29 Eylül 2012 Cumartesi

NEŞET ERTAŞ’IN ANKARALI BAĞLAMASI


28.09.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi



Eskiden “Oldum” demekle usta olunmuyordu. Önce o işin ustaları kabullenecekti yeteneğinizi. Ankara, bu ustalarla doluydu; özellikle bağlama yapımıyla ünlü olmakla beraber pek çok çalgıyı yapabilen ustalarla. Ulus Meydanı’ndaki Taşhan’dan başlayarak Bentderesi, Çıkrıkçılar Yokuşu, Samanpazarı, Ulucanlar Caddesi ve Hamamönü’ne doğru yayılmışlardı. Keramet, Ankara’nın dutunda mı, cevizinde mi yoksa ustalarında mıydı acaba? Bağlamayı konuşturan söz ustaları, aradığı sesi bu  sokaklarda buluyordu.



Tatsız haber
Bir süredir, bu yanı pek öne çıkmayan Ankara’nın, çalgı yapan ustalarına ve Hamamönü’ndeki düzenlemelerden sonra dağılışlarına değinmek istiyordum. Mahsuni, Neşet Ertaş, Arif Sağ, Musa Eroğlu gibi ustaların, Ankara bağlamasındaki ısrarlarına. Kitaplar, makaleler arasında gezinirken tatsız haber geldi.

Değdiği gönüllerin telini titretmeden, burun direğini sızlatmadan geçmeyen, eğlencelisi de sanki ortak marşımıza  dönmüş türkülerin babası Neşet Ertaş, aramızdan ayrılmıştı. Hastalığını lütfen gören basın, vefatından sonra yeri göğü Neşet Ertaş’la kapladı. Kendi kültürüyle kendi sanatını ya da düşüncelerini üreten, herkese seslenebilen aydınlar, yaşarken sevilmez bizim memlekette. Ölünce de unutulmaya terk edilir. Ancak milletin bağrından hiçbir zaman silinemez, unutulmazlar.

Hoş anılarla yolcu etsek
Rahatsız olduğu günlerde, ‘Sazadair’ isimli bir internet  sitesinde, Özay Önal’ın, ‘Ankira’nın Ustaları’ makalesini okumuştum. Ankara’nın bağlama yapımında meşhur ustaları, geçmişin kokusunu taşıyan keyifli anılarla süslenerek anlatılmıştı. İki tanesi Neşet Ertaş’lıydı. Ankara’dan da  bu anılarla yolcu etsek diye düşündüm Ankaralılar olarak.

Gelelim Halil ve Yusuf Yeniay kardeşlere. Küçük kardeş Yusuf Usta, Türkiye'nin en tanınmış ve efsaneleşmiş ustasıdır desek yanlış olmaz. Usta'nın atölyesi her akşam bir muhabbete sahne olurdu. Değerli bağlama yapımcılarından İsmail Görer'in naklettiği bir anı şöyledir:

Bir akşam Yusuf'un atölyesine gittim. Duvarda, kendisinin Neşet Ertaş'a yaptığı bir saz asılı idi. Yusuf, bana sazı işaret etti. Saza baktığımda teknenin sapa yakın kısmında, göğüs ile teknenin birleştiği köşede birtakım diş izleri gördüm. Yusuf söylenerek, Neşet Ertaş'ın sazı çok beğendiğini ve çalarken zevke gelip, ısırdığını söyledi.

Gonüm çekmedi
Bir diğeri de şöyle:

Neşet Ertaş'ın, özellikle Yusuf Usta'ya saz yaptırmasının sebebi uzun ve geniş tınlayan, ‘düz göğüslü' bir saz aramasıdır. Ertaş, sadece Yusuf Usta'ya değil, ağabeyi Halil Usta'ya da düz göğüslü sazlar yaptırmıştır. Ertaş, Halil Usta'ya bir saz yaptırır fakat henüz haftası dolmadan sazı, telleri sökülmüş bir biçimde geri getirir. Halil Usta, saza bakar ve sazın göğsünün dümdüz olduğunu görür. Ertaş, sazın göğsüne ütü basmak suretiyle göğsünü iyice düzlemiştir. Ertaş, şöyle der; Usta, benim bunu gonüm çekmedi.

