26 Temmuz 2010 Pazartesi

RENKLİ ÇAPA 2

24.07.2010 Milliyet-Ankara Eki

Geçen haftadan devam ediyoruz: Ankara’nın, ‘çapa’, ‘çengel’ anlamından yola çıkmıştık. Hititler’in ‘Ankuva’  demesini ya da ‘Engürü’ de dendiği yolundaki iddialara değinmemiştik. Ankuva’nın, Ankara olduğu tartışmalı. Engür, üzümün Farsçası; bağlarıyla ünlü Ankara’ya ikinci bir isim olarak yakıştırılmış olabilir. Benim aklım ‘çapa’da, ‘çengel’de.

Tarih dersini atlıyoruz. Taş Devri’nden günümüze kadar Asya, Avrupa, Afrika kıtalarına yayılan bütün beylik, krallık ve imparatorlukların ayağının, bir biçimde Ankara’ya bastığını bilmekle yetinelim. Ankara’ya, ayak basmaktan kendilerini alamamışlar. Ticaret merkezi olmaktan çıkıp, sapa kaldığı zaman bile.

İmparator’un sesini duyar gibiyim:
-  Evladım, bu sapa yeri niye aldırdınız bana? Kahire’yi, İskenderiye’yi alacaktım ben. Altın varmış piramitin altında, kuru kayalıklara getirdiniz beni!
-  Efendim, tam olarak tanımlayamadığımız nedenlerle… Stratejik olabilir, araştırıyoruz.

Oysa ‘çengel’, takılıyor “hükümdarım, hükümranım” diyene, “gel, göster kudretini” diyor.

Gazap Üzümleri
Batı’dan, Büyük İskender geliyor, Frigler’le efendi efendi geçinirken delleniyor, Asya’nın kilidi Gordion düğümüne, kılıcı çaldığı gibi ikiye ayırıyor. Ankara yöresinin özgün krallığının kralı, “İskender bey hazretleri, büyüksünüz! Pratik zekanıza hayran kaldık. Yerinizde olsam buralarda bir saniye durmam. Asya’nın kapısını açtınız, Hindistan’a kadar yolunuz var” diye İskender’i poh pohlaması mümkün görünüyor. Ölümüyle imparatorluğu sona eren İskender’in mazbatası, aslında Ankara’yı aşamıyor!

Aksak Timur, Doğu’dan geliyor. Tesbih tanesi gibi fetihlerini dizerken Ankara’yı sonlara saklıyor. Ankara’ya kadar ayağı aksarken Ankara’nın Çubuk Ovası’nda, siyaseti de aksamaya başlıyor. “Yıldırım Beyazıt’a, biat ettireceğim” diye inadı tutuyor. Yıldırım Beyazıt’ın, ayak direyip, zindanda ölümüyle sonuçlanıyor inatlaşma. ‘Çapa’nın ucu takılıyor, dikişler sökülmeye başlıyor. Akil adamlarına kulak asmayan Timur’un imparatorluğu, ölümüyle çöküyor. Osmanlı İmparatorluğu, 6 yüzyıl yaşıyor.

Ankara, ayağı takılanın niyetine uygun meyve veriyor. Bakarsanız bağ, zorba kılıca dağ oluyor. ‘Çengel’ ya dikişleri söküyor ya da sökükleri dikiyor.

Asya’nın Kapısı
Batı’dan Doğu’dan, Kuzey’den Güney’den gelmek değil, niyet fark ediyor. Frigler, Lidyalılar, Persler, Helenler, Galatlar, Romalılar, Bizanslılar, Selçuklular, Osmanlılar, sadece son 2800 yılda gelip, geçenler. Araya bir de Haçlı Seferi karışmış. Dünya’ya sözü geçenler, bozkırın ortasındaki bu kayalıkları, boşuna imar etmiş, ticaret ve kültür merkezi haline getirmeye çalışmış olamaz.

Ankara’dan kurumları taşıyabilir, üretimini, ticaretini zayıflatabilir, tarihini unutturma ve yoketme girişiminde bulunabilirsiniz. Sonucu belirsiz icraatlar olacaktır. Bu kenti ilk kuranlar, nasıl Asya’nın kapısını kurmuşlarsa bunu fark edemeyenler de bu kapıdan öteye geçemeyecek.

Kurtuluş Savaşımız, bir kez daha tescilledi kapının yerini. Bu kapıyı idare edemeyen, başka yerden medet ummasın!

Haftaya, ‘çengel’in diktiği söküklere bakalım..

19 Temmuz 2010 Pazartesi

RENKLİ ÇAPA

17.07.2010 Milliyet-Ankara Eki

Ankara adının, çapadan geldiği söylenir. Bildiğiniz gemi çapası. Başka seçenek yokmuş gibi anlatılıyor bazı yerlerde. Ankyr, Anchor, Anküra, Ankara demişler. En yakın deniz 270 kilometre uzaklıkta ama adı çapa olan bir kent!

Kenti kuran ya da adını koyan hala tartışmalı. Öncelikle Frigler ve Galatlar’dan şüpheleniliyor.       
-->Frigler, milattan önce 8. Galatlar, 3. yüzyıla denk geliyor. Galatlar, Mısırlılar’la yaptığı savaştan zaferle çıkınca, düşman gemilerinin çapalarını zaptetmişler. Zaferin simgesi olarak hatıra diye aldıkları çapaların adını, yeni kuracakları kente vermişler. Frig Kralı Midas’ın kurduğuna ve kente adını verdiğine inananların açıklamaları, karışık biraz. Tarihi kayıtlarda, Midas’ın icat ettiği ve Gordion’daki Zeus Tapınağı’nda bulunan bir çapadan bahsedilir. Oysa çapa, aynı zamanda, çengelli iğne anlamına da gelir; Frigler’in, ‘fibula’ dediği.
Frigler’i neyle simgelersiniz diye sorulsa eminim bütün tarihçiler, ‘fibula’ der. Bir çengelli iğneden öte süs, takı, mücevher gibi kullanılmış, simge olmuştur. Ankaralı modacıların, keşfetmesini bekliyor!

Ank
Bir de Hint-Avrupa dillerinde, ‘kıvrıntı’, ‘çengel’ ya da ‘kıvrılmış kol’ anlamına gelen ‘ank’ kökü var. Ya Kale ile Ankara Çayı’nın, coğrafi durumuna işaret eder ya da bu çengel, eski bir Anadolu tanrısı olan ‘Men’in omuzlarındaki ‘hilal’e benzetilmektedir(1). Rivayet çok ama nihayetinde ille de bir çengel ya da çapa var.

Şimdi eğer gemi çapası olduğunu düşünürsek Galatlar’ın, müthiş bir espiri yeteneği olduğunu da kabul etmeliyiz. En yakın deniz 270 kilometre uzaktayken kente koydukları isme bakın! Sonradan gelenlerin bu isme dokunmamasını, muzipliğin devamı olarak düşünebiliriz. Zafer, Galatlar’da, derin bir iz bırakmış olabilir ama günümüzde, muzip bir kent adına sahip olduğumuzu düşünüyordur bilmeyenler.

Frigler’in başkenti Gordion’dur. Her ne kadar tarihte fazla sahiplenmiş görünmeseler de Ankara’ya, en değerli icatları ‘fibula’ demeyi tercih etmeleri daha mantıklı olmaz mıydı? Ankara sözcüğünde, ‘fibula’yı çağrıştıran ne harf görüyor ne de ses duyabiliyorum ben.

Ankara adına yönelik tezler arasında tarafsızlığımı kaybedip, ‘ank’ kökünden türeyen ‘çapa’, ‘çengel’ yaklaşımına göz kırpıyorum ben. İster coğrafi konumu simgelesin ister tanrı ‘Men’in omuzlarındaki hilali; Ankara, ‘ank’ köküyle Frigler ve Galatlar’dan daha eskiye giden bir isim olmalı. İddiamı, birçok kurulan ya da çöken imparatorluğun, Ankara’yla kesişen kaderine dayandırıyorum.

Terazi
Ankara, beyliklerin, krallıkların, imparatorlukların, terazisi gibi bir kent. Kararları ve idareleri tartıp, tam kilosunu söylüyor. Yanlış karar ve idareler, geç anlaşılsa bile, mutlaka Ankara’da karşılığını buluyor. Kale’nin sarp kayalıklarını sabırla tırmanamayan, düşüyor. Belki de Asya’ya açılan kapı, hala Ankara’dır!

‘Çapa’, her zaman tarihi ve renkli olaylara takıldı, başrolü paylaştı. ‘Çapa’ya takılan boşbalon hayalperestler, sönmekten kurtulamadı. Çengeli taktı mı, ince söker. Binlerce, yüzlerce, onlarca yıl, söküğünü fark etmeyenler vardır.

Ankara’yı, ‘gri’ bir kent olmakla küçümseyenlere anımsatmak için.. haftaya devam edeceğiz.

(1) Küçük Asya’nın Bin Yüzü: Ankara, s. 34.

12 Temmuz 2010 Pazartesi

KOKUSU KAYBOLAN KENT

10.07.2010 Milliyet-Ankara Eki

Bakanlıklar’da yürürken Ankara kokardı. Meclis ve çevresi Ankara kokardı. Ulus, Meydan’ı ayrı, Eski Meclis’ten aşağı doğru ayrı, Bentderesi ve Kale tarafına doğru ayrı kokardı. Cebeci’den Ulus’a eski mahallelerde, Hacıbayram, Samanpazarı, Gar hatta bit pazarı ve Tunalı’da, Ankara’ya has bir koku vardı.

Bir histir ama koku gibi gelir bana. Yapay olmayan, insanın içine işleyen bir his. Başkent olmadan önce yokluklar, olurken acılar yaşayan, olduktan sonra yüreğimize, aklımıza ışıklar saçan bu kentin, tecrübeleri kokardı. Olgunlaşmış, derin kişiliğini hissederdik.

Kale’de, bitmiş imparatorluklara ev sahipliğini, yıkık duvarlarından anımsardık. Eski Meclis’in Arnavut kaldırımlarında, dünyaya şapka çıkarttıran adamların adımlarına basardık. Yeniyle eskiyi kıyaslar, ikisinin de kıymetini ayırt ederdik. Kentin ya da binaların değişmesi, yenilenmesi önemli değildi; hepsine sinen olgunluk ve kendine güveni önemserdik.

15-20 yıl önceye kadar alıyordum ama artık zorlanıyorum; azalarak kayboluyor bu koku. Bazı yerlerde kaybolmuş. Evrimleşme değil, olsa olsa bozulmadır bu. Yanılsam keşke!

Neden Kayboluyor
“Ne bozmuş, nasıl bozmuş olabilir?” diye düşünüyorum. Eski Meclis ve komşularını, neredeyse ezercesine yükselen kaldırımlar, suçlanabilir mi acaba? Ya da Kale içinde, evlerin içine akarcasına ve ev sakinlerinin kulaklarından çıkarcasına dökülen asfalt? Onarılıp, yenilenmiş birkaç konağın ya da resmi binanın, örümcek ağı gibi yayılan, sarkan kabloların arasından görünüşü de olabilir. Apartman yüksekliğindeki kavşakların, eski binaların pencerelerinden girip, arkasından çıkmadığı kalmış. Kişiliksiz, çirkin binaları, tarihin içi dışı demeden her yere sokuşturmanın da etkisi olabilir. Yarı tarihi kalsaymış. Tarih, lafta kalmış!

Ankara, kişiliğini oluşturan değerlerine kıydığı için kokusunu kaybediyor, yenilendiği için değil. Kişilikli, kendine güveni tam olan bir kent, üçüncü kez kendi simgesini değiştirir mi?

Dünyayı dize getiren adamların, çorak bir arazide yeşerttikleri başkent, kişilik bunalımı yaşıyor. Üstüne kurulduğu tarihi ve değerleri koruyamadığı, kim olduğunu unutmaya yüz tuttuğu için.

Ulus Ruhu
Ulus Meydanı’ndaki ruhu, nereye taşıyabiliyorsak eski, yeni demeden orası Ankara kokacaktı. Ankara, değişimi ve yenilenmesini, bu ruhun kılavuzluğunda devam ettirecekti. Ruh şaşırıp, kişilik bozulunca, herkes kendi meşrebince koku yakıştırıyor.

Olmaz Ankaralılar olmaz! Metro’da cilt cilt kitap okuyan memurlar ve tomar tomar kağıtlardan derslerini çalışan öğrenciler, eğer memur ve öğrenci kenti Ankara, kimliğini kaybediyor ve siz izliyorsanız okuduklarınız, metroda boş zaman doldurmaktan öteye geçmiyor demektir. Dünya’da, tarihine sahip çıkılacak ender başkentlerden birinde yaşıyorsunuz, anımsayınız!

Önce Ulus, sonra ruhu geri gelmeli. En ücra köşesine ya da en yeni semtine yine Ankara kokusu sinecektir. Başkent, sakinlerinin sahiplenmesiyle yeniden kendini bulacaktır. 

