28 Aralık 2010 Salı

ANKARA’NIN KASVETLİ HAFTASI

28.12.2010 Milliyet-Ankara Gazetesi

Tatsız başladı hafta. Ankara’dan taşınacak kurumlar ve bankalarla ilgili ‘Torba Yasa Taslağı’nın, Meclis Genel Kurulu’na geleceği haftaya tatsız bir gelişme daha eklendi; 1932’den beri her yıl yapılan ‘Ata’ya Saygı Alayı’nın yürüyüşü, bu yıl iptal edildi. 77 yıldır hiç aksamadan yürümüştü Seymenler. Atatürk’ün, Ankara’ya gelişinin 91. yılını kutladığımız bu 27 Aralık’ta, Ata’ya Saygı Alayı’nın 78. yürüyüşü olacaktı. Ankara Valiliği, trafik yoğunluğu nedeniyle sadece bu yıla ilişkin, Seymenler’den izin istedi.

Ankara Valisi Aladdin Yüksel, göreve başlamasıyla kısa sürede herkesin ilgi ve övgüyle adını andığı bir vali oldu. O yüzden bu tatsız kararın altındaki imzayı, kaba bir eleştiriyle geçiştirmek yanlış olur. Başta bu yürüyüşün ev sahibi kabul edilen Ankara Kulübü olmak üzere, tek tek görüşülmüş, ilgili dernek ve kişiler ikna edilmiş. Buruk bir kabul tabii; bir gelenek, kesintiye uğruyor. Bir sürecin uzantısı bunlar, nedeni var.

Üç sayılık atışlar
Yaklaşık 3 haftadır, Milliyet Ankara Gazetesi olarak, davul çalıyoruz ensenizde; Cumhuriyet’in kasaları, bankaları, başkentten İstanbul’a taşınıyor diye. Gördük ki bu kurumların, Kuğulu Park kadar bile etkisi yokmuş Ankaralılar üzerinde. Üç dernek ya da oda bir araya gelip, ortak bir ses veremediler. Kuğulu Park için çıkartılan gürültü, hergün televizyon ve gazeteleri meşgul etmişti. Bu durumda tahminim şudur: Ziraat Bankası, Halk Bankası ve Vakıfbank başta olmak üzere, Sermaye Piyasası Kurulu (SPK), Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu (BDDK) gibi kurumların taşınmasını içeren ‘Torba Yasa’,  Meclis’ten kolay geçer. 3 sayılık basket, ‘torba’ya düşer!

Başka 3 sayılık atışlar olur, onlar da sayıya döner bundan sonra. Ankara’nın, aklı parçalanmış; ortak dava ya da çıkarlarını, ayıramaz, savunamaz olmuş. Ankara’nın sakinleri, kafasına vur, lokmasını al sakinleri olmuş. Günü geldiğinde birlik olabilme, ortak bir sesle karşı koyma becerisini yitirmiş. Kafası gibi, sahipleri de bölünmüş.

27 Aralık 1919, Milli Mücadele’nin seyri ve Kurtuluş Savaşı’nın başarıya ulaşması açısından bir dönüm noktasıdır. Mustafa Kemal ve arkadaşlarını, birlik olmuş bir Ankara karşıladı  Dikmen sırtlarında. O beraberlik, devletin merkezini ve başkent sıfatını kazandırdı Ankara’ya. Şimdi bölünmüş, şaşkın Ankara’nın, kaybedişini izliyoruz.

Basiretsiz Ankara
Bugün, birçok ilgisiz Ankaralı’nın, haberi bile olmadan yapılır ‘Ata’ya Saygı Alayı’nın yürüyüşü. İşte bu yürüyüşün, bir kereye mahsus ta olsa iptal edilmesi, bölünmüşlük, sahip çıkamama hissini çağrıştırıyor bana. Her ne kadar vali Aladdin Yüksel, devlet adamlığı ve nezaketiyle bu bölünmeyi ertelemek istese de olan olmuştur. Birlik olsa Ankaralılar, kısa zamanda sahiplendiği valisi, böyle bir karar alır mıydı?

27 Aralık 2010 Pazartesi gününe, buruk bir kutlamayla başlayan Ankara, kasalarına ve köklü kurumlarına el sallayarak bitirecek galiba haftayı. Sıkıcı, kasvetli bir hafta olacak. Bu kasvetli haftanın acısı hissedildiğinde, Ankara için çok geç olacak. O zaman da gözler, çaresizce boşuna Dikmen sırtlarını tarayacak.

25 Aralık 2010 Cumartesi

ÇARPIK ALGILAMA

24.12.2010 Milliyet-Ankara Gazetesi

EGO otobüslerine, “çukur algılayıcı” takılacakmış. Büyükşehir Belediye Meclisi, bu algılayıcıların, Fen İşleri’ne ait araçlar yerine EGO otobüslerine takılmasının daha az maliyetli olacağına karar vermiş. ‘Çukur algılayıcılar’, özel cihazlarla çukuru, merkeze bildirecekmiş.

Işık görmüş bıldırcını aratmayacak bir sersemlik çöküyor bazı haberleri okuduğumda. “Neredeyim ben?” dedirtiyor, gerçek yaşamdan koparıyor bazıları. ‘Çukur algılayıcısı’ icadı yapılmış, Ankara’ya bile gelmiş. Hangi araca takınca daha ucuz olacağına kalmış iş. Hayatımda ilk kez duyduğum bu teknolojik icat ve Ankara’da oluşu, çok sersemletti beni. Kalakaldım öylece, algılayamadım. Altına sığınacak otobüs durağımız yok, çukuru merkeze bildiren aletimiz var!

EXPO 2020 hayali
EXPO 2020 hayali süslüyor Ankara’nın rüyalarını. Bu hayali, Ankaralılar’ın paylaştığına emin değilim. Ankara Genç İşadamları Derneği (ANGİAD) Başkanı Abdullah Değer, “EXPO hazırlıkları için, 1 milyar dolarlık bir bütçe gerekiyor. Yarısını Ankara Kalkınma Ajansı karşılarsa diğer yarısını biz karşılarız” demiş. Yani 500 milyon dolarını… Bıldırcın gibi, bu ışıltıya da bakarken sersemliyorum. “Tamam” dense tak, 500 milyon dolar hazır.

EXPO nedir? 150 yıldır, her 5 yılda bir düzenlenen bir Dünya Fuarı. 6 ay sürüyor. Binlerce sergi, tanıtım ve etkinlik düzenleniyor bu sürede. EXPO düzenlenen kentte, baştan aşağı her şey etkileniyor; kent alt yapısı, turizm, ticaret, sanat. Örneğin, en son 2010 EXPO’su, Çin’in Şangay kentinde yapıldı ve bizim ülkenin nüfusu kadar bir kalabalık ziyaret etti: 73 milyon kişi. 20 milyon turist getirecek diye yapmadığı kalmayan Türkiye kadar. Şu küçük ayrıntıyı da atlamayalım; EXPO 2010 Şangay için, yaklaşık 50 milyar dolar harcadı Çin devleti.

Testi kırılmadan
“Kardeşim seviyor musun, dövüyor musun?” diye tereddüt edenlere… “Müsaadenizle Nasreddin Hoca gibi, testi kırılmadan biraz hırpalayacağım” demek istiyorum. Çünkü…

Çünkü 1 milyar dolar, Ankara’nın, sadece yarım kalmış metro hatlarını bile anca karşılayacak bir bütçe. Haydi onu Ulaştırma Bakanlığı hallediyor diyelim. Beypazarı ve biraz da Gordion dışında tarihi ve turistik dokusu tamamen tahrip olmuş bir Ankara duruyor önümüzde. Hesaplar hep EXPO alanı için yapılıyor. Fuardan çıkan ziyaretçileri, nereye götüreceksiniz? Ulus’u, Kale’yi göstermeden, otobüslerle şehir dışına mı çıkaracaksınız? Belki İstanbul’a götürürsünüz! Fuar alanından çıktıklarında, nereyi gezecek, iki mütevazı lokanta dışında yerel yemekleri nerede yiyip, içecek, ulaşımlarını nasıl sağlayacak misafirlerimiz? Kazara biraz şiddetli yağmur yağsa alt geçitlere yüzmeye mi götüreceksiniz? Hacı Bayram, AŞTİ’ye benzemiş, otobüsleri oradan mı kaldıracaksınız? Durun ve bir bakın Ankara’ya lütfen; çok derin ve temel sorunları var kentin.

Temel eksikler, çarpık algılama
‘Çukur algılayıcısı’yla EXPO 2020’nin ne alakası mı var? İkisi de ben de aynı sersemliği yaratıyor o yüzden. Hoşafın suyunu emmiş elma dilimi gibi ıslanıyor Ankaralı, olmayan otobüs duraklarında. Balık istifi tıkılıyor belediye otobüslerine. Planlanan bütün metro hatları bitirilse bile yenileri acilen sırada bekliyor. Kale’ye, taksi ve tabanlarımız dışında ulaşım aracı yok. Yürüyen merdivenleri, eksik, olanlar da yürümüyor. Bozkırda, sele kapılıyoruz. Yön tabelaları hatalı, hep kayboluyoruz.

Sokaklar, hayallerinizi ve teknolojilerinizi bu yüzden paylaşamıyor. Sokakları başka yere, yönetici ve girişimcileri başka yere bakıyor Ankara’nın. Asgariyi algılayamayan, azamiyi algılıyorsa eğer, ‘çarpık algılama’ olur bu durumda. Yapılanlar da geliştirici değil, olsa olsa geçici olur.

22 Aralık 2010 Çarşamba

EN RAHAT KURULTAY’IN NOTLARI

21.12.2010 Milliyet-Ankara Gazetesi

Tecrübeli gazeteci dostlarımızın, ortak kanaatine bakılırsa gazeteci, televizyoncu camiasının yaşadığı en rahat ve sakin geçen kurultayına şahitlik etmek nasipmiş. 15. Olağanüstü ama 49. Kurultayı’na. Kargaşa olmayınca gözlem de kolay oldu. Önümüze hoplayıp, davul, zurna çalarak kısmetini arayan Roman müzisyenleri geçip, köfte, kokoreç tezgahları arasından salona girdik.

Salon
Gönül rahatlığıyla 12 bin kişilik Arena Çok Amaçlı Spor Salonu, 27 bin kişi olarak açıklanan katılımcılara karşın, ilk kurultay sınavını başarıyla verdi diyebiliriz. Çok kapılı ve geniş girişleri, kantini, yemek salonu, geniş tuvaletleriyle 27 bin kişinin trafiğini rahatça kaldırdı. Ankara’nın, bu medeni salonlara, fuar ve kongre merkezlerine olan ihtiyacını bir kez daha anımsamış olduk. Gar gibi tarihi mekanları, gölgeleyecek yakınlıkta yapmamak koşuluyla  tabii.

Kemal Kılıçdaroğlu
İçeri girmesiyle salonu, ayağa kaldırdı. Selamlama ardından salon yerine oturdu, bir daha da pek kalkamadı. Konuşması sırasında, izleyiciler slogan atmaya başlarken Kılıçdaroğlu, lafına devam ederek sloganları kursağında bıraktı partililerin. Kılıçdaroğlu’nun, tezahürat beklediği bazı yerlerde de izleyiciler geç kaldı. Ayarı tutturamadılar. Kılıçdaroğlu mütevazi, izleyiciler kararsız, birkaç denk düşme dışında, ağız tadıyla coşamadı salon. Ancak Gandi’nin, siyasi etkisi, salonun her yerinde konuşuldu.

İzleyiciler
Salonda yerlerini aldıklarında, gayet düzenli bir görüntü verdiler. Kurultayın, ne başında ne sonunda hiçbir aşırılık ya da olumsuzluk yaşanmadı. Kılıçdaroğlu’ndan sonra en çok Sabih Kanadoğlu’nu alkışladılar. Sarı baretleriyle Zonguldak’lı partililer, en kolay seçilebilendi. Bir de her delegesine, belediye başkanına ve milletvekiline tezahüratiyla dikkat çeken İzmir’li partililer. Kılıçdaroğlu’nun, konuşması sırasında salonun ortasına doğru salladırılan “68 Ruhuyla Halkın İktidarını Kurmaya Geliyoruz” yazılı bez afişe, bütün salon coşkuyla karşılık verdi.  


Düzen içinde coşup, efendi efendi liderlerini dinleyip, sessiz sedasız salondan ayrıldılar.


Gazeteciler, televizyoncular
Kurultay rahat, salon da sakin olunca gazeteci, televizyoncu arkadaşlarımıza yöneldi dikkatler. Ne çok gazete ve televizyonumuz varmış; salonun göbeğini olduğu gibi, tıka basa kapladılar. Sadece Milliyet ekibi olarak biz, 12 kişiydik. Konuşmaları ve gözlemleri anında yazan muhabir arkadaşlarımız dışında, nöbetleşe paylaştık sandalyeleri.






Bu gazeteci, televizyoncu takımı bir acayiptir: Bir bakarsınız birinin sırtında dolaşıyor, bir bakarsınız birini sırtına almış geliyor. Sırtında dolaştığı bir partili ya da parti yetkilisidir; bilgi almak için biner tepesine, istediğini alana kadar da bırakmaz peşini. Sırtında partili getirense genelde televizyoncudur;  yayına katılması için, yakalayabildikleri en popüler isimleri sırtlar, kameranın önüne oturtuverirler. Kolundan çekiştirilmekten sersemlemiş partililer, konuğu diğer kanala kaptırmış olduğu için kızgın ve ağlamaklı sunucular, sakin kurultayda, kaçamıyordu gözlerden!

Bu gazeteci ve televizyoncu takımı bir de şöyle gariptir: Aynı anda haber yazarken telefonla konuşur, önündeki parti meclisi listesine göz gezdirir, o sırada geçmekte olan partiliyi yakalar, bacakları masanın altında tango figürleriyle dans eder gibi kıpırdanırken benim, Ankara’dan taşınmaya çalışılan finans kurumlarıyla ilgili “Torba Yasa, genel kurula ne zaman geliyor?” sorumu yanıtlar, iki ayrı yöne açık kulakları, her iki yönden gelen en ufak fısıltıya tam kapasite açık, kumanyasından atıştırmayı becerebilirler.
Milliyet ekibi, 12 kişiyle izledi kurultayı

Tarifi imkansız, acayip bir şeydirler yani. Bir süre sonra gazetecileri ayıran şerit açılınca, elleri arkada, onları izleyen, beraber fotoğraf çektiren, sorular soran partililer doluştu alana. Gazeteci ve televizyoncuların, artık mesleğini uygularken bile temaşa sanatındaki yerini aldığı fikri oluştu bende.

En son teknoloji, kendini, muhafazakar demokrat ya da mukaddesatçı muhafazakar olarak tarif eden arkadaşlarımızdaydı. İleri teknoloji de muhafazakarlık tanımıyorlardı. Gazetecilik ve televizyonculuk alanındaki son teknolojiyi, maharetle kullanıyorlardı. Bizim piyasada son teknoloji, her zaman kıskanılır; onlar da bunun farkındaydı!


Kapanış
Oylar sayıldı, sonuçlar açıklandı. Gece 21:30 civarıydı. Tuvalette, 7-8 kişilik bir gurubun, onca arazi içinde yer yokmuş gibi, kimi duvara yaslanmış, barda muhabbet ediyorcasına söyleştiğini gördüm: “Şu teşkilattan şunu tanıyor musun.. siz nerede kalıyorsunuz.. o adam iyiydi il başkanı olarak” diye sesleri yankılanıyordu içeride. Kameralar sökülmeye,  muhabirler toplanmaya başladı. Canlı yayın arabalarına uzanan yüzlerce kablonun üzerinden salondan ayrıldık. Eve geldiğimde ‘Son Dakika’ haberi, “Kurultay’da Son Dakika Krizi” diye geçiyordu. Ya sabır!..

Tüm günden aklımda kalan en etkili cümleyi, Kılıçdaroğlu’nun konuşmasından sonra dışarıda, yanımızdan geçen bir partili sarfetti: “Boşver, coşkusuz olsun, coşkulusunu da gördük biz. Belki bu sefer, böylesi işe yarar!”

Fotoğraflar: Ali İnandım

19 Aralık 2010 Pazar

UYUYAN GÜZEL

17.12.2010 Milliyet-Ankara Gazetesi

Ah güzel Ankaram benim, mışıl mışıl uyuyor! Deprem oluyor, katiyen uykusundan fedakarlık etmiyor. Evden eşyaları taşıyorlar, “Yahu birader, ne yapıyorsunuz?” diye sormuyor. “Eşyalar gidiyor, uyan!” diye üsteleyene, yersiz bir sevecenlikle gülümsüyor. Gönlü mü geniş, yavaş algılama sorunu mu var, küsmüş te belli mi etmiyor, ayırt edilemiyor.

Muazzam kayıp
Yaklaşık 2 haftadır, Milliyet Ankara Gazetesi olarak, ısrarla Ankara’dan taşınmaya çalışılan kurumlara dikkat çekmeye çalışıyoruz. “Ziraat Bankası, Halk Bankası, Vakıfbank merkezleri yanında, Sermaye Piyasası Kurulu (SPK), Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu (BDDK) ‘torba yasa’yla İstanbul’a taşınıyor” diye her açıdan konuyu ortaya koymaya, açıklık getirmeye çalışıyoruz. Ses çıkmıyor. Sormadan konuşmayan Ankara, ketum sessizliğini kıramıyor bir türlü.

- Efendim bankalar, kurumlar gidiyor, Merkez Bankası sırada.
- Yaaa, değil mi efendim, olacak şey değil.
- Oldu diyebiliriz efendim, ihtimal değil artık.
- Yaaa, değil mi efendim, ne muazzam bir kayıp.
-  Muazzam efendim…
- Yaaa, değil mi efendim, olacak şey mi yani?

5 milyonluk Ankara’nın, ‘torba yasa’ya karşı takındığı tavır, verdiği tepki, şu sohbetin içeriğini aşamadı maalesef. Bazı eylemlere, bir gecede hazırlanabilen sivil toplum örgütleri, dernekler, odalar, esnaf, tüccar, memur, işçi, siyasiler, partiler, cirmi kadar bile yer yakamadı. Bir araya gelip, ortak ses veremediler. Reklam tabelalarını afişlerle donatıp, Hasankeyf ya da Allianoi’de çıkartılan gürültüyü, ıslık kadar seslendiremediler. Sormadan tepki verdiklerini bile anlayamadık. Bilinçli Ankara, tarih olmuş, bu vesileyle onu öğrenmiş olduk.

Ulus esnafı
İnsanların siyasi görüşleri, bir de ortak çıkarları vardır. İkisini birbirinden ayıramayınca yanlış karar verme ihtimali de yüksek olur. Çünkü kafa karışır. Ulus esnafı, bir sabah kepenk açtığında, Ziraat Bankası’yla Merkez Bankası’nın yerinde yeller estiğini görünce ne yapacak acaba? Dedeleri, babalarıyla 80 yıldır hizmet verdikleri bu köklü kurumların, kasası gidip, binası kalınca Ulus’un yeni çehresinde ne görecekler? Ulus, iki köklü devlet kurumundan ve tarihi mirasından olacak ama esnaf neyinden olacak; meçhul. Bir ümit, Hacı Bayram’ın kapısı çalınacaksa eğer, beklesinler ben de geliyorum; açılmış ‘torba’ya, edilmiş duaya amin demek, beraberce hazretten medet dilemek için!

Güzel uyurken çöküyor
Deprem oluyor, fırtına kopuyor, seller basıyor, güzel Ankara uyuyor. Bir çuval şekeri verip, bir çubuk pamuk helvaya razı çocuk gibi, EXPO 2020’yle oyalanıyor. Gelişmiş teknoloji ve olanaklarla övünenler, hiçbirini kullanmadan, bu elden kayışı izliyor. Başkasının rüyasına dalan güzel Ankara, yüzünde huzurlu bir gülümsemeyle, kendinden geçmiş kestiriyor. 1950’lerde başlayan duraklama, 1970’lerde hızlanan gerilemeyle sonuçlanıyor. Etrafınızda gördüğünüz her güzel şeye aldanmayın; tarımı, hayvancılığı, sanayisi hızla küçülen Ankara, son taşınmalarla belli ki çöküş dönemine giriyor.

Güzel Ankara uyuyor. Uyuyan güzel, uyudukça bazılarına güzel ama Ankaralılar’a ve onu başkent yapanlara, çirkin görünüyor.

15 Aralık 2010 Çarşamba

‘TORBA’YA SIĞAN ANKARA

14.12.2010 Milliyet-Ankara Gazetesi

O kadar hafife alınmış ki ‘torba’ya atılıvermiş aradan çıksın gibisinden. Birçok yasa tasarısını içeren  ‘torba yasa’ya, yaklaşık 40 bin kişinin ve yüzlerce milyon (trilyon) liranın geleceği sığıvermiş. Ankara’dan, okkalı bir aslan payı koparılmak üzere. Başkent’in derdi gibi görünse de hiç öyle değil aslında.

İzmir’e, Kayseri’ye, Adana’ya, Malatya’ya, Gaziantep’e, Mersin’e, Diyarbakır’a olsa daha az tepki verirdik belki ama banka merkezlerinin, Ankara’dan İstanbul’a taşınmasını anlamakta zorluk çekiyoruz. Sermayenin ülkeye yayılması yerine sürekli aynı noktaya yığılmasını, ülkenin değil, bir bölgenin gelişmesi olarak tanımlıyor şehir ve bölge planlamacıları. Toplumbilimcilerin saptamalarını da eklersek ülke çapında bir dengesizliği körüklemeye devam ettiğimiz anlaşılıyor bu taşınmalarla.

2001 ekonomik krizinden bu yana İstanbul’un nüfusu, 4 milyon, Ankara’nın, 600 bin kişi artmış. Biri 12 milyon 800 bin, diğeri 4 milyon 600 bin olmuş. Oysa Cumhuriyet’in kuruluşu ve Ankara’nın başkent oluşundan sonra aynı İstanbul, göç vermiş. Ankara’da başlanan ve Anadolu’ya yayılan yatırımlar, 200 bin kişinin sadece İstanbul’dan göçmesine neden olmuş. O zamanki İstanbul’da, 5 kişiden biri göçmüş yani.

Sıra-Büyüklük Kuralı
Kentsel sistemin dengeli olup, olmadığını gösteren bir ölçüt var; ‘sıra-büyüklük kuralı’ diye. Bölge bilimcileri ve makro coğrafyacıların kullandığı bir formülle saptanıyor. Ülkede tek egemen kent bulunup, bulunmadığı, böylece dengeli bir dağılımın olup, olmadığını gösteren kıstaslar var. İkinci sıradaki kent büyüklüğü, birincinin yarısı kadar ise ülkede dengeli bir dağılım olduğunun işaretiymiş. İkinci kent birinci kentin yarısından küçüldükçe dengesiz bir dağılım var demekmiş.

Son 10 yıla ilişkin büyüklük kıyaslaması elimizde yok ancak Ankara ve İstanbul’daki nüfus artışını, denge bozukluğunun işaretlerinden biri sayabiliriz. Biri 4 milyon, diğeri 600 bin artmış. Ankara, İstanbul’un dörtte biri kadar bile göç alamamış. Ankara’nın ve Anadolu’nun kurumları, şirketleri, merkezlerini, fabrikalarını taşıdıkça bu oran bozulmaya, dengesizlik te artmaya devam edecek demektir.

Kent ve bölge planlamacıları açısından bakarsanız Ankara’nın çağdaş gelişimi, örnek olma niteliği, 1950 yılından sonra durmuş diyebiliriz. 1923’ten sonra her alanda başlattığı sıçrama, kesintiye uğramış ve herhangi bir Anadolu kentinden farkı kalmamıştır. Devletin merkezi olmuş, kendine faydası olmamıştır. Öncülüğü taşıyamayan yöneticiler, göz göre göre, bayrağı kaptırmıştır.

Torba Anadolu’yu taşıyor
İşte bugün başkent, öncülüğü kaptırmaya, olanaklarını, altın tepsiyle sessiz sedasız sunmaya devam ediyor. Partiler, vekiller, 60 yıl öncesine göre daha güçlenmiş dernekler, odalar, cılız itirazlarıyla kalıyor, topyekün, güçlü bir ses veremiyor. Ankara, ‘torba’ya sığıyor, ‘torba’ İstanbul’a açılıyor.

“Aldın cetveli eline, tahtaya vura vura, yine ne anlatıyorsun efendi?” diyenlere özet: Ülke, eskisi gibi gidip, İstanbul ve çevresine yığılıyor. Memlekette yer yokmuş gibi, yarı çapı 100 kilometreye ulaşmış bir kent, Anadolu’yu yutuyor. Anadolu’da doğan ‘kaplanlar’, Anadolu’yu, ‘torba’da taşıyor!

Oldu mu özet?

11 Aralık 2010 Cumartesi

SUS ÖYLE OTUR ANKARA

10.12.2010 Milliyet-Ankara Gazetesi

‘Torba’dan Ankara’ya, ‘nanay’ çıktı. ‘Torba Yasa’ diye bir şey var, tombala torbası gibi ne çıkarsa bahtınıza. 30 yıldır Ankara’ya ‘nanay’ çıkıyor. Bu kez de torbadan Merkez Bankası (MB), Sermaye Piyasası Kurulu (SPK), Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu (BDDK) ve Türkiye'nin en köklü bankalarından Ziraat Bankası'nın da bulunduğu bazı bankaların merkezlerini, Ankara’dan İstanbul’a taşıyacak ‘nanay’ı çekiyordu Ankara.

Gazetemizin Haber Koordinatörü Ayhan Aydemir, aylardır “Uyanın millet, taşınıyor!” diye yazdı, durdu. Kaleminde mürekkep, bilgisayarında takat kalmadı. Hatta bir bakanımız, “Nereden çıkarıyorsun kardeşim, gündemde yok öyle bir şey” diye çıkışmış kendisine. Nasıl girmişse oraya, ‘torba’dan çıkan ne sayın Bakanım? Size katılıyorum, suçlu Ayhan Aydemir’dir; 40 kere söylersen olur tabii, nakarat gibi niye tekrarlıyorsun değil mi efendim?

Maliyeti parayla kıyaslanmaz
Bir banka merkezini taşımakla Merkez Bankası’nı taşımak aynı şey değildir. Devletin kasası, bir binadan ve içinde çalışanlardan ibaret, basit bir kurum olarak kabul edilemez. Devlet olmanın en önemli göstergelerindendir. Oyuncak gibi oradan oraya gezemeyecek kadar ağır bir sorumluluğu vardır; diğer bankaların da uymak zorunda olduğu, ülkenin, para politikasını belirler. Bağımsızlığı ve karar organlarına yakınlığı çok önemlidir. Hele bizim gibi ülkelerde… Yıllık 200 ile 400 milyon(trilyon) lira gibi bir kaynağın Ankara’dan çıkarılması bile hafif kalır, siyasi ve toplumsal maliyetler karşısında. Şaka değil bu.

İş camiasından bir derneğin başkanı, “Amerika önümüzde iyi bir örnek. Finans merkezi New York’un, başkent Washington’un bürokratik yapısından ayrı tutularak kurulması onlara dünyanın en hareketli finans merkezlerinden birine sahip olma şansını verdi” demiş. Ancak dünyanın en büyük ekonomik krizinin, 2 yıl önce o merkezde patladığını, hala da çözülemediğini unutuvermiş maalesef sayın başkan.

Ticari zeka
Türkiye’nin, bölgesel bir kasa, geleceğin en güçlü ekonomilerinden biri olmasına itirazımız olamaz. Yalnız kim kime sordu, kim nasıl karar verdi bu kasanın, İstanbul Ataşehir’e kurulmasına, onu bilmiyoruz. Muamma!.. Şimdi bu muamma, Ankara’nın yarattığı değerleri, ayartmakla meşgul.

Bazı dernekler, “Merkez Bankası’nı ve diğer kurumları alıyorsanız Ankara’ya şunları verin o zaman” gibi taleplerde bulunmuş. Devlet ve kurumları, ticari takas ürünü olmuş, özelleşme tavan yapmış. Böyle kurnaz, ticari zeka görülmemiştir!

Son gelen habere göreyse Merkez Bankası’nın, taşınması ‘torba’dan çıkarılmış. Bunu ‘ertelendi’ diye anlamak lazım çünkü aldığımız duyumlara göre taşınma çalışmaları ve inşaatlar tam hız devam ediyormuş. Merkez Bankası dışındaki kurumlar ise ‘torba’da kalmış anlaşılan, gidici onlar.

Boğaz hayalleri
Bana sorarsanız bütün çarpıklığına karşın, dünyanın en güzel kentidir İstanbul. Boğaz ve Haliç’in, dünyada benzeri yok. Kendinden alır insanı, coşturur, hayallere dalarsınız. Boğazın zerafeti, milletin sefaletini perdeler. Boğaz’da dalınan hayaller, Osmanlı’nın sonu, Türkiye Cumhuriyeti’nin başlangıcı olmuştur. Görülüyor ki Boğaz’da yeni hayaller kuruluyor ve kışkırtıcı bir maceraya atılmanın tatlı rehaveti, ülkeyi ciddi bir dönemece sürüklüyor.

Aman rahatını bozma, sus öyle, otur Ankara!

8 Aralık 2010 Çarşamba

SBS-LYS-YGS-KPSS VS VS…

07.12.2010 Milliyet-Ankara Gazetesi

Bir Cumartesi akşamüzeri, Sıhhiye’den metroya bindim. Görüntü şöyleydi: Önümdeki sıraya, meşrubat dolabı gibi, bir kapıdan diğer kapıya kadar, değişik ebatlarda çocuklar dizilmişti. Belli ki kursların ve dershanelerin tahliye saatine denk gelmişim, metro koltuklarına dizili bir demet çocuk ta tesadüfen bana göründü. En büyüğü, çatlasa 13 yaşında, aralarına tek bir yetişkin bile sızamamış. Üç tanesi hariç, gerisi ya hayatından bezmiş ya yorgunluk ve uykusuzluktan ağırlaşmış göz kapaklarıyla mücadele ediyordu. O üç tanesi de en küçükleriydi, cep telefonunda, güle eğlene oyun oynuyorlardı.

Test çocukları
Metro zaten etüt sınıfı gibi; üçte biri test çözer, ders notlarına göz gezdirir ya da bir şeyler okur. Yan yana tutsan boyunun yarısına denk gelir test kitabı ama azimle taşırlar o yükü. İçlerinde zembereği boşalanlar, eve dönerken de aynı iştahla test çözmeye devam eder. Sofraya oturunca fasulye, pilav, salata tabaklarını işaretliyordur bunlar. Anne ‘a’, baba ‘b’, Cevat ‘c’, dede ‘d’dir bu çocuklar için.

Yaş büyüdükçe ergenliğin verdiği coşkunlukla daha iddialı oluyorlar. Liseli bir delikanlı, arkadaşına, “Eve gidince 200 soru çözecem oğlum, sen sallama daha” diye sözde, arkadaşını uyarıyordu. Alenen müptela olmuş canım kardeşim; soru çözmek için eve gitmeye can atan delikanlı mı olurmuş!

Ayıklanmasın yetişsin
Haydi girdi üniversiteye, okudu, bitirdi. Bitmiyor. Bu kez de yok memurluk yok dil yok bilmem ne sınavı derken daha olgun oturmuş halleriyle test çözmeye devam ediyorlar. Üstelik iş ciddiye biniyor, bir yandan test çözerken aynı anda konuyla ilgili makaleler okuyorlar. Birkaç ay daha metroya binersem memuriyeti, bedavaya getiririm. Alim oldum metro yancılığıyla!

Bina bina, dershane kaplı caddeler, sokaklar. Eskiden Kızılay’la sokaklarındaydı. Şimdi kentin her yerindeler. Duvarlarında, tabelalarında, koca koca SBS-YGS-LYS-KPSS-KPDS-DGS-ÜDS-YDS biçiminde kısaltmalar yazıyor. Dershane mi, narkotik büro mu, anlamaz bilmeyen. Hangisi neydi, aklında tutamıyor insan. Okul sınıfları kadar çoklar. İlkokuldan, gençliğe elveda diyene kadar bitmeyen bir yarışa, at yetiştiriyorlar. En çok test kitapları satıyor kitapçılarda. Galibiyet duygusunu bağımlılığa dönüştüren, bir tür uyarıcıya benziyor testli sistem; adam yetiştirmek yerine ayıklamakta başarılı, heyecanı hiç düşürmeyen, keskin kıvamlı nane şekerine!

Su testisi su yolunda
Dershaneden, sapanla atılmış gibi fırlayan, metroda, gözlerinin feri solan çocuklar, gençler diziliyor koltuklara. Çocuklarını kucaklayacakları yaşta test çözen yetişkinler… Alimallah korkuyorum; yarın, öbür gün heyecana doymayan sistem, yeni sınavlar icat eder diye. Belki de “Yaman müptelası olduk, gençlikten yaşlılığa, yaşlılıktan emekliliğe, dedeliğe, nineliğe geçiş te sınavla yapılsın!” diye ayaklanır ahali. Alışmış, kudurmuştan beterdir!

Henüz farkındayken ve az testlenmiş bir nesil yaşarken frene basmak lazım bu yolda. Test kitapları arasında kurutulmuş çiçeklere çevirmeyelim çocuklarımızı. Yetişkini, test etmeyelim, yetişir artık. Ayıklamak yerine yetiştirelim. Yoksa bu testi, su yolunda, tuzla buz olacak.

4 Aralık 2010 Cumartesi

ANKARALILAR VE GENÇLER İŞBAŞINA

03.12.2010 Milliyet-Ankara Gazetesi

Ankara, yeni bir sıçramanın eşiğinde. Kısmi bir sıçrama değil bu; kültürel, ekonomik toplumsal, topyekün bir sıçrama. Kabına sığmıyor artık Ankara, düğme attı atacak darlıktan. Ankaralılar ve gençleri uyarmak isterim; dikkatli izleyin yeni gelişmeleri.

Ankaraseverleri uyarmak isterim çünkü sevdikleri kente bir katkıları olacaksa zamanı geliyor. Gençleri uyarmak isterim çünkü hem zamanlarını değerlendirmek hem de belki okul harçlıklarına katkıda bulunacak etkinlik ve çalışmalara katılmak isteyebilirler. Hatta istesinler derhal; öngöremedikleri gelecekleri için öngörülebilir bir yaşamın kapısını açabilirler kendilerine.

Kendi ateşinde yanacak
Müneccimlik mi yapıyorum? Hayır. Ankara’nın yapması gereken ve yapılacak projelerini izliyorum. Uzun zaman sonra ilk defa, Ankara için, resmi ve özel ağızlardan benzer sesler çıktığını duyuyorum. İnanmakta zorlanıyorum ama vallahi duyuyorum. Bu gidişata çomak sokmaya kalkanın, bu hamlenin rüzgarıyla savrulup, kaybolacağına inanıyorum. Öncelik turizmde olmak üzere, bir atılım ve projeler fırtınası geliyor.

Tarihi kalıntı ve semtlerin bulunduğu bölgeler, yeniden düzenlenip, onarılmaya başlandı. Kurumlar, aralarında çekişmeyi bırakırlarsa eski Ankara’yı, daha hızlı kazanabileceğiz. Geç kalmak gibi bir lüksü kalmadı Ankara’nın. Çekişmeyi bırakmayan, kendi ateşinde yandığıyla kalacak.

Faaliyet var
Dev fuar alanları, kültür merkezleri ve spor tesisleri tasarlanıyor. Ankara’dan kaçırılan ekonomik ve kültürel etkinlikler, geri kazanılmaya çalışılıyor. Burnumuzun dibindeki zengin müzelere, kütüphanelere, hak ettiği ilgi için dikkat çekiliyor.

Hepsini kitapçılarda bulamasanız da Ankara’yla ilgili yayınlar, artış gösteriyor. Büyük arşivler için merkezler kuruluyor. Geç te olsa anımsanan Ankara’nın ekonomik ve kültürel değerleri, canlandırılmaya çalışılıyor. Ankara gazete, dergi ve internet siteleri artıyor, hergün yeni bir projeyi müjdeliyor.

Yeri dar gelen Ankara, kıpırdanıyor. Tarım ve hayvancılık ayağı zayıflasa da dünyaya açık tüccarlarıyla aynada, yeniden kendisine bakıyor. Hatalarını onarmaya, gidişata yeniden uyum sağlamaya çalışıyor. Bu gidişatı, esnafın da iyi izlemesi gerekiyor. Eski yöntemin iyi yanlarını saklayıp, gelişmelere uyum sağlaması gerekiyor. Bu aralar Ankara haberlerine, alıcı gözle bakmalarını öneriyorum. Tek tek değil, çarşı esnafı olarak katılmalı, kararlar almalılar.

Sıçrama öncesi
Ankaralılar ve özellikle üniversite gençliği, bir fırsat doğuyor, atlamayın. Kendinize yakın hissettiğiniz bir kurumu, derneği ya da etkinliği izleyin, kapısından, tereddüt etmeden girin. Gelişmelere ister gönüllü ister karşılıklı el verin. Kişisel çabalarınızla bir köşede kaybolmayın. Dernekler, ticaret ve sanayi odaları, resmi kurumlar ve üniversitelerde, gelişmelere yakın durun. Hem Ankara’yı, Ankara’dan taşımak için avuçlarını sıvazlayanların önünü kesin hem de bu atılımın izleyicisi değil elemanı olun. Önünüzü açın…

Sıçramaya hazırlanan Ankara’nın bacaklarında bir lif olun. Ne kadar farkında olursanız o kadar yükseğe sıçrayacak çünkü başkent. Tarih, kabuğunu kıramayan başkentlerin, çürüyerek o ülkeyi nereye sürüklediğini anlatan satırlarla yazılmıştır.

Ankaralılar ve gençler, Ocak ayı itibariyle somutlaşmaya başlayacak projeler için, işbaşına hazır olun!

30 Kasım 2010 Salı

ABİDİNPAŞA’DAN ANKARA’YA BAKTIK

30.11.2010 Milliyet-Ankara Gazetesi


1883’te tayin olan, 8 yıl görev yapıp, Ankaralılar’ın, gönlünü fetheden efsane vali Abidin Paşa’nın  Köşkü’nden… Köşkün yeni sakini Ankara Kulübü’den Ankara, güzel görünüyormuş. Kale’yi, ilk kez bu açıdan gördüm; müthiş! Abidin Paşa olsam her sabah o sarp kayalıkları gördüğümde ben de “bir şeyler yapmak şart” diye geçirirdim içimden. Ankara Kulübü, hergün o kayalıklara bakıyor.

“Bir şeyler yapmak şart” deyip, sürekli etkinlikler düzenliyorlar. Bu seferki ‘Ankara ve Turizm Paneli’ydi. Valilikle İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü’nün ortaklaşa düzenlediği I. Ankara Turizm ve Tanıtma Konseyi Toplantısı’ndan beri yanıp, tutuşuyordum bu konudaki önerileri kulaklarımla duymak için. Hiç pişman olmadım katıldığıma; düşünülmesi ve yapılması gerekenler layıkıyla saptanmıştı. Somut bilgiler ve rakamlarla alt yapı tamamdı, gerisi icraata bakıyordu.

Ankara’nın durumu
Son 30 yıldır Ankara ekonomisinin, sessizce küçülmesiyle başladık. Turistler ve şehir dışından gelen vatandaşlar hariç, sadece Ankara’da dolaşabilecek 400 bin Ankaralı olduğunu öğrendik; 20 bini elçilikler ve yabancı uyruklu sakinler. Bizzat Ankara’yı ilgilendiren önemli toplantıların, İstanbul’da yapıldığını öğrendik. 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramız’ın bile Ankara’dan kaçırılmasını anımsadık. Ankara’yı marka yapacak ne çok değerinin olduğunu gördük; Anıtkabir’i, Meclis’i, Ulus’u, Kalesi, keçisi, kedisi, takla güvercini, tavşanı, domatesi, balı, armudu, elması, vişnesi, yuva kavunu, ‘Sevgi Çiçekleri… İnebolu’dan Çankırı’ya uzanan ‘İstiklal Yolu’nun, Ankara’ya uzayabileceği, ayrıca Ankara’dan başlayıp, Polatlı’da sonlanacak ‘Kurtuluş Yolu’nun gezginlere ve turistlere müjdeleneceğiyle heyecanlandık. Nallıhan’dan Taptuk Emre’nin, Mihallıçık’ta Yunus Emre’yle yakınlaşması sağlanacaktı.

Dizi dizi, bir tanesi bile hafifsenemeyecek öneriler aktı, durdu. Kentin en hareketli kısımlarında, dahası Kızılay’da, turizm danışma bürolarının olmadığını duymak rahatlattı beni. Var da ben bilmiyorum sanıyor, sormaya utanıyordum. Çok şükür yokmuş!..

Daha da beteri işlek merkezlerde tuvalet olmamasıydı. Bizim milletin, tarifi zor bir hasleti oldu; ya yoktur ya da olanı bulmak ve girmek, müze gezmekten zordur. Kale’dekinin, kapalı tutulduğunu anlattı bir esnaf. Merkez Bankası kasası, böyle korunmuyordur!

Sayıldı, yerel yemek bulunabilen iki tane lokanta adı sayıldı. Ankara’ya gelip, hamburger yemek zorunda kalan turisti, doğru Beypazarı’na mı göndersek nedir!

Uygulama zamanı artık
Sıralamakla sığmaz buraya, şunu söylemek içindi hepsi; projeler ve düşünce hazır. Herkes kendine en yakın projeyi sahiplenerek ve destek olarak gereğini yapsın lütfen. Basit ve az maliyetli önerilerle kentin, kangren olmuş sorunlarına doğru uzun bir yol var. Tarımı, hayvancılığı, sanayisi zayıflayan Ankara, geleceği için turizm kapısını açmak zorunda. Çok çok geç kaldı ama anladık ki sorun saptama aşaması geçilmiş, uygulama zamanı artık.

Üzerine basılan başlıklardan biri de kentin, gece aydınlatmasıydı. Tarihi binalar ve işlek merkezlerin aydınlatmasını kıyasladı konuşmacılar. Kötüymüş Ankara. Panelden sonra usta fotoğrafçı ve Ankara aşığı Uğur Kavas’ın arabasıyla Resim-Heykel ile Etnoğrafya Müzesi önünden geçtik. Floresan ışıkla aydınlatılmış hastane kantini gibiydi müzeler. Bakışıp, sustuk. Abidinpaşa’dan güzeldi ama keyfi boğazımıza dizildi.

Allah sana sabır versin Ankara!

27 Kasım 2010 Cumartesi

ANKARA’YA GELDİĞİNE NASIL PİŞMAN EDİLİR

26.11.2010 Milliyet-Ankara Gazetesi

Şöyle bir hisse kapıldım; yazdıkça daha mı kötüye gidiyor nedir? Bayramda yaşananlar düşürdü içime kurdu.

Yürü be merdiven
Bayram için Ankara’ya geldim diyelim. Otobüsle geldim, AŞTİ’de indim. Önce yürüyen merdivenler, durarak selamlıyor, “hoş geldin” diyor size. Yüklenip çantayı, tırmanıyorsunuz. Dost, akrabayı görme hevesiyle bu aşamayı, metanetle geçiyor, trene atıyorsunuz kendinizi. Ankaray ve metronun birçok durağında yürüyen merdiven yok. Dik ve uzun merdivenleri çıkmak, aynı çantalarla Cinnah Yokuşu’nu tırmanmaktan farksız. O kalabalığın, eğer çalışıyorsa asansörleri kullanmasıysa ayrı sorun; 4-5 saatte Ankara’ya gelip, asansör sırasında, yeryüzünü görmesi 3 saat sürebilir. İlk 3 Temmuz 2010’da, merdivenler yürümüyor demiştik, çalışanlarda durmuştu bu bayramda. Yaklaşık 20 gündür, ne olduysa teker teker durdu bu merdivenler.

Toprağı öpüp, devam edelim. Metro dağcılığımızı sonlandırıp, Batıkent, son durağa geldik diyelim. Az kaldı eve. Bekliyoruz. Yetkili, “5 dakika kala açın otobüsün kapılarını” diye emir buyurmuş. Eskiden sünger koltuklar vardı, tırtıklanırdı ama yeni otobüsler, sert plastik ve metal ağırlıklı. Metal ve sert plastikten otobüsü, tırtıklayıp, tüketebilen bir yolcu topluluğuyla karşılaşmadım henüz. Niye 5 dakika kala? Yağmurda, güneşte altına sığınacak durak ta olmadığına göre şöyle bir anlam çıkarmalı bu emirden; yetkili, hem yaptığı işten hem de sokaktan kopmuş. Oturduğu yerden karar alıyor.

Ya sabır ya para versin
O çantalarla otobüs ve minibüsle yolculuk etmek zorunda kalanlara Allah sabır versin. Ankaray ve metro gitmeyen semtlerde ailesi, dostu, akrabası olanlaraysa para versin. Ankara’ya, geliş-gidiş 50 lira ödeyip, uzak semtlere geliş-gidiş 120 lira taksi ücreti ödemek  için para lazım. Ya da “zengin olmayan Ankara’ya gelmesin” mi demek lazım, bilemedim!

Ankara Garı’na inenlerin de durumu aynı. Raylı sistem, gardan uzak. Ağır çantaları, taşıyor, sürüklüyoruz. Ankara’nın göbeğinde, yakınlarımıza ulaşamıyoruz. Merkezi böyleyken havaalanına girmiyorum bu yazdıklarımdan sonra.

Bu yazı, bir tekrardan ibaret aslında; içindekilerin hepsi, daha önce yazılmıştı. Hiçbir şey olmamış gibi aynı hararetle yinelemek hatta daha kötüye gittiğini söylemek zorunda kaldığımıza üzülüyoruz. “Ulaşım, Ankara’nın bir numaralı sorunudur” demek yavan kalıyor. Ülkenin başkentine geliyor insanlar. Gazete sayfalarına düşen fotoğraflar, başkente yakışıyor mu sizce? O fotoğraftaki insanların, lanetler yağdırarak kenti terk edişini, illaki kulaklarımızla mı duymamız gerekiyor?

Görün artık
Demiştim ya; “temel aksaklıklar giderilmeden Ankara’da ‘mega projeler’den söz etmek karşılık bulamaz” diye. Bayramda yaşananlar, belgesi oldu sanki. Balata sıyırmış arabanın motoru çalışır ama vitese taksanız da gitmez. Gaza basarsınız, olduğu yerde öter sadece. Bu fotoğraf değişmeden, turizm hayalleri kurmak da aynı şey bence.

Bayramda konuklarımızı ağırlarken çok şükür hafif atlattık ama yukarıdaki fotoğrafı gözlerimle gördüm. İçindekileri ayırıyorum ama geleni, Ankara’ya geldiğine pişman ettiğimizi gördüm. Kendi haline bırakılmış bir kent görüntüsüydü. Övmek istediğim kentimi yermek durumuna düştüm. Görmeyenler de görsün artık!

24 Kasım 2010 Çarşamba

ALIÇ AĞACIYLA SOHBETE DEVAM

 23.11.2010 Milliyet-Ankara Gazetesi

Çankaya Belediyesi, Dikmen’de, bir park açtı. Adı, ‘Alıç Parkı’. Kaç Ankaralı, sevinmiştir acaba bu habere? Çok olamaz; çoğumuz bilmiyorduk çünkü Dikmen’in, adını taşıyan bir ağacı olduğunu. Olup ta kaybettiğimizi de bilmiyorduk.

Yaklaşık 45 yıl önce, hüzünle uğurlamıştık son ihtiyar alıcı. Doğayı, ülkesini, tarihi bilerek seven biri, Prof. Dr. Hikmet Birand, uğurlamıştı bizim umurumuzda değilken. Dert ortağını kaybetmişti. ‘Alıç Ağacı ile Sohbetler’ kitabında yaşattı yareni ‘Dikmen Alıcı’nı. 1997 yılında okumuştum ahbapların derin sohbetini. Milyonlarca yıllık doğa tarihi, ülke tarihiyle karışmış, adım adım özetlenip, 350 sayfaya, sığdırılmıştı topraklarımız. Su gibi akan bilgi, sevgiyle yazılmış, şefkatle okutuyordu kendini. Alıcı mı, Hikmet hocayı mı yoksa kitabı mı öveyim şaşırdım.

Çal Dağı’nın yarenleri
Hikmet hoca, taşla, çiçekle, tohumla, böcekle konuşur. Şakalaşırlar, tartışırlar, karşılıklı iltifatlar eder, sonunda, bilgiyi en anlaşılır biçimde sadeleştirip, bize aktarırlar. Ekip çalışması, muhteşemdir. Ankara’da, Çal Dağı’nın doruğundaki ihtiyar ve yalnız alıçla da böyle müthiş bir işbirliği yapmıştır. Çal Dağı’nın doruğunda otururken Dikmen sırtlarından İncesu Deresi’nde gülümseyen Ankara Çiğdemleri’ne kadar uzanmıştır bakışları. 250 bin kişiyi kıran 1874 kıtlığından, 1943’e uzanıp, açlıktan telef olan yüzbinlerce hayvanı konuşmuşlardır bir yandan. Ders almamız için çareler düşünmüşler, çarelerden kitap olmuştur.
Son demlerini yaşadığından habersiz, yüzlerce yıllık anılarını paylaşabildiği bir dost bulmasıyla kaybetmesi bir olmuş alıç dedenin. Kitabına kapak yapmak için fotoğraf çekmeye giden Hikmet hoca, yarenini bulamamış. Yalnızlığa, Ankara ayazına, kavurucu sıcağına, yıllara dayanmış ancak bir avuçluk kireç ocağının kıt aklına karşı koyamamış. Acı bir çığlık yayılmış Çal Dağı’ndan.

Yarım asırlık çığlık
Karacakaya’ya, Hüseyin Gazi’ye, Elmadağ’a çarpan çığlığın yankısı, günümüze kadar dinmemiş. İşte ‘Alıç Parkı’, bu yankının eseridir. Çığlık nihayet duyuldu. Çankaya Belediyesi, eksik Dikmen’i, tamamladı. Bir park açılmadı, Çal Dağı’nın alıcı, torunlarının kökleriyle yeniden toprağa uzandı. Ankara’da kendi köklerine…

‘Alıç Parkı’, aynı zamanda, yarım asır kesintiye uğrayan sohbeti yeniden başlattı. Üstelik yalnız değil, biz konuşmasak, arkadaş arasındalar artık. Bizim torunlarımız da onların torunlarına sahip çıkar, yalnız bırakmaz inşallah. Bir eksiği kalacaksa bu parkın o da Hikmet hocanın heykeli olacaktır; elinde not defteriyle dibine çömeldiği alıca sırtını yaslamış, bir avucunda topladığı Ankara Çiğdemi, İncesu’ya doğru bakarken. Hikmet Birand’da, alıç ağacı da, Ankara’da, bu kadirşinaslığı hak etmiyor mu sizce?

21 Kasım 2010 Pazar

İÇİNDEN ÇIKAMADIĞIM SORU

19.11.2010 Milliyet-Ankara Gazetesi

Erteleye erteleye nihayet… Bilim dünyasının masasına, bir soru bırakmak istiyorum. 2 yıl İstanbul’da gözlemledim, bir yıldır Ankara’da gözlemliyorum. Çıkamadım içinden. Soru şu: Otobüsün ön kapısından inme dürtüsünün kaynağı nedir?

İstanbul’da dikkatimi çekerdi ama pek üstünde durmazdım. Adamı her şekle sokar İstanbul, normal gelirdi. “Kimbilir kafası neyle meşgul?” der, geçerdim. Taa ki o güne kadar…

Bir Garip Muharebe
Belediye otobüsünde, Dolmabahçe tarafından Beşiktaş’a yaklaştık. 10 kişi var yok, boş otobüs. 70 yaşlarında ama dinç bir hanımefendi, kalktı, orta kapıya yanaştı ve inmek için düğmeye bastı. İnecek başka kimse yok, kapının ağzında tek başına. Otobüs durup, kapıların açılma fısırtısını duymasıyla bir şey oldu sanki. Orta kapıyı bırakıp, koşarak kendinden beklenmeyen bir çeviklikle ön kapıya hamle etti hanımefendi. Çevik bir hamle değil, adeta taarruzdu. O saniyeye kadar niyetini saklamış, anı gelince gereğini yapan Fatih’in fedaisi denli bir hışım. Beşiktaş’ın, fethine memur edilmiş dersiniz. Elindeki naylon poşetiyle muzaffer bir komutan gibi, binmek için ön kapıya biriken 20 kişinin üzerine hücum etti. Nene Hatun görse kıskanır. Kalabalığı yardı, gitti, aniden kaldırımda durdu. Çevresine bakındı ve poşetli komutan, ağır ağır Ortaköy yönüne doğru yürüdü. Saniyeler içinde gerçekleşen muharebe, bitmişti herhalde. Kendimi, gelişmeleri izlemek için ayağa kalkmış buldum.

Tekrar yerime otururken derin bir şaşkınlık içindeydim. Bilgisayar kılavyesinin, soru işareti tuşunu basılı tutmuş gibi ardı ardına soru işaretleri doldu kafama. Belli etmemek için iskele tarafına doğru baktım ama içi dolmuş kafamın genişlemesini saklamak, mümkün değildi!

Orta Kapı Timsahı
O olaydan sonra, çok daha dikkat eder olmuştum. En olağanüstüleri anlatıyorum size. 10 gün önce, bu kez Ankara’da zonkladı kafam. Olay mahalli Batıkent’ti. 16-17 yaşlarında iki genç, yine düğmeye bastı. Otobüs yine boş. Yine orta kapı. Gençlerden biri, ön kapıya yürüdü, şoföre bir şey sordu, kapı açılınca ön kapıdan indi. Beni benden alan, arkadaşının hamlesiydi: Dibinde durduğu orta kapı, açık olduğu halde Nil Nehri’nden fırlayan timsah saldırmış gibi arkadaşının indiği ön kapıya can havliyle koşup, kendini aşağı attı. Yine ayağa kalkmıştım. “Timsah olmaz buralarda” diye sesli çıktı ağzımdan. Yanımdaki beyefendinin, suyuma gidecek, sinik bir gülümseme büküldü ağzında; “iki durak sonra ineceğim, ne olur bana dokunma” gibisinden. Otobüs değil, ruh ve akıl hastanesi servisi mübarek!

Hangi Kapı?
Gözledim; zengin-fakir, kültürlü-cahil, genç-yaşlı ayrımı gözetmeyen bir davranış biçimi bu. Sadece bizim millete mi ait yoksa evrensel bir olgu mudur, bilemiyorum. Aklı zorladığına şahidim. Soru işaretinden, asker karavanası kadar oldu kafam. Bedenim, orantısız!

Uzmanlara soruyorum; nedir efendim bu ön kapının kerameti? Orta kapı mı sorunlu? Kafamızda, menteşeleri paslanmış ya da kilitli kapılarla mı dolaşıyoruz? Bu kadar sık tekrarlanan bir davranışı, lütfen açıklayın, ineceğimiz kapıyı bilelim azizim. Zafer, ön kapıdan ineninse eğer, bana orta kapıyı gösteren bilsin ki iki dünyada ellerim yakasını bırakmayacak!

17 Kasım 2010 Çarşamba

BAYRAMI BAYRAM YAPIN

16.11.2010 Milliyet-Ankara Gazetesi


Tekrar ederek güzelim geleneğin, amacından sapmasını engelleyebiliriz belki; uzaklaşma değil yakınlaşma içindir bayramlar.

Arkadaşlarım, dostlarımla hep sohbetini yaptık. Artık yapmıyoruz. Birbirimize açıkça beyan edilmeyen, dillendirmeden bir ilke oluşturduk aramızda: Bayramın ilk iki, tatil uzunsa üç gününü, ailemize, akrabalarımıza, komşularımıza ayırıyoruz. Eğer ayrı illerden buluşmayı planlıyorsak o iki-üç günü geçirdikten sonrasına sözleşiyoruz. Gideceksek sonrasında gidiyoruz tatilimize. Dikkat eder olduk bu ilkeye.

Buz Gibi Bayramlar
Biz, kalabalık kafilelerle karşılıklı dost, akraba ziyareti yapılanlara şahit olduk. Şimdi de bayram bile kutlamadan tatil yörelerine kaçılan bayramlara şahitlik ediyoruz. Ara bir nesiliz, kıyaslayabiliyoruz. Yakınlaşma günü olan bayramların, uzaklaşma bahanesine dönüşmesini üzülerek, buruk izliyoruz. Nasıl bir dönüşüm yaşıyorsak artık, şeker, bahşiş için komşularının kapısını çalmayan, buz gibi, çocuksuz bayramlara, “bayram” der olduk. Kestiğimiz kurbanı, paylaşacağımız ihtiyaç sahiplerini, göz hakkı olan komşularımızı, görmeden, selamlaşmadan, hayır duası almadan, dokunup, bayramlaşmadan “bayram” kutlar olduk. Birbirimizin içine kaynamıyor, kopuyoruz git gide.

Dokunmadığımız için kopuyoruz. Yanak yanağa öpüşmediğimiz, bir acı kahveyi yudumlamadığımız, ağzımızı tatlandıracak şekerlemeleri paylaşmadığımız için kopuyoruz. Koptukça sıcaklığımızı, hoşgörümüzü kaybediyoruz. Değil kapı komşumuz, ailemizle arkadaşlarımızla yabancı oluyoruz. İnsan olmaya direniyoruz adeta.

En Birinci Meziyet
“Bu milletin, en birinci meziyetini söyle” deseler “Hemen içinize kaynar, karışır” derdim. Soruyu soranın, “O eskidendi, dağladık o meziyetinizi çok şükür” demesinden korkarım. Dağlamaya hevesli çok ama bize ne oluyor, onu anlayamıyorum. Yakınlarımızdan ve ailelerimizden kopmaya biz niye bu kadar hevesliyiz, siz de kendinize sorunuz. Mermer gibi sıkıyken bir üflemeyle yıkılacak iskambil kağıdından kulelere dönüşmenin, ne yararı olabilir  acaba?

Bayramlar, bir arada, sıkı ve güçlü olabilmek, aradaki boşlukları kapatmak, doldurmak içindir. Yakınlaştıkça yapışkanımız güçlü olur. Güçlü oldukça kırması, bükmesi zor olur.  “Kaşın kara, gözün ela” diyenin az olur. Hoşgörüsü bol olur. Midemizi bulandıracak ayrımlar yokolur. Öpmediğiniz el, dokunmadığınız yanak, yolunuzu dikleştirir. Tırmanamayıp, kaymaya başlayınca destek bulmaya, arkanız boş kalır.

Şenlik anımsayalım, şen olalım Şeref Erdoğdu’nun, ‘Ankara’sından:

Hamamönü, hey gidi günler hey!..
Bayram yeri kurulurdu burada
Hamit Tarlası bir adı da
Atlı karınca, kayık, salıncak
Canbaz Hokkabaz, liylelek oyuncak
Davullar çalar, çadırlar kurulur
Çın çın öterdi Hamit Tarlası
Çocuğun bir elinde halka şekeri
Öbüründe Tak Tak helvası

Güzel bayramlar…

13 Kasım 2010 Cumartesi

OKURLA KARŞILIKLI DAHA GÜZEL

12.11.2010 Milliyet-Ankara Gazetesi

Ankarasız Ankaralılar” yazımız, hem gecikmiş teşekkürlerimize hem de biraz sohbete fırsat olsun. Olsun çünkü ardından aldığımız mektup ve elektronik postalarınız, sadece isteğimizi artırmakla kalmayıp, sessiz cevherleri tanımamıza da yardımcı oldu.

Önce Valimiz, Alaaddin Yüksel beyefendiyle başlamak istiyorum çünkü herkesten önce davrandılar. Ertesi sabah bizzat telefonla arayıp, yüklediğimiz sorumluluktan memnuniyetlerini, gereğini zevkle yerine getirmeye çalışacaklarını ifade ettiler. Ankaralılık ve ruhu üzerine konuştuk ama anlatmayacağım. Uzun bir sohbet için sözleştik, sizlerle de paylaşacağımız o sohbetin gazını kaçırmak istemiyorum. Böylece sayın valimizi de sıkıştırıp, mecbur bırakıyorum. Ne yapıyorsak Ankara için vallahi! Sayın valimize teşekkürü borç biliyorum.

Ciddi Öneriler, Hayalet Girişimler
Daha önce de yazıyordum ama bu kez daha bir ilginizi çekmiş nedense. Ankara için, küçüklü büyüklü öneri ve projelerini paylaşan okuyucularımız oldu. Üstelik üzerinde çalışılmış, yabana atılamayacak ilgi çekici önerilerdi. Sesi duyulmayan bu Ankaraseverleri ve projelerini, zamanı gelince okuyucularımız ve yetkililerle paylaşacağız. Saatlerimizi ayarladık, gününü bekliyoruz Milliyet Ankara Gazetesi olarak!

Bir de tabii iğneyle titreyip ama tepkisini içinde tutabilen okuyucularımız var. Örneğin ‘Ankara Duyarlılık Girişimi’ gibi. “Bu uygun ortamda niye yeniden girişmiyorsunuz?” biçiminde özetlenebilecek yazımız, Çince yazılmış ta anlaşılamamış gibi yanıtsız kaldı. Şu an ‘Ankara Duyarlılık Girişimi’, neden duyarsız ben bilmiyorum. Tek bir açıklama gelmedi. Adım, ‘hayaletlerle yazışan yazar’a çıkacak. Bilsinler; çuvaldız, diğer avucumuzda!

Sizin Yükünüzü Taşıyor Bu Gemi
Değerli okurlar, biliyorsunuz, “Sorun Hattı” ve “Söz Vatandaşın” köşelerimiz var ekimizde. “Sorun Hattı”ndan ulaştırdığınızı, 2 gün sonra “Söz Vatandaşın” köşesinde bulabiliyorsunuz. Ya da ilettiğiniz sorunu, haber olarak işliyoruz. İyi haberleriniz, ekimizi renklendiriyor. Milliyet Ankara Gazetesi’nin odasını görseniz, bir geminin kazan dairesi gibi çalışıyor. Kılavye sesleri, piston sesi gibi. Çalan telefonlar, fakslar, biriken basıncı atarken öten buhar düdüğü gibi. Yazıcılardan bastığımız yazılar, dönen dişlilerin arasından çıkıyor sanki. Bu gemi, sizin yükünüzü taşımakla görevli, lütfen eleştiri ve sorunlarınızı iletmekten çekinmeyiniz.

Ankara Türküleri
Valimizle başlamıştım, valiliğin çok hayırlı bir işini duyurmakla bitirmek istiyorum: ‘Ankara Türküleri’nin toplandığı çok güzel bir müzik albümü çıkarılmış. Kanınızı kaynatan, bazen de tokat gibi çarpan türküler var albümde. Başarılı bir yapım ve üstüne eski kayıtlardan bir arşiv bulacaksınız içinde. İnanmayan Valiliğin internet sayfasından dinleyebilir. Yazımı yazarken ‘Atım Arap’ türküsünü dinliyorum. İyiye gitsin, güzel şeyler olsun Ankara’da. Atalım ataletimizi, vurdumduyar olalım biraz da.

Atım karaaaa, ben kara amman ammaaann
Aman vilayeeetiiimm Annnkara vay vayyy
…..”

Üşenmeyin, her türlü tepkinizi iletin lütfen. Salı gününe kadar, hoşçakalın.