30 Aralık 2012 Pazar

ŞALVARLI PİCASSO


28.11.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi



ANKARA’NIN PİCASSO MARİFETLİ RESSAM KÖY KIZI: AYFER BOZKURT



Kazan’dan, kıvrıla kıvrıla, dalda bırakılmış, yarısı yere dökülmüş elmaların bahçeleri arasından 14 kilometre geliyoruz Tekke Köyü’ne. Köyün girişinde ilk, tertemiz, bakımlı türbesiyle Türkmen beylerinden Turasan Bey karşılıyor geleni. Aynı odada, yanında, evladı olmadığı için vakıflarına yönetici atadığı yeğeni Hızır Bali yatıyor. ‘Yeğenbey’ diye tanıyoruz biz onu. Şu Ulus’ta, Denizciler Caddesi’ndeki Yeğenbey Vergi Dairesi’nin adını aldığı hayırlı yeğen.
Kazan - Tekke Köyü


Turasan Bey’in, yaptırdığı zaviyenin vakfiyesine yazdırdıkları, nereye misafir olduğumuzu daha iyi anlatacak:
“Zaviyenin kapısı daima açık bulunacaktır. Giren girer, çıkan çıkar. İsteyen misafir olur gider, dileyen mücavir (komşu) olarak kalır. Geceyi geçirmek isteyen yatar, gitmek isteyen gider. Oradan misafir kovulmaz, azarlanmaz, men olunmaz, nasıl isterse öyle yapar. Misafire tabi olunur.”

Baba Hacı Bozkurt, Turasan Bey Camisi önünden karşıladı, en tepedeki evin kapısına geldik. Hava Kasım’a göre soğuk. Ayfer dış kapıda, bir gömlek, süveter bekliyor. Pırıl gözleri, güleç çehresiyle hoş geliyoruz. İç kapıda babaanne, içeride anne karşılıyor. Ayfer’in, duvarı resimlerle kaplı, sobasında buharı tüten demlik, çaydanlığıyla, aydınlık odasına geçiyoruz. Kanepe, koltuk var ama Ankara Kedisi gibi, sobanın dibindeki minderi kapıyorum.

Herkes güğümü, çanı görüyor
Hal hatır, hoş beş, sobada tüten demlikten birer bardak Ayfer’in karanfilli tarçınlı çayı dökülüyor bardağa. İlk değiliz biz, çok olmuş Ayfer’in gazeteden, televizyondan ziyaretçisi. Hiç öyle değil gibi; konu resim olunca ilk kez anlatıyor gibi heyecanlanıyor. Kazan’ın yerel gazetecileri, ilgi çeksin diye ‘Şalvarlı Picasso’ demiş, Ayfer gülümsüyor. Odasında, resimlerin kurumaması için soba yakmıyor ama bizim yüzümüzden yakmışlar. Sobaya yakın olanı, indiriyor duvardan. İndirdiği resimdeki simgeler geçidi, baş döndürüyor. Her şeyin kırık dökük çizildiği ilk resimlerinden. Sormamla anlatması bir:

Ayfer Bozkurt- Şu da küp. İçi falan delinmiş kırılmış. Şunlar mumlar, onlar da erimiş. Hiçbir şeyin tutulacak yanı yok, tamiri mümkün değil. Şu da çan, yani birisinin, yanlış şeylere takıldığını anlatıyor.

Ali İnandım- “Neredeyse resim yapmaya başladığında simgelerle anlatmaya da başladın” diyebilir miyiz?
Ayfer Bozkurt- İşte onu anlayamıyorum ben. Bunu yaşadım, bunu hissettim. Yaşadığım olay, anlatabildiğim olay buydu. Orada birileri olduğunu göstermiyorum ama herkes, sobanın üzerindeki güğümü, çanı görüyor.
Ali İnandım- Bunu bilinçli yapmadın yani?
Ayfer Bozkurt- Hayır hayır, keşke bilseydim belki başka yana yönlenirdim, belki daha güzel olurdu ya da daha kolay bir yoldan gelirdim.

Saçını kesip fırça yaptı
Ayfer, 1979 doğumlu. Yeteneği, ‘Haydi Kızlar Okula’ kampanyası sırasında keşfediliyor. İbrahim Bitik İlkokulu’nda ilk sergisini açtığında henüz ilkokul mezunu. Ortaokulu ve liseyi, sonra dışarıdan bitiriyor. Bize anlattığı resim, ağabeyinin çalıştığı matbaadan getirdiği artık mürekkeplerden yaptığı ilk resimlerinden. Boya bulamıyor o zamanlar. Hatta fırçası bozulunca, saçını kesip fırça yapıyor. Köylük yerde resim aşkını, kendi çabasıyla yaşamaya çalışıyor. Hala da hiçbir resim eğitimi almışlığı yok.

Ali İnandım- Neydi seni matbaa mürekkebiyle resim, saçından fırça yapmaya itecek kadar kışkırtan şey?
Ayfer Bozkurt- İnsan duygulandığında şiir yazar, başka bir şey yapar, duygusunu ifade eder, adını koyar onun. Kimisi de anlatamaz, duygusunu içine atar, el işi yapar, bir şey yapar, o da öyle kafasında giderir onu. Ama ben istiyorum ki o duygumu bu şekilde, resim yaparak anlatayım. Hissettiğim olay şu, onu şöyle yaşadım, böyle anlatabilmek istiyorum. Ondan öncesinde manzara çiziyordum; işte köy, türbe… Ama TRT 2’deki Bob Ross’un programı, resim yapma isteğimi iyice tahrik etti.

Anlatırken durmadan bölünüyor, içeri gidip geliyor Ayfer. Birazdan bir sini geliyor ortaya, üstü donatılıyor. “Ne bu, ne oluyor?” demeye kalmadan sini de yer kalmıyor. Affınıza sığınarak sayıyorum hepsi birbirinden lezzetli öğle yemeğimizi: Mantı, pilavlı kavurma, kendi elleriyle yetiştirdiği minik bamyalardan yemeği, nohut, turşu, yeşil salata, çörek otlu yoğurt, dumanı tüten bazlama ve ardına kadayıf. Resimleri mi yemeği mi anlatmalıyım? Yemek yarışmalarına da giriyormuş 10 parmakta 10 marifet Ayferimiz. Turasan Bey’in karşıladığı köyün ikramı, vakfiyedeki sözlerin altını çizercesine mahcup eden bir misafirperverlik. Hiç hesapta yokken parmaklarımızı yiyoruz!

Resimlerini anlatmayı seviyor
Ayfer Bozkurt- Bayramda birileri gelir, önlerine bir şey ikram edemeden, o oraya sarkar, bu buraya sarkar, resim anlatacağım diye giderler yani! (Gülüyor)

Kendini anlatmayı değil, resimlerini anlatmayı seviyor Ayfer. Onları konuşmak istiyor.

Ali İnandım- Peki paylaşabildiğin birileri var mı?
Ayfer Bozkurt- Resim öğretmenim vardı, onunla paylaşıyordum. O da İzmir’e gitti, pek kimseyle konuşamıyorum şimdi.

Ocak 2010’da, Cinnah Caddesi’ndeki İlke Sanat Galerisi bir sergi açmış Ayfer’e. Bugüne kadar 60’a yakın eseri de satılmış bu arada. Ankara Valisi’nin eşi, Kazan Belediye Başkanı, Kaymakamı, öğretmenleri ve bürokratlar var alıcılar arasında. Bu arada vermekten vazgeçtiği 3 kitap kapağı tasarlamış.

Soyutlama yapmak istiyorum
Ali İnandım- Belirgin olarak 2-3 tarzda resimlerin var. Hangisi ağır basıyor?
Ayfer Bozkurt- Dün gece onu düşündüm; “benim bu tarzım niye ayakta geziyor, niye langır lungurum, niye bir şeyler oturmadı, ben neyim” diye düşündüm. Sonra şöyle dedim: “Ben  soyutlama yapmak istiyorum. Kendimi böyle anlatıyorum çünkü. Şunda anlatamıyorum (manzara resmi gösteriyor). Onu da yapmak istiyorum ama… Kaplumbağa Terbiyecisi var ya, ondaki detayları yapamıyorum sanki. Kafamda tam olmadı yani, bir şeyler çok eksik. Aynı oradaki detaylarla sürrealizmi karıştırarak sanki, “Benim tarzım bu olmalı” diye düşündüm. Bazen renklerim gidiyor, bazen görüntülerim gidiyor, bazen fikirlerim gidiyor.  Bocalayıp, duruyorum, yalpalıyorum, “Bu değilim” diyorum.
En sevdiği resmini anlatıyor

Bundan sonrası da gelir
Ali İnandım- Bundan sonra nasıl devam etmeyi düşünüyorsun?
Ayfer Bozkurt- İlk sergiden sonra insanlar beni yavaş yavaş kabul etmeye başladılar ya, sanki ben de artık “ben oyum” a doğru gitmeye başladım. Tv’de falan ressamları görüyorum, anlatırken anlıyorsunuz; onların da bulunduğu yere kolay gelmediğini, birçok kez törpülenmek zorunda kaldığını, yokluklarla falan karşılaştıklarını. Birgün onların yerinde olmayı çok istiyorum. Hatta burada değil de birçok kesime ulaşmak istiyorum. Buradaki değil, bir başka yerdeki insan da yorum yapabilsin, görebilsin duygularımı.
Kedimi daha iyi geliştirmek isterdim. Mutlaka üniversiteyi bitirmek isterdim ki artık yapacağım inşallah. Buraya kadar geldiysek bundan sonrası da gelir diye düşünüyorum.

Güzel Sanatlar okumak istiyor Ayfer ama birinci denemesi başarısız olmuş. Denemeye devam etmekte kararlı. Daha değerli olmayı hak eden doğuştan bir yetenek o, mutlaka değerini bulmalı.
Turasan ve Yeğen Beyler'in Türbesi

Köyün çıkışında, Turasan Bey’e uğruyor, bize bıraktığı erdemli vasiyeti ve nesli için ruhunu şad ediyoruz. Yarısı dalda yarısı dökülmüş kütür elmalar arasından kıvrıla kıvrıla, bir ferahlıkla Ankara’ya dönüyoruz. Bir mücevheriyle daha tanışmanın huzuruyla.


28 Aralık 2012 Cuma

ELEKTRİKLİ İLİŞKİLER

28.12.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi

Ankara’nın elektrik hizmetini görmekle yükümlü kurum, şikayet ve uyarıları dikkate alma konusunda şalteri indirmiş galiba. Başkentin, şikayetçi olmayan mahallesi, sokağı kalmadı. Her gün de katlanarak artıyor. Elektrik kurumu özelleştikten sonra belki sistemi tam oturtamamışlardır, oturdukça çözerler diye eksikleri nazikçe uyarıyoruz ama sorunlar ve şikayetler azalacağına, günden güne daha da artıyor. 21’inci yüzyılda su kadar temel ihtiyaç haline gelmiş elektriği, lüks tüketim hizmeti olarak almaya başladı Ankaralılar. Sonuncusunu yapalı daha bir ay oldu ama şikayetler gibi uyarıların da günden güne artması gerekiyor anlaşılan. Ankara, zaten karanlıktı, şalter inmiş, kalanı da o kararıyor.

Elektrik freni

Aylardır karanlıkta kalan sokaklar var, her gün yenileri ekleniyor. Günlerce haftalarca karanlıkta oturan, özellikle kışla beraber, ciddi ısınma sorunlarıyla karşı karşıya bırakılan apartmanlar, onların sakinleri var. O evlerde, çocuklar yaşıyor. Kentin içinde ve çevresinde uzun uzun bulvarlar, bugüne kadar görmeye alışık olmadığımız karanlıklara gömülüyor. Daha önce sayabiliyorduk, artık sayamıyoruz şikayetleri. Her fırsatta başkentin yarım yüzyıl sonra dönen talihinden, yapılan ve yapılacak büyük yatırımlardan, kentin gelişmesinden, turizme açılmasından dem vuruyoruz ama bu planların hızı, daha şimdiden, elektrik freniyle kesiliyor.


Hakkımızı mumla arıyoruz
Elektrik hizmeti, bir hak. Bedava da verilmiyor. Yeni uygulamada arıza olunca, önce tespit edilmesi bekleniyor. Gelip, ücreti karşılığında, arızanın tespit ettirilmesi gerektiğini tespit ediyorlar. Bazen arıza tespiti bile başkasına kalıyor. Yetkisi olmayan birileri gelecek, arızanın yerini tespit edecek, gerekiyorsa kazacak, elektrik kurumumuzun onarmasına hazır hale getirip, bekleyecekler.  Elektrik kurumumuz kendisine uygun zamanda gelecek, arızayı çözecek, işi bitecek. Yetkisiz kişilerse tekrar devreye girecek, çukuru, açtıkları gibi ücreti karşılığı kapatacaklar. Zorlu işe gelemiyor, pek narin kurumumuz. Hassasiyeti, tahsilat konusunda daha da artıyor. Eskiden, bir elektrik faturası içinde bütün bu hizmetlerin karşılığını ödüyorduk.  Şimdi ödediğimiz gibi, aldık elimize kontrol kalemini, arızayı bile kendimiz buluyoruz. Kamu kurumuyken gördüğümüz hizmeti, mumla arar olduk!

Prangayla 2023'e
Koca siteler, caddeler, sokaklar, karanlıkta bekliyor. Özellikle son bir yıldır, alışık olmadığımız uygulamalar ve bugüne kadar görmediğimiz sayıda şikayetle karşılaşıyoruz. Elektrik kurumumuzun şikayet hattı, kışın soğuğunda, soğuk şaka gibi akıllar veriyor abonelerine. Sokakları gibi, ruhu da kararıyor Ankara’nın. Tahsilata duyarlı, şikayete ve uyarılara şerbetli tavrıyla “Başkent için, zamanlaması da uygulaması da  çok yanlış bir özelleştirme” dedirtiyor.

Büyük atılımlar, üniversiteler, teknoparklar, artan ağır sanayi yatırımları, birkaç milyon turist beklentisi… Karanlık bir kentte, elektrik bürokrasisiyle mücadele ederken mi olacak bunlar? 2023 hedefleri, bu karanlıkta mı gerçekleşecek? Durduk yerde elektrik, Ankara’nın ayağında bir prangaya dönüşmeye başladı. Azmış gibi, elektrikli bir ilişkiye daha girdik. Elektrik var, ışığı yok!

26 Aralık 2012 Çarşamba

SEYMEN ALAYI YENİDEN


25.12.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi 

Öbür gün 27 Aralık. Ankara’nın, en önemli günü; gecenin güne  döndüğü ‘Kızılca Gün’. Ankaralılar’ın, karanlık bir dönemin kapanıp, aydınlık bir geleceğe geçişin müjdecisi olduğuna inandığı ‘Kızılca Gün’ü. 27 Aralık 1919, 30 binlik Ankara’nın, köylerden ve çevre illerden akın akın katılan 60 binden fazla kişiyle Dikmen sırtlarında Mustafa Kemal’i karşıladığı gün.  Ülkenin ve Ankara’nın, karanlık tünelde, ışığı gördüğü gün.



Kasvetli bir Aralık

2010 Aralık ayı, tartışmayla başlamıştı. Ziraat Bankası, Halk Bankası ve Vakıfbank başta olmak üzere, Sermaye Piyasası Kurulu (SPK), Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu (BDDK) gibi kurumların, İstanbul’a taşınmasını içeren ‘Torba Yasa’dan şikayetçiydik, hangi gerekçeyle götürüldüklerini tartışıyorduk. Aniden bu tartışmayı darmadağın eden, basının baş köşesine oturan, başka bir gelişmenin ortasında bulduk kendimizi. Ankara Valiliği'nin 10 Aralık'ta yayımladığı genelge, Atatürk'ün Ankara'ya gelişi nedeniyle Kara Harp Okulu öğrencilerinin düzenlediği Garnizon Koşusu ile seymenlerin gerçekleştirdiği ‘Ata'ya Saygı Yürüyüşü'nü iptal ediyordu. Gerekçe, ana caddelerdeki trafik yoğunluğuydu.

1932’den beri her yıl yapılan ‘Ata’ya Saygı Alayı’nın 78’inci yürüyüşünü, o yıl yapamadı seymenler. Türkiye, işin içinde asker olduğu için, ‘Garnizon Koşusu’na kilitlenmişti. Mustafa Kemal’i ve arkadaşlarını Dikmen sırtlarında karşılayan seymenlerin çocuklarıyla torunlarının yaşadığı hayal kırıklığı, askerin gölgesinde kaldı. Kızgınlığı katladı bu duyarsızlık. Yeni devletin ve cumhuriyetin yolunu, o seymenler  açmış, emaneti, gözü gibi korumuştu. Bu muydu karşılığı?  Aralık 2010, kasvetli bir ay oldu Ankaralılar için.

Ara yol bulundu
Aradan 2 yıl geçti, bu yıl bir ara yol bulundu. 27 Aralık 2012’de ‘Seymen Alayı’, yürüyüşünü yapacak, tekrar saygısını sunabilecek Ata’ya. Ankara Kulübü’nün, Valilikle yürüttüğü görüşmeler sonucunda güzergah değişikliğinde anlaşıldı. Bugüne kadar Genel Kurmay Başkanlığı önünden başlayıp, Kızılay ve Sıhhiye üzerinden Ulus’ta sonlanan yürüyüş, bu yıl Ankara Garı’ndan başlayacak, Ulus Atatürk Anıtı’nda seymen gösterileriyle tamamlanacak. Gönüller biraz alınmış, seymenler, gülümsüyor!

Biz değilse kim kutlayacak?
Bilmeyenlere, unutanlara anımsatayım: 27 Aralıklar, 7’den 70’e herkesin katıldığı, sabahlara kadar coşkuyla kutlanan bir bayram günüydü. Özellikle Ankaralılar, 27 Aralık’ı dört gözle beklerdi. Ata’ya Saygı Alayı, sadece seymenler değil, tüm eşrafın, Terziler Odası dahil tüm derneklerin, okulların, askerin katıldığı bir alaydı. Gece fener alayları, eğlence ve muhabbetlerle sabahlara kadar sürerdi. Ne oldu da söndü o coşku?

Bu memleketin, hangi karış toprağına, hangimizin dedesinin kanı damlamadı? Bu devlet, onların iradesi ve onayı olmadan  kurulabilir miydi? Halkın onaylamadığı devleti kim kurabilmiş, kursa da kim yaşatabilmiş dünya tarihinde? Niye günden güne daha sönükleşiyor milli günlerimiz ve bayramlarımız? Gün bizim, bayram bizim. Biz değilse kim kutlayacak efendim atalardan yadigar, o şerefli günleri? Peki ya coşkusuz kutlanan milli günleri, çocuklarımıza nasıl aktaracağız?

27 Aralık programı
27 Aralık Perşembe günü, öğlen saat 13’te, Dikmen Keklikpınarı’nda, Mustafa Kemal ve arkadaşları karşılanacak. 14:30’da, Ankara Garı karşısından Seymen Alayı, ‘Ata’ya Saygı Yürüyüşü’ne başlayacak. 15:30’da, Ulus Atatürk Anıtı, seymen gösterileriyle şenlenecek. Bitmeyecek akşam 19:30’da Resim ve Heykel Müzesi’nde, halk müziği konseri, seymen gösterileriyle ‘27 Aralık Atatürk Ankara’da Kutlama Gecesi’ yapılacak.

Eski 27 Aralıklar gibi, Terziler Odası dahil, herkesin katılması dileğiyle Seymen Alayı’nın yeniden başlayan yürüyüşünde tüm Ankaralılar’ı, içtenlikle selamlıyorum.

23 Aralık 2012 Pazar

GÖZDE AKBAYIR’IN HAYALİNİ YIKMAYIN


21.12.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi

2 ay önceydi. Ulus metrosunun uzun merdivenlerinden indik, metroya ulaşmak için diğer uzun merdivenleri çıkmaya hazırlanıyorduk. Çıkacağımız merdivenlerden, elinde görme engellilerin kullandığı bastonla eşofmanlı genç bir kız, seke seke, adeta koşarak iniyordu. Dikkat kesildim. Görüyorsa niye baston kullanıyordu, görmüyorsa nasıl böyle görür gibi çabuk, çevik iniyordu merdivenleri? Arkadaşımla konuşuyorduk, sesimize yöneldi ve “Metroya nereden inebilirim?” diye sordu. Görme engelliler için yapılan kaldırımlar onu metroya yönlendirememiş, çok alakasız bir yere gidiyordu. “Biz de ineceğiz, beraber inelim” dedim, girdim koluna.


Günüm şenlik oldu
Eşofmanında bir okul arması vardı. “Yahu” dedim “ben görürken inemiyorum, sen nasıl koşa koşa indin o merdivenleri?” Güldü. 14-15 yaşlarında. “Yürüyüşten falan mı geliyorsun?” dedim, “Yok, bugün yarışlar vardı, oradan geliyorum” dedi. Okul atletizm takımındaymış. Yenimahalle’ye gidiyormuş, benimle aynı yön, kolkola indik. Nerede okuyor, ne zamandır spor yapıyor, okul nasıl gidiyor derken “Nasıl geçti yarışlar?” diyemeden, “Bugünkü yarışlarda hep bizim okul kazandı” dedi. 3 yarış koşmuş o gün, madalyasını gösterdi. “Ver elini, önce ben kutluyorum o zaman” dedim. Öpemedim ama içimden bin kere öptüm alnından. Bin kere de ailesinin, hocalarının alnından; daha çok gençken böyle olgun, kendine güvenli birini yaratmayı başardıkları için. Günüme şenlik oldu hem kendisi hem başarısı. Sık adımları, biran önce eve gidip, başarısını paylaşmak içindi galiba ama piyango vurdu, paylaşmak ailesinden önce bana nasip oldu. Kendini bulmuş, sokağa karışmıştı.

Duyulmayan çığlık
Salı günü duyulmayan bir çığlığın haberi vardı: 40 günlükken annesinin terk ettiği, sonrasında tatsızlıklarla devam eden hikayesine “Dur” demek isteyen kızımız Gözde Akbayır, elinden tutulması için sesleniyordu. Tekvandoda Türkiye Şampiyonu olmuş, Kickboks’ta Türkiye ikincisi. 50’den fazla madalyası var. Annesiz, babası hapisteyken zor durumdaki babaanne ve dedesiyle, Altındağ’da bir gecekonduda yaşıyor. Kızımız  başarılı ama başarının kıymetini, hocası Özcan Ağırdaş dışında bilen yok. Tek dileği, bir kurum takımı ya da kulüpte, lisanslı sporcu olabilmek. “Biz sizi ararız” deyip, aramıyorlarmış. Biz de orada insanlığı arıyor, bulamıyoruz.

Yıkılmasın bu hayal
Gözde Akbayır, “Bir kulüp çatısı altında çalışmak, öğrenim hayatıma devam etmek, ileride ne olacağımı bilmek istiyorum” diyor. Bir işte başarılı olarak gereğini yerine getirmiş Gözde. Sahip çıkmak, başarısının karşılığını vermek için ne bekliyoruz? “Hayallerimin yıkılmasını istemiyorum” diyor, daha ne desin? Kim bize örnek olacak efendim? Bu gençler mi yoksa eski parayla trilyonlar yeni parayla milyonlar alan, vitrinleri şımarıklığıyla dolduran sözde sporcular mı?

Hayallerini yıkmayın, bir daldan hayata tutunmuş, o dalını kırmayın Gözdeler’in. Çünkü onlar tutununca yaşam şenlik oluyor.

20 Aralık 2012 Perşembe

ANKARA’DAKİ METROBÜS MÜ?


18.12.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi


Toplu taşımada, yeni bir kavram girdi Türkiye’nin gündemine: Metrobüs. Ulaşım plancıları, “raylı sistemlerin kalitesi ile otobüs sistemlerinin esnekliğini birleştirebilen, hızlı ulaştırma türü” olarak tanımlıyor işlevini. Hızlı inşa edilebilmesi, bulunduğu hattı uzatabilme ya da kolaylıkla değişik hatlar açılabilmesi, dünyada, hafif raylı sistemlere bir seçenek haline getirdi metrobüsü. Amerika Birleşik Devletleri, Brezilya, Meksika, Endonezya ve Çin’de, çok başarılı uygulamaları var. Brezilya’nın Curitiba şehrinde, 1972’den beri kullanılıyor, üstelik çift körüklüsüne geçmişler. Biz, önce İstanbul’a kurduk, gün geçmiyor ki bir sorunlu haberi gelmesin.


Ankara metrobüsü incelenince
İstanbul’dan sonra Ankara’ya geldi ama gelen metrobüs müymüş, bir bakalım. Gazi Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü hocalarından Doçent Doktor Metin Şenbil, oturmuş, incelemiş konuyu:
Metrobüs sistemleri, hızlı ve yüksek kapasiteli araçlar yanında istasyonlar, akıllı ulaşım sistemleri, güzergahlar, ücret toplanması ve servis özellikleri ile bir bütün toplu taşıma sistemidir. Bu kadarla kalmaz, metrobüsün hizmet verdiği şehirlerin imar planlaması ile de desteklenmesi gerekir” diye başlıyor Şenbil hoca. 15 Eylül 2012 tarihinde Ankara Büyükşehir Belediyesi tarafından hizmete sokulan körüklü otobüslerin, tanıma uyuyup uymadığını, dünya’daki başarılı uygulamalar bir yana, sistemi tam oturmamış İstanbul’la kıyaslayarak anlamaya çalışmış önce. Soruyor, yanıtlıyor:

Kıyaslama sonuçları
“ - Yüksek kapasiteli otobüs var mı? İstanbul’dakiler iki körüklü ama Ankara’da da “var” diyebiliyoruz.
- Bu otobüslere ayrılmış özel yol var mı? İstanbul’da var, Ankara’da hem var hem yok. Metrobüs hattı için yapılmış özel bir yol yok ama varolan yolda çizgiyle ayrılan hat, bir dereceye kadar özel yol olarak kabul edilebilir.
- Özel durakları var mı? İstanbul’da var, Ankara’da yok. Ortak  duraklar kullanılıyor Ankara’da.
- Otobüs dışı ücret toplama var mı? İstanbul’da var Ankara’da yok. İstanbul’da, kart ya da akbil gibi uygulamalarla ücret durağa girerken ödeniyor. Ankara’daysa otobüsün içinde.
- Sık sefer var mı? İstanbul’da var Ankara’da yok. Sadece 50 araçla yolu da diğer trafiğe karışan bir hatta, sık sefer yapılması mümkün görünmüyor.
- Elektronik izleme var mı? İstanbul’da var, Ankara’da yok. İstanbul’da,‘ AKYOLBİL’ sistemi ile metrobüs dahil, tüm toplu taşım hatları, elektronik olarak izlenmektedir.
- 7 Gün 24 saat hizmet var mı? İstanbul’da var Ankara’da yok. İstanbul’da, 7 gün 24 saat hizmet verilerek otomobile ihtiyaç azaltılıyor. Ankara’nın toplu taşıma sisteminde, gece 12’den sonra hizmet duruyor.”

Meclis’e varmaz bu metrobüs
Şenbil hocanın incelemesinden anlaşıldığı üzere, Ankara’daki sistemi, İstanbul’la bile kıyaslayınca metrobüsle ilgisi olmadığı anlaşılıyor. Dünya’daki örneklerle hiç ölçüştürmeyelim boyunu. Otobüs özel yolunda ilerleyen, körüklü otobüs sistemi bizimki.

Geçen hafta Park Eymir TOKİ Konutları'nda oturan yaklaşık 3 bin 500 kişi, Türkiye Büyük Millet Meclisi Dilekçe Komisyonu'na başvurarak, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı'nın "otobüs hattı değişikliğini" şikayet etmişti ya. Metrobüsün bu kadar şikayet edileni, şikayetçilerini, şikayet için Meclis’e bile yetiştiremez.

15 Aralık 2012 Cumartesi

ANKARA RAYINA OTURTMAYA ÇALIŞIYOR


14.12.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi



Ankara’da, uzun zamandır bir şikayet öne çıkıyor. Başka şehirlerden ve ülkelerden gelen misafirlerin de paylaştığı bir şikayet: “Ankara, bir ‘otomobil kenti’ olmuş” diyorlar.  Otomobil olsam Ankara’da gazlamak isterdim; ortasından hançerle yarılmış gibi yayalara geçit vermeyen koca koca yollarıyla otomobil olmak var Ankara’da. Yayalar, karşıdan karşıya geçemiyor otomobillerin huzuru için. Dimdik üst geçitlere tırmanıyor, caddenin karşısındaki işimizi erteliyoruz dolanması uzun sürdüğü için. 5 milyon nüfuslu, 50 kilometre yarıçaplı bir şehirde yaşayan yaya ne ister? O  kentin sakini, sahibi olmak için, önce bir semtten diğerine kolay ulaşmak ister.

150 yıl sonra hayati gelişmeler
Bu ihtiyacı zamanında kavrayan ülkeler çaresini bulmuş, 150 yıldır tramvaydan metroya, raylı sistemlerle çözmüş toplu taşıma sorununu. Bu raylar kent içinde kalmamış, ülke içine hatta komşu ülkelere kadar uzanmış. 150 yıl sonra, sıra bize gelsin artık.

Çeyrek metromuzla 16 yıldır idare ettik ama kenti yayalara  açmak, medeniyete kavuşmak için çok ama çok geç kaldık. Bu yıl Büyükşehir Belediyesi, Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı’na devretti bitmeyen metro inşaatlarını. Bu devirle beraber inşaatlar hızlandı ancak güzel bir başka gelişme daha oldu; Ankaralı sanayiciler, metro yapımı ve trenlerin üretimine katılmak istediler. İhaleden önce Bakanlığa, yüzde 51 yerli katılım koşulunu koydurdular. “Bizim, bu trenin yarısını yapacak yeteneğimiz var” dediler yani. İhaleyi Çinli CSR firması kazandı. Bu hafta başı, sadece Ankara değil Türkiye açısından çok önemli bir toplantıya davet edildiler. Ankara, Türkiye’ye örnek bir adımı, somut olarak başlatmış oldu.

ARUS’la değişen kaderimiz
OSTİM, tüm ülkedeki raylı sistemle ilgili kurumları, firmaları ve uzmanları, ‘Anadolu Raylı Ulaşım Sistemleri Kümesi’ adı altında toplamış, raylı sistemlerde tamamen yerli üretime geçmenin ilk adımını atmıştı. Değişik kollardan bu kadar kurumu ve uzmanı bir araya getirmek çok zor bir iş. “Sektörde kimse bu kümelenmenin dışında kalmamalı” diye yola çıkıp, ilk adımı başarıyla gerçekleştirdiler.

Birincisi Ankara’da yapılan toplantının ikincisini, hafta başı İstanbul’da düzenlediler. Ulaştırma Bakanlığı yetkilileri, KOSGEB, TÜBİTAK, büyük sanayiciler, yan sanayiciler, kalite firmaları, mühendislik firmaları ve üniversitelerden katılan uzmanları yeniden bir araya getirdiler. Çinli firmanın yetkilileri de katıldı. Söylenen açıktı: “Yüzde 51 yerli katkı şartını ciddiyetle takip edeceğiz, Çin’den falan işçi getirip, burada firma kurmaya kalkmayın.” Kümelenme üyelerine yapılan uyarı da aynı açıklıktaydı: “Kümelenme, iş takipçiliği ya da fikri birliktelik için oluşturulmadı sadece. Asıl hedef,  nihai yerli tasarımı ve imalatı becermektir!”

Çocuklarımızın geleceği var burada
Ankara metro ihalesinin maliyeti, 3 milyar (katrilyon) lira. 2023 hedeflerine göre 10 bin adet daha raylı sistem aracı gerekecek ve onun da maliyeti 40 milyar lirayı bulacak. Yüzde yüz yerli üretimi becerebilirsek sadece bu para cebimizde kalmayacak, dünya pazarlarına da gözümüz kayabilir. Çünkü 20 yıl içinde dünya çapında raylı sistem ve araç ihtiyacı, 1 trilyon dolar olarak hesaplanıyor. 150 yıl gecikmenin acısı içime oturdu!

Coşkuyla alkışlarken hevesimizi kursağımızda, alkışımızı havada bırakmasıyla ünlü memleketimiz. Orta yerine çomağı sokup, bütün emekleri heba etmede marifetli. “Şeytan kulağına kurşun” deyip, bu öncü sanayicilerimizi, kurumlarımızı, uzmanlarımızı ve olması gerektiği gibi işbirliği yapan üniversitelerimizi tüm gücümüzle desteklemeliyiz. Çocuklarımızın önünü açıyorlar. Burada iş var, medeniyet var, katıksız ülke yararı var.

13 Aralık 2012 Perşembe

DÖNÜŞÜMÜN AYAK BAĞLARI


11.12.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi



Türkiye, derinden gelen, yeni bir dönüşüm süreci yaşıyor. Dünyadaki dönüşümle eş zamanlı, gecikmiş bir dönüşüm bizimki. Yeni doğmuş Türkiye Cumhuriyeti’nin büyüme çağı, İkinci Dünya Savaşı’yla kesintiye uğramıştı. 60 yıldır ‘siyaset’ diye  birbirimizi yediğimiz için, bu kesintiyi devam ettirmiş olduk.  Bedenimiz serpilemedi, ilerlemiş yaşımıza rağmen güdük çocuk görüntümüzden kurtulamadık. İçinde, binlerce yaşında devlet  birikimi olan bir çocuk. Yeni dünyada, birikimini, yaşını ve görüntüsünü denk düşürmek, kurulan yeni masaya, hazırlıklı oturmak istiyor Türkiye. Bu yüzden sadece belli çevreleri değil, devleti de milleti de kapsayan topyekün bir dönüşüm sürecine kalkışıyor. Bu süreçteki gelişmeleri eksik yorumlayanlar, dönüşümü, kendi bildiğine, işine geldiğine uydurmaya çalışıyor. Birbirine düğümlenmiş ayakkabı bağları gibi, dönüşümün ayağına dolanıyorlar.

Tıkalı kulaklar, eski alışkanlıklar
Cetveli alıp, tahtaya geçtik ama dünyanın sırrını vermek için değil. Basit ve bir türlü düzelmeyen aksaklıkların, yöneticilerin tek yönlü iletişim anlayışıyla bir ilgisi olduğu fikrine kapıldık. Sürekli anlatan ama hiç sizi dinlemeyen biriyle sohbet etmeye benziyor. 5 milyonluk Ankara, bütün yılgınlığına karşın ses vermeye devam ediyor, bir ümit duyulmasını bekliyor. Yarım yüzyılı aşkındır tıkalı kulaklar, alışkanlığından vazgeçemiyor, böyle gelmişi böyle götürme niyetinde görünüyor.

Kulaklar tıkalı olduğu için, tarihi dokusunu, Cumhuriyet’in genç yapılarını bile koruyamadan acımasızca bozduk, yok ettik bu şehirde. Bırakın ilçeleri, köyleri, 21’inci yüzyıla altyapı eksikleriyle girmeyi başarmış bir başkentte yaşadık. Yetersiz ulaşım olanakları nedeniyle ne kendisine ne ülkesine ne de dünyaya açıktı Ankara. Planlama, yatırım ve düzen geciktiği için ‘gecekonduların başkenti’ydik birkaç yıl öncesine kadar. Yatırımlar, başkente değil, İstanbul’a yakıştırılıyordu. Can veren insanları uzaklaştırdığımız için günlük yaşam, kansızlıktan benzi solmuş birinin halsizliğiyle akıyordu sokak damarlarında. Onca yıl bir başkent, kent olmamaya çalıştı adeta.

Dönüşümün koşulları
Şimdi yeni bir dönüşüm fırsatı doğdu ve bu treni kaçırmasına asla izin vermemeli Ankaralılar. Kırık, dökük kaldırımları,  kazılıp, bırakılmış çamur deryası yolları, adam yutan çukurları, engelliye engel sokakları, susuz ve elektriksiz  mahalleleri aşmalı artık Ankara. Ülkeye ve dünyaya kolay ulaşmalı, kent içinde uzak semt kalmamalı. Ulaşım ihtiyacı, listeden silinmeli. Gecesi, gün gibi aydınlık olmalı, sokaklar, gece 10 dedi mi boşalmamalı. Beklenenin aksine  Valisi’ni bile karanlıktan şikayet edecek hale getirmemeli.  Şehir merkezlerinden semt merkezlerine ulaşım, 24 saat sürmeli. Geçici değil, turizm, küçük ve büyük ölçekli sanayi, tarım ve hayvancılıkta, geleceğe yönelik stratejik yatırımlar yapılmalı. Bunca üniversitesi, birikimi ve altyapısıyla Bilişim Vadisi’ni, söke söke almalı. Bir Ankara markası Atatürk Orman Çiftliği’ni korumalı, markasını, yemyeşil geleceğe taşımalı. Anacığı Ankara Kalesi’ni, tedavi edeyim derken esnafıyla beraber yıkmamalı. Say say bitiremem. Bunca lafı şuncağız uyarı için ettim:

Dönüşümün yöneticileri dikkat
Dünya, Türkiye ve Ankara, bir dönüşüm sürecine girdi. Bu süreç, şirket idarecisinden, odalardan, sivil toplum örgütlerinden, yerel yöneticilere, hatta devlet büyüklerine kadar uzayan bir düşünce dönüşümü de gerektiriyor. Eski tarzla yürümez bu dönüşüm. Toplumda da olumlu bir izlenim ve beklenti yaratacak yöneticiler dönemi. Özellikle Ankara’nın ileri gelenleri toplanıp, bu sürecin yürümesine katkıda bulunacak planları yapmalı, öncelikler belirlemeli, süreci kolaylaştıracak kararlar almalı. Yöneticinin, bu süreci kavrayanı görevlendirilmeli.

Kurnazlıkla günü kurtarmakla geçiştirilecek bir dönüşüme benzemiyor önümüzdeki süreç. Bu virajı dönemezse Ankara, belki bir yüzyıl daha başka bir çağa adım atmış Türkiye'nin de dünyanın da arkasından bakmaya doyamayacak.

9 Aralık 2012 Pazar

SOKAKLARI DÜŞÜNME ZAMANI


07.12.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi


İlk kar düştü, geldi kış. Birkaç haftadır ara ara sert soğuk yapıyordu zaten. Açık bir otoparka sığınmış Afgan mültecilerin fotoğrafını anımsıyorum; soğuklarda, her yanı açık otoparkta, aç açıkta beklerken. Otopark ülkesine sığınmışlar. Önde, 4-5 yaşlarındaki oyuncaksız çocuklar, dünyanın katılaşmış vicdanında, soğuk geceden sanki onlar çıkmamış gibi oyuncaksız bir oyuna dalmış. Yürek dayanmıyor. Aylarca Yıldız’da, Lozan Parkı’nda gecelediler. Dünyanın afili yardım örgütleri izledi, mahallenin sakinleri sahip çıktı, yiyecek, giyecek yardımında bulundu. Helal olsun, bize yakışanı da buydu.


Evsizlerin, sahipsizlerin kışı
Akşam Büyükşehir Yasası, Cumhurbaşkanı’nın onayından geçmiş, televizyonda tartışılıyor. “Bir de böyle deneyelim, denemekte ne zarar var” görüşü hakim tartışmalarda ve yasanın onaylanması sürecinde. Birkaç gündür öyle bir soğuk indi ki  yasaları, kuralları, ikinci plana düşürdü. Sokakların ayazında, can derdine düşmüş sahipsizlerin, yasaların önüne geçtiği kış günleri başladı. Terbiyemize, insanlığımıza yakışanı, başkent sokaklarının medeniyet ölçüsü, tek bir vatandaşın bile bu sokaklarda donacak kadar yalnız kalmamasıdır. Derme çatma bir barakada, gecekonduda, kentin herhangi bir köşesinde, dondurucu soğukla baş başa kalan, insanlığımızdır. İlgisizlik, donmaktan beter; medeni kentin medeniliğini, insanın insanlığını, ince ve şeffaf bir soğan zarı gibi sıyırır, atar.

İlk Adım İstasyonları
Ankara Valiliği, 3 yıldır, hem insanlığa hem medeniyete yaraşır uygulamasını, bu yıl da ilgili kişi ve kurumları uyararak başlattı. Sokakta kalan evsiz ve sahipsizler, İl Sosyal Hizmetler Müdürlüğü’ne bağlı arabalı ekiplerce yerinden alınıp, spor salonlarında geçici olarak değil, Valiliğin kiraladığı temiz otellerde misafir ediliyor. Üç öğün yemekleri veriliyor, çamaşırları yıkanıyor, ihtiyacı olana yeni giysiler alınıyor, tıraşı, bakımı yapılıyor, varsa rahatsızlığı hastanede, kontrolden geçiriliyor. Buralara güzel bir isim de bulmuşlar; ‘İlk Adım İstasyonları’.

Medeniyet adımları
‘İlk Adım’ çünkü sadece kışı geçirmek için kalacak bir yer sağlanmıyor. İş yapabilecek durumdaysa yeteneğine göre iş ayarlanıyor, kayıpsa yakınları, akrabaları bulunuyor, bazı etkinliklere katarak küstükleri hayatla yeniden araları yapılıyor. Kendi ülkesinde, ülkesinin başkentinde, Afgan mülteci durumuna düşürülmüyorlar. Daha şimdiden ikisi kadın, 87’si erkek olmak üzere 89 misafiri var istasyonların. Bugüne  kadar 2034 kişiye sahip çıkılmış. 46 kayıp kişi, aileleri, yakınlarıyla buluşturulmuş. 58 kişi, değişik hastanelerde tedavi görmüş, 17 kişinin ameliyatı yaptırılmış. 8 kişinin de diş, kol ve bacak protezleri yaptırılmış.

3 yıldır süren bu örnek uygulamanın, Türkiye çapında hala bir eşi daha yok. Düşünceyi, ciddiyetle ele alınışını, Devlet’e, Ankara’ya, insanlığa ve kendime çok yakıştırıyorum. Hiç unutmamalıyız ama kışın daha çok anımsamalıyız. Medeniyet, sadece teknolojik ilerleme ve kasadaki paralarla olmuyor.

5 Aralık 2012 Çarşamba

TÜRKÜSÜNÜ BOZANIN KÜLTÜRÜ BULANIR


04.12.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi



Kültürü, sıvıya benzetirler. Akışkandır. Bazen ısınır genleşir bazen soğur büzülür. Sıkıştırılamaz. Kabı, insandır. Kap temizse bir başkasına, duruluğu, berraklığı, pırıltısıyla  akar. Değilse kiri, çamuru, tortusuyla diğerini de kirletir. Kirli kabın bulanık kültüründen, arı düşünceler, kendine güvenli tavırlar türemez. Belirsizliğin, bir başka adıdır bulanıklık. Eğriyle doğru, ayırt edilemez. Bir milletin amacı, davası, yönü şaşar. Şaşacağı kadar şaşmış, uzmanlarını dinleyince yürekleri dağlıyor kirli kapların pervasızlığı.


Kirlilik zorla bilincimize sokuluyor
24 Kasım’da, Ankara Kulübü’nün düzenlediği ‘Geçmişten Günümüze Ankara Halk Müziği Sempozyumu’ 14 uzmanın, her biri tokat kıvamında bilgi ve değerlendirmeleriyle aklımızı alan sunumlarına sahne oldu. Sabahtan akşama kadar kültürel bulanıklığın, kesif kirliliğin kitabı yazıldı adeta. Yozluk kültür, yozlaştıran sanatçı olmuş. Piyasası da hiçbir değer gözetmeden mikroplu mayiyi pazarlamaya gönüllü olmuş. Bünye zehirlenmiş, bilinç bulanık. Bu değerli teşhisler, inşallah kitaplıkların raflarıyla da buluşup, tedaviye yol gösterecek.

Adının başına ‘Ankaralı’ sıfatını koyup, Ankara türkülerini, sözüyle müziğiyle oyunuyla bize göründüğünden de derin köklerden baltalıyormuş sanatçı kişiler ve onun piyasası. Milleti de bu kökten bozulmayı, alkışlarla izliyormuş. Kaba cinsellik, kaba argo, hatta birbirini tutmayan belirsiz dizeler, Ankara’nın kültürü olmuş. Tüm ülkede olduğu gibi. Kirli kültür, kendi ürettiği yetmiyormuş gibi, yüzlerce yıllık türkülere, geleneklere de bulaşıp, kirletmekten bir saniye utanç duymuyor. “Milletin öz malı olan bu eserler, çıkar için böyle hoyratça kullanılamaz” diye yükseliyor bir konuşmacının isyan çığlığı. Ancak en çok kirleteni, daha da meşhur edilerek gece gündüz zorla gözümüze, oradan bilincimize sokuluyor.

3 örnekle dönüşüm
Birbirinden değerli uzmanların verdiği, bilgiler, görüşler arasından seçim yapmak çok zor. Ancak üç tanesine, fikir vermesi için değinmek istiyorum:

Örneğin ‘meclis’, ‘muhabbet’, ‘cümbüş’, ‘oturak’, ‘ferfene’, ‘irfaniye’, ‘cem’ diye adlar alan sazlı sözlü pek çok toplantı düzeni vardır. En büyüğü, en büyük oda kadardır. Yüzyüze bakarak çalınır söylenir, kaynaşma olur. Çoğu, kadınlı erkekli toplantılardır. Kuşaklararası uzaklık, bu toplantılarda kapatılır. Oysa bugün, herkesin tek bir yöne, sahneye baktığı konser salonlarında, tanışmadan, kaynaşmadan sazları sözleri dinliyor, bitince de salonu paylaştığımız ama hiçbir yakınlık kurmadığımız insanlardan ayrılıyoruz.

Bir başka köklü dönüşüm, usta-çırak ilişkisinde kendini gösteriyor. Bu ilişkiye ‘bitti’ gözüyle bakılıyor artık. Usta, ömrünü o işe vermiş, başka bir şeyle ilgilenmemiş kişidir. Kendi işinin inceliklerini çözmek, geliştirmekle geçirmiştir her gününü. Bir dönüşüm olacaksa eğer, en uygun zaman ve biçimde ustalar yapabilir o uyarlamayı. Sonra birikimini,  çırağına aktarır. Yukarıda değindiğimiz yozluk, çırak olmadan usta da olamayanların yarattığı bulanıklıktır biraz da.

Derine inen darbeler
Etkileyici düşüncelerden biri de mekan ve müzik ilişkisi üzerine olandı. Kentin ve müziğin, ayrı ayrı kendi ritimleri olduğunu öğrendik. Bu ritimler, bildiğiniz şekillerle kağıt üzerinde gösterilebiliyor. İnişli çıkışlı grafikten, kentin gelişimini ve müziğinizin kaderini anlayabiliyorsunuz. Kültür radarı gibi; yeri, durumu saptayabiliyorsunuz. Örneğin, ahşap binadan ses dışarı sızabiliyor, beton binadan sızmıyor. Sokağa inemeyen ritim, kentin ritmiyle buluşamıyor. Bu ritimler örtüşmezse o kentin müziği, taşıdığı kültür yok oluyor. Tüylerim diken diken oldu yozlaşan müziğimizi düşününce. Balta, derinden vuruyor.

Zaman zaman daha kapsamlı inceleyeceğiz bu konuları. Yarın ki Milliyet Ankara’da, bu kentin ve ritminin bir parçası, Hamamönün’de dağıtılmakla karşı karşıya kalan müzik aleti satıcıları ve imalatçılarının, bozulan akorduna kulak vereceğiz.

1 Aralık 2012 Cumartesi

KIZILAY’DA OTOBÜS TAKSİ DURUMLARI


30.11.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi



Bir trafik polisi, büyün gün yukarı aşağı yürüyerek düzeni sağlıyordu. Uzun zamandır o polis kayboldu, günden güne dişi yenmiş fermuar gibi karıştı Kızılay trafiği. Otobüs durakları, taksilerden yanaşamayan hem otobüslere hem de bekleyen yolculara eziyet oldu. Otobüs duraklarında müşteri bekleyen taksiler, sonuna kadar zorluyor sabırları.

Taksiden halat
Sabah, işe gidiş saati. Kızılay Meydanı’nda, dört yandan insan ve araba kalabalığı akıyor. Herkesin acelesi var. Güvenpark’ın çimlerine, yapraklarına yağan kırağı donmuş, ısıran soğukta, bir de görünce üşüyor insan. Ulus’tan Sıhhiye’ye tıkanıyor, Sıhhiye’den Kızılay’a. Bahçeli’den Kızılay’a, Kızılay’dan Dikimevi’ne… Otobüs duraklarına yanaşan, yanaştığıyla kalmayıp durağın ortasında bekleşen taksiler, gerilmiş Gordion halatı gibi diziliyor, kesiyor yolları.

Pişkinler durağı
Pişkinleri, durağın içine girip, bekliyor, azıcık insaflısı açıkta. Dibine dayanan otobüsü tınmayan pişkinler, yandaki durakları da üzecek kadar ahengi bozuyor. Eğri büğrü yanaşan otobüs, ardından gelen diğer durağın otobüsüne engel oluyor. Açıkta bekleyenler, geriye doğru karmakarışık uzayan bir otobüs kuyruğuna dönüşüyor. Bir pişkin taksi, yolcu alamadan altüst ediyor Güvenpark’ın önünü. Geldiği halde yanaşamayan otobüsümüzü bekliyoruz. Diğer otobüsler de bizim otobüsün yanaşmasını. 7-8 durağın yolcusu, bir taksicinin keyfini bekliyor. Yola taşan otobüsler, işte geriye, Sıhhiye’ye doğru, zaten yığılmış trafiği kilitliyor.

Dürrtt!
55-60 yaşlarındaki bir beyefendinin sabrı tükeniyor, camına vurup, taksiciye çemkiriyor; “Yürüsene kardeşim, bu kadar adam seni bekliyor!” Beyefendiye dik dik bakıp, kımıldıyor taksici. Yapan olmayınca, kendisi düzenliyor vatandaş. Bir de arkadan gelen otobüsü görür, dibine kadar yanaşmasını bekler, otobüs durana kadar kımıldamaz taksiler var. ‘Korna bağımlılığı’ diye bir rahatsızlık olabilir; kornayı yemeden katiyen hareket etmiyor bunlar. Dürrttt!..

Biraz özen bekleniyor
İkinci şeritte tespih gibi dizili taksiler, arkası bitmeksizin gelmeye devam ediyor. Günün her saati, Kızılay Kavşağı’nın dört yönüne doğru, bu sahne tekrarlanıyor. “Ekmek parası” desek ekmeğini kurallara uyup, başkalarına saygı duyarak kazananlara ayıp olur. Taksiler için ayrılmış ceplere yanaşarak yolcu bekleyen taksiler de ekmek parası için çalışıyor. Bu durumun tadı, hergün biraz daha kaçıyor, yumuşak yumuşak anlatmaya çalıştığımız kargaşa, binlerce yolcuyu, yüzlerce otobüs seferini ilgilendiriyor.

Bir devlet büyüğünün geçeceği kavşakta sağlanan düzeni görünce yüzbinlerce Ankaralı’nın da hakkına, en az seviyede özen bekleniyor başkentte. Başkentin de Bakanlıkları’nda, devletin dibinde!