Son cümlelerimi söylerken cetvelle tahtaya vuruyordum, kusura bakmayınız! Yeni bir devlete ve cumhuriyete ev sahipliği yapan başkentinize, duyarsız kalmayınız.

9 Temmuz 2010 Cuma

YÜRÜ-ME-YEN MERDİVENLER


03.07.2010 Milliyet-Ankara Eki

1 yıla yaklaştı; Ankara’nın yürüyen merdivenlerini, çaktırmadan izliyorum. Çaktırmıyorum çünkü belki yüzümü kara çıkarır, düzenli çalışmaya başlarsa fesatlığımla ortalıkta reklam olmayayım diye. Hatta geçen ay, rüya görmediysem Yüksel Caddesi’nden metroya inen yürüyen merdivenlerin, yenileriyle değiştirildiğini zannettim. Rüya gördüğüm hissine geçen hafta kapıldım; yeni merdiven, grevdeydi!

Sonunda, Ankaramız’ın kentsel özellikleri arasına katılmış olan ‘yürü-me-yen yürüyen merdivenler’ini, reklam olmak pahasına, çaktırarak izleme kararı aldım. Baktım ki yaz-kış fark etmiyor, merdivenlerin huyu mevsimlerden bağımsız, dik dik bakarak dikkatimden kaçmadığını göstermek istedim.

Kentin, bütün yürüyen merdivenlerini, büyüteç altına aldım; hangisi düzenli çalışıyor, hangisi sürekli bozuluyor, hangisinin bozulup, bozulmayacağı belli olmuyor, hangisi en çok ne zaman bozuluyor, dedektif gibi köşeye saklanıp, gözledim.

Merdiven Raporu
Genelde piyangonun, hangisinden vuracağı belli olmuyor ama metrodan, Yüksel Caddesi’ne ve Karanfil Sokak’a çıkan dik merdivenler, en çok yürümeyenler. Güven Park’a çıkan dik merdiven, daha az bozuluyor. Bunlar dışındaki merdivenler, şans-kader, pek belli olmuyor. Yarısına kadar yürüyen, yarısından sonra yürüten merdivene dönüşebildikleri de oluyor.  Ayrıca Kızılay dışında, birçok metro durağındaysa zaten yürüyen merdiven yok bile. Yürüyeninden yürümeyene sıra gelemedi, kusura bakmayın şimdilik!

Bir de Meşrutiyet Caddesi’yle Atatürk Bulvarı’nın kesiştiği köşedeki, üst geçidin merdivenleri var. Bu geçit canlı ve bir ruhu yoksa “sanki biri, özellikle oraya bir yere saklanıyor, kalabalık saatlerde ortaya çıkıp, tırmanan merdivenlerden birini durduruyor” dersiniz. Ankara’nın en ‘yürü-me-yen yürüyen merdiveni’ bu ve geleneksel tavrı hiç değişmiyor!

Gençlere Merdiven
Yürüyen merdiven röntgenciliğine başlayışım nedensiz değil: Birgün, yetmişli yaşlarını geçmiş bir teyzemizi, kilolu bedeniyle yürümeyen bu dik merdivenlerden, çıkmaya çalışırken gördüm. İki merdiven çıkıp, dinleniyordu. Kan-ter içinde, çok ama çok zorluk çekiyordu. Kaldı ki yaşlı insanlar için sadece merdiven çıkmak değil, inmek bile sorun yaratabiliyor. Anlaşılan; yaşlı ve engelli vatandaşlar için yapılan asansörden de haberi yoktu. Merdivenlerin, dağcılık sporuyla ilgilenenleri özendirecek dikliğini o gün fark ettim. Ve sonra asansörlerden habersiz bir sürü yaşlı vatandaşımız olduğunu…

Kenti, sağlıklı ve turp gibi insanlar kullanmıyormuş sadece. Her aksaklığı, bir de bu yönüyle değerlendirmek gerekiyormuş. Gençler için spor değerindeki bu tırmanışlar, bizler için arzın merkezine seyahat ve oradan dönüş kıvamında yorucu oluyor. Sadece yaşlı vatandaşlarımız değil, herkesi düşününüz; mümkünse arza yerleştirilen medeniyete, oradan yeryüzüne ulaşmamızda yardımcı olunuz.

Az kalsın söylemeyi unutuyordum; hiç bozulmayan, yürüyen merdivenler de var Ankara’da. Büyük alışveriş merkezlerindeki yürüyen merdivenlerin bozulanını hiç görmedim. Başka model bir yürüyen merdiven olmalı; tıkır tıkır çalışıyorlar!

UCU AÇIK METRO

26.06.2010 Milliyet-Ankara Eki


Geçen hafta, Milliyet-Ankara Eki’nde, metronun son durumu hakkında bilgi sahibi olduk. Ulaştırma Bakanlığı, ilgili yasasına bir madde ekleyerek memleketin metro ve hafif raylı sistem sorununu çözmek üzereymiş. Bir aksilik çıkmazsa öncelik Ankara’nınmış. Meclis’ten (TBMM) çıkacak onayı bekliyoruz ağzı açık.

Beni, daha çok, Batıkent-Sincan-Törekent hattı ilgilendiriyor. Sertaç Koç’un haberinden, bu hattın yüzde 71’nin bittiğini öğrendim. Gördüm ki yüzde 29’luk bitmeyen kısım, bize denk geliyor. 2001 yılında başlanmış bu hatta, 2010 yılındayız. Yarım kalan iş bitirildiğinde, kaç yılında olacağımızın hesabındayım.

En az 5-6 yıldır, Mesa ve Botanik duraklarının yapıldığı kavşaklar ve kocaman duble yolumuz kapalı. (Duble yol, itibar gördüğü için altını çizmek istedim.) Kapalı demesek bu kavşaklara, durak biçiminde meteor düşmüş desek daha açıklayıcı olur. İçine kamyonlar girebiliyor, balık tutulabilecek su birikintileri de mevcut. Taraflı olduğumu iddia eden okurlarımıza, geçen hafta çekilmiş fotoğrafları servis ediyorum!

Hala taraflı olduğumu iddia eden okurlarımıza, Batıkent-Sincan-Törekent hattında, bu iki durak dışındaki durakların bitirildiğini ya da trafiği hiç aksatmadığını söyleyeyim. Bu durumda “ya çok ciddi bir teknik sorun var ya da bu iki durak, yatır üstüne denk gelmiş olabilir” diye ürperiyorum!

“Bu civarda yaşayanlara, mezbelelik dokunmaz, dirayetli vatandaşlardır ehe ehe!” diye ünleyen bir Marslı’nın fikri olma ihtimali de var tabii. 5-6 ay değil, 5-6 yıl be kardeşim; durak desen durak çürüdü, mezbelelik desen aldı yürüdü, Marslı’yı rehavet bürüdü! Hadi buyurun; duraktan şair, Ali bey türedi!

“Koca Ankara’da takmış iki kavşağa” diye içinden geçirenler olursa gece gezmesine davet ediyorum . Vallahi boydan boya gezdirmeden bırakmam zifiri karanlıkta. Kışın özellikle beklerim; çamur banyosu siyatiklere iyi geliyor. Haftasonları, balık tutmaya gelin.

Bir haberle serzenişlerim depreşti. Eziyet, duyarsızlaştırıyor insanı. Metrodan uzun laflar, bizim durak kılıklı tünellerin bir ucundan girip, öbür ucundan çıkan esinti gibi geliyor kulağa. Meziyetin de kıymetini bilemiyor insan.

Haberin devamında, kuyrukta bekleyen projelerin listesi vardı. Ankara’da iki hat daha tamamlanmayı bekliyor; Tandoğan-Keçiören, Kızılay-Çayyolu hatları. Trafik cehennemi İstanbul, panter gibi sırada. Ulaştırma Bakanlığı üstlenirse başka illerden talepler artabilir. Ben de kalkmış, iki durağın derdine düşmüşüm.

Haydi hakkımdan feragat edeyim ama bu işin hesabını, kitabını yapan onca insanın gözünden nasıl kaçmış? Olduğu kadarı yapılsa kim itiraz edecekti? En azından, o kadarı kullanılıyor olacaktı. Derdim, durak olsaydı keşke.

Herkes, yapılan iyi birşey için zorluklara katlanmayı göze alır ve katlanır. Binlerce insanın yaşadığı bir mahalleyi, nadasa bırakılmış mera gibi ortada bırakır, üstelik arkanıza bakmazsanız hizmetiniz, değerinden düşer. Yılgınlık, emeğinizi gölgeler. Heyecan kalmaz.

Eh artık bunun üstüne, o şeyi yapsanız da olur yapmasanız da!