Bizim gonümüz de senin gitmeni çekmedi Neşet Ertaş. Nur içinde yat, bozlakların, sonsuza kadar dillerden düşmesin.

26 Eylül 2012 Çarşamba

SIVAYARAK TARİHTEN KOPMA


25.09.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi



Çok şikayetçi oldum, çok yazı içinde üzüntümü paylaştım; tarihi eser olmuş, o günler kokan binalar, boyayla sıvayla kapatılıyor diye. Boyayarak, sıvayarak yoketme gibi yaygınlaşan, acımasız bir tarihi eser algılayışı geliştirdik.  Engelleyemiyoruz, devam ediyor. 800 yaşındaki Alaeddin Camisi’ne, 570 yaşındaki Karacabey Hamamı’na kıydığımız yolda  devam ediyoruz. Aslına uygun bakım, onarım yerine, öyle bir bakıp, onarıyoruz ki 20 yıl önce yapılmış binalardan ayırt edilemiyor. Kitaplardan anlıyoruz tarihi olduğunu!


Bakanlıklar’ın bozulan dokusu
Kızılay’dan Meclis Kavşağı’na, Meclis Kavşağı’ndan Kızılay’a doğru Bakanlıklar arası, yürümeyi en sevdiğim yollardan biridir. Asırlık ağaçlar altında, tarihi bakanlık binaları,  sıra sıra dükkanlar arasında, geniş kaldırımlara yayıla yayıla yürümeye doyamam. Ankara’ya has, değişmez keyiflerimdendir. Yalnız metro çalışması başladığından beri sadece yolun karşı tarafında yürümeyi seviyorum. Bir de bazı binalarda yapılan çirkin bakım, onarım çalışmaları nedeniyle küskünüm o kaldırıma. Tarihi havası gitti, sıradan binaya dönüştüler.

Gücünü kaybeden bakanlık
Bunlardan biri İçişleri Bakanlığı, diğeri Yargıtay binasıdır. Birinin tarihi dokusuna sıva çekildi, diğerinin Ankara Taşı’yla zaten süslü dokusu boyandı. Ankara Taşı, süs olduğu kadar ağırlıktır, güç katar makama. Mimarlar, boşuna seçmemiştir devlet temsilinde. Şimdi bu binalardan biri daha kaybediyor gücünü; Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Binası.

Yaz başından beri hummalı bir bakım, onarım çalışması başlamıştı Bakanlık binasında. Bahçeye kesme taş döşeniyor, bahçe çiçeklerle düzenleniyor, orası burası yıkılıyor, Ankara taşından cephe kaplaması sökülüyordu. Hasar, binaya zarar verecek durumdaydı demek.

Korkulan geldi başa
Önce bahçe düzenlemesi bitti. Bahçenin çevresine, kesme taşlar dizildi. Gözüm, cephe çalışmasındaydı. Bir gün bir dostumla önünden yürürken cephe taşlarının yeniden yerleştirildiğini gördüm, “İnşallah böyle bırakırlar ” dedim.
- Ne yapacaklardıki?
- Üzerini sıvıyor, boyuyorlar.
- Yok o kadar da değil, abartma.
- İçişleri’nde, Yargıtay’da yapıldı. Karacabey Hamamı’nda yapıldı. 800 yaşındaki Alaeddin Camisi’nde yapıldı. 800 yaşında 800!..

Ürktü dostum. Ürktü ama benim de korktuğum başıma geldi. Geçen hafta, Ankara taşından o güzelim cephe kaplamasının boyandığına şahit olduk. