz dikmiş, diktiği gibi de bir kez daha istediğini almıştı. Asfalt ve beton seviyor Ankara. Bunların karşısında insanların boynu bükük, doğanın ki kesik kalıyor hep.


Odun olarak nakil

Birkaç gün geçmedi, Orman ve Su İşleri Bakanlığı Orman Genel Müdürlüğü Yerleşkesi içinden bir haber geldi; yerleşke içinde devam eden "Başbakanlık Hizmet Binası" çalışmaları sırasında haldır haldır ağaç kesiliyordu. Arkadaşımız Şenay Güner’in bu haberi, bu kez de başka yetkilileri zor duruma düşürdü. “Başbakanlık Hizmet Binası inşaatı, Büyükşehir Belediyesi tarafından yapılacak Hayvanat Bahçesi ve diğer çalışmalar kapsamında ağaç kesimi yapılmadığı, 10 bin ağacın, yol çalışmaları nedeniyle sökülerek farklı kurumlara nakledildiği”  söyleniyordu ama Şenay’ın çektiği fotoğraflar, naklin nasıl  yapıldığını gayet açık gösteriyordu. Motorlu testereler, bir iniyor bir kalkıyor, 30-40 yaşındaki ağaçlar, bir dakikayı bulmadan yerle yeksan oluyordu. Keserek taşınan ağaçlar, ‘farklı kurumlara’, odun ihtiyacını karşılamak üzere  nakledilmişti herhalde.


Bu gelişmelerden birkaç gün önce, Büyükşehir Belediyesi’ne 3 adet 'Ağaç Nakil Aracı'  satın alındığı haberi çıkmıştı her yerde. Eldeki araçlara nasıl muhteşem bir katılım olmuş ki, birkaç günde 10 bin ağacı, hangisiyse onlar artık, ‘farklı kurumlar’a hızla aktarabilmişti. Takdire şayan bu ağaç sevgisi ve çalışma azmi karşısında saygıyla eğildik. Kesilenler, başka bir memleketin ağaçlarıydı demek.

Alışkanlığa dönüştü
Her şey bir yolla başladı Atatürk Orman Çiftliği’nde. Bu yol gelmeye hazırlanırken zaten “Çiftliğe veda edin” demiştik. İşte Çiftlik’te başlayan uygulamalar, alışkanlık yaptı, arkası geliyor şimdi. Otomobil ve beton cennetinde, insanların ve doğanın yeri, arka sıralara doğru kaymaya devam ediyor. “Veda edin” deyişimiz gibi, anlaşılmıyor mu, bu gidişin de sonu belli.

9 Mayıs 2013 Perşembe

TAŞ KALBİN OCAKLARI


07.05.2013 Milliyet-Ankara Gazetesi



Yetkililer duymamakta ısrar ediyor ama taş ocakları, Ankara’nın çevresini yaşanılmaz hale getirmeye devam ediyor. Yerleşim birimlerine çok yakın kurulan ocaklar, önlem alınarak işletilmediği için havayı, suyu, köyü, mahalleyi kirletiyor, yöredeki tarımı, hayvancılığı, insan sağlığını bitiriyor. Kontrolsüz kullanılan patlayıcılar yüzünden kopan taşlar, yerleşim bölgelerine savruluyor, sarsıntıdan evlerin duvarları çatlıyor, uyku haram oluyor. Birileri de bunların olacağını bile bile izin veriyor, verdikten sonra da denetleme gereği duymuyor. “Başımıza taş yağacak” derlerdi, işte yağıyor ama sen söyle, günahımız neydi ya rabbim!



Ormana ve baraja taş ocağı

En son Elmadağlılar ayağa kalkmış. Bugün Şevket Yaman arkadaşımızın haberinde okuyacaksınız; ağaçlandırılmış, ormana dönüşmüş bir arazinin, nasıl taş ocağına dönüştürülmeye çalışıldığını. Taş ocağı yapılmak istenen yer, aynı zamanda Elmadağlılar’ın en yoğun olarak kullandığı mesire alanı. Üstelik Türkiye'nin en büyük yeraltı barajı olan Kargalı Barajı'nın, kuş uçuşu 300 metre yakınında. Oysa TÜBİTAK raporlarına göre taş ocaklarının, su kaynaklarına 5 kilometre uzak olması gerekiyor. Suyun ve ormanın katledilmesi göze alındığına göre, memlekette yer de taş da bitmiş demek.



Kutludüğün Köyü ders olmamış

Sık sık Milliyet Ankara Gazetesi’nde okuyorsunuz; taş ocaklarıyla ilgili yapılan şikayetleri ya da eylemleri. Hemen aklınıza Mamak civarındaki Kutludüğün Köyü gelmiştir çünkü canına tak ettiği için en çok şikayeti de eylemi de onlar yaptı bugüne kadar. Astım, kanser gibi hastalıkların artması,  çocukların sürekli hasta olup, normal gelişmesinin gerisinde kalması, Kutludüğünlüler’i sokağa dökmüştü. Tozu dumanı bitmediği için bitkiler, ağaçlar, tozdan görünmüyor, o tozlu bitkiyi hayvan yiyemiyor, su kirleniyor, ne insan ne hayvan  içebiliyordu. Önlem aldırmaya ise kimsenin dili, denetlemeye ayağı varmıyordu.



Akyurt ve Gölbaşı’nda durum

Çok var ama yakın zamanda gördüğüm bir iki örnek daha aklıma geliyor; Akyurt’un Çamköy’ü gibi. Taş ocakları yüzünden çökme tehlikesi yaşıyor, biçerdöverler, tarlalara girmeyi reddediyordu. Ya da Gölbaşı’nda andezit (Ankara taşı)ocakları gibi. Sukesen Deresi yoluyla Mogan Gölü’nün dibini doldurmuş, dere de göl de insanlar da imdat sesini duyuramıyordu. Ankara’nın çok acı bir anısıdır; Dikmen ya da Oran’ın sırtını dayadığı Çal Dağı var ya, o tepede kalan son alıç ağacına kıyan da yine bir taş ocağıdır. Ocaktan fışkıran taş kalplilik!


Daha ne şikayetler, şikayetçiler var ama Ankara’nın taş ocakları, belli ki Ankara’nın çok içinde. Ya da şehir, taş ocaklarını içine alacak hızla büyüyor. Her iki durumda da denetimleri sürdürmek, önlem almak gerekmiyor mu? Gerekmiyorsa başımıza taş yağıyor madem, günah kimin, onu bilsek bari!

5 Mayıs 2013 Pazar

BİR HÜZÜNLÜ BAŞMİMAR


03.05.2013 Milliyet-Ankara Gazetesi



Bir hüzünlü heykel olmuş. Heykel değil de üzüntüsünden taş kesilmiş gibi. Bizim memlekette heykelsen üzülürsün. Unutmamak için, saygı için, örnek olasın diye dikilirsin ama yüreği senin kadar katı olabilir seni kollamakla yükümlü olanların ve önünden gelip, geçenlerin. Ne senin eserlerini ne de eser olarak seni tanırlar. Bir sanat eserine duyulacak ilgiyi,  saygı da göremezsin. Taşsındır. Birisi getirip, koymuştur oraya.



Hüznünü paylaşayım

3 yıldır her önünden geçişte içim burkuluyor, “Yazayım da hüznünü paylaşayım” diyorum. Oysa uzun yıllar oldu, yalnız, sanki hergün daha da düşünceli görünüyor bu bahçenin köşesinde. Önünden cayır cayır trafik, insan akıyor ancak o kalabalığın içinde, koyu bir ıssızlık basmış bahçenin bu köşesini. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nin, sadece bu köşesi bakımsız bahçesinde, kenara itilmiş bir heykel.



Kimin heykeli o?

Fakültenin hocalarından Profesör Doktor Aliye Öztan’la konuşuyorduk, kendisiyle paylaştım konuyu. Okula ilk başlayan öğrencilere, biraz zaman tanıyor ve bir gün “Pencereden aşağı bakın” diyor, soruyormuş “Kimin heykeli o?” Piri Reis mi diyen, Fatih Sultan Mehmet mi diyen, nasıl yakıştırdıysa Mithat Paşa diyen mi istersiniz, sayıyorlarmış. “Kim olduğunu  hiç merak etmemişler” diye yakındı Aliye hoca. İyi ki Nasreddin Hoca diyen çıkmamış. Eşeğin olmadığını fark etmişler hiç olmazsa!



O heykel, tarihte övündüğümüz birkaç dehadan biri, mimarbaşı Mimar Sinan’ın heykeli. 92 cami, 52 mescit, 57 medrese, 7 darül-kurra (medresenin, kuran okuma yöntemleri öğretilen bölümü), 22 türbe, 17 imaret, 3 darüşşifa (hastane), 5 su yolu, 8 köprü, 20 kervansaray, 36 saray, 8 mahzen ve 48 hamamla bir insan ömrüne, bizim de aklımıza sığması zor 375 eserin sahibi. Edirne’de, “Ustalık eserim” dediği Selimiye Camisi, ‘Dünya Kültür Mirası Listesi’ne alındı. Ancak dünya çapında ustalığının aksine İstanbul’da, ‘kalfalık eseri’ Süleymaniye Camisi’nin arkasında, iki yolun ortasına sıkışmış,  göze batmayan, mütevazı bir türbede yatıyor.



Sadelik değil ilgisizlik

Ankara’da, fakülte bahçesindeki heykelinin haliyse çok  düşündürücü. Türbesi gibi mütevazılıktan çok ilgisizlikten kaynaklanıyor heykelinin çevresindeki aşırı sadelik. Heykeli de düşünceli zaten. Ya memleketin durumunu, ya başkentin sorunlarını ya da bu bahçede düştüğü durumu düşünüyor. Düşündükçe o köşede daha içine kapanıyor. Düşünmeyi bırakmış, artık üzülüyor sanki. Ben uzaktan görünce üzülüyorum, o yüzlerce öğrencinin, öğretmenin ve caddedeki kalabalığın arasında, yalnızlığına nasıl üzülmesin.



Yakışıyor mu?
Yakışmıyor. Hele bir üniversitenin bahçesine, hiç mi hiç yakışmıyor. Çevresi düzenli, çiçekli bir bahçe ve gençlerle sohbet edebilmesi için birkaç bank gerekiyor sadece. Ne kadar zormuş ki yıllardır bu köşe, ıssız bakımsız, ihmal ediliyor. Hektarlarca park yapan Ankara, 1 dönüm bahçeyi düzenleyemiyor. Belki de bahçeyle düzenle ilgisi yok da kendi kültürüne ve başarıya saygı duyulmasını sevmiyor bizim memleket.

2 Mayıs 2013 Perşembe

ANKARA’DA GEZİ HAVASI


30.04.2013 Milliyet-Ankara Gazetesi



Güneşi gördük, birkaç gün ısınınca doğa, yeşil çağlıyor adeta. Çiçekler, yeşilin üzerine çekilmiş rengarenk oyalı bir yemeniydi, geçit törenindeki sıralarını savmak üzereler. Tomurcuklandı, sıra güllerde. Evler dar gelir, sığamayız, “Nereye gitsek?” diye dolanırız artık içinde.



“Nereye gitsek?” deyince birkaç yer gelir Ankaralılar’ın aklına. Ezberi bozmaz, Amasra’ya, Abant’a gider de Ankara’nın, dibindeki doğa harikalarından haberi yoktur çoğunun. Oysa “Burası Ankara mı?” dedirtecek o kadar çok yer var ki bazısını  gezmeye hafta yetmez. Bahar yelleri esiyor başımızda, havalar aklımızı çeliyor, hep gidesi ağır basıyor insanın. “Nereye gitsek?” diye düşündüm de bilindik yerler dışında birkaç tane yer geldi aklıma. Yolunuz düşecek olursa aklınızda bulunsun diye.



Bildiğimizden çok Ankara

Gölbaşı’nda Mogan Gölünü, Eymir’i, Kazan’da Kurtboğazı Barajı’nı, Nallıhan’da Kuş Cenneti’ni, Çubuk’ta Karagöl’ü, Kızılcahamam’da Soğuksu Milli Parkı’nı, Çamlıdere’nin Aluçdağ Yaylası’nı, Şereflikoçhisar’da Tuz Gölü’nü, Beypazarı’nda, İnözü Vadisi’ni, Ayaş Kaplıcaları’nı, Kalecik Kalesi’ni, Polatlı’da Alagöz Karargahı’nı, Duatepe’yi ve eşek kulaklı Kral Midas’ın Gordion şehrini, biliyorsunuz. Büyük ihtimal buraları görüp, “Bu ilçede, bu beldede başka bir yer var mı?”  diye sormadan geri dönüyorsunuz. Var hem de yeni keşfedilen ya da turizme yeni açılan yerler var. Birkaç tanesini ben sayayım, gerisini de gittiğiniz zaman sorar, öğrenirsiniz. Nallıhan’ı gezmeye 3 gün yetmediğini görünce Ankara’yı keşfetmeye başlayacaksınız. Demişken Nallıhan’dan başlayalım o zaman.



Gezmeye birkaç öneri

Nallıhan'da Uluhan, Hoşebe mesirelerinden, Bozyaka Göleti, Juliapolis harabeleri, Ilıca Şelalesi’nden başka Karacasu ve Akdere köylerinde köy pansiyonculuğu başladı. Kendi elinizle topladığınız köy yumurtası, bahçe domatesiyle kahvaltı gezmeye başlamadan önce.

Kalecik Kalesi’nin eteklerindeki bağ evlerini, TOKİ konutlarına dönüşmeden önce görmelisiniz. Kızılırmak’a komşu bağlarında dolaşıp, eski Tekel Şaraphanesi’nin ya da bazı bağ evlerinin herkese açık bahçesinde yayılarak şarabınızı yudumlayabilirsiniz.

Kızılcahamam-Çamlıdere arasında yeni bir jeopark kuruldu sayılır. Dünyanın en büyük fosil ağaç ormanlarından biri  Pelitçik’de. Edelek Yaylası’nda, 20 milyon yaşında Topuzun İn mağarası, Balcılar ve Beşkonak’ta istiflenmiş 15 milyon yaşında bazalt sütunları, Beşkonak’ta balıklar, yılanlar, kurbağalar, böcekler, yapraklar her şeyin fosili var. Çubuk gibi görülesi bir de Karagöl’ü var.

Güdül evleriyle meşhur, çoğu korunuyor. Sakin ilçe, kafa dinlemelik. Sonra Kirmir Vadisi, İn-önü Mağaraları gezmelik,  Sorgun Yaylası ve Göleti, yemelik-içmelik.

Evren’in, bir Hirfanlı Barajı manzarası var, bütün doğa sporlarına elverişli ama kıymetini bilememiş hem Ankara yöneticileri hem de ilgili bakanlıklar.

Beypazarı’nda, içini gezdikten sonra Eğriova, Tekke Yaylaları, Kirmir Çayı boyunca Gönen Vadisi’nde devam ediyor gösteri.

Kazan’da, Asarkaya Kütlesi, Bitik Höyüğü’nde, ‘Bakır Çağı’na kadar giden katmanlar var.



Gezesimiz mi gelmiş?
Birkaç anımsatma bunlar. İlk gördüğünüz ve duyduğunuz yerleri gezin, sonra sorun; her ilçede her beldede yeni bir yer keşfedeceksiniz. Ankara’yı, bilmiyoruz efendim, bilmiyoruz. Abant’ı, Amasra’yı ezbere biliyoruz ama. Gezesim mi gelmiş ne; hırsımı çıkaracak yer bulamayınca Abant, Amasra gitti güme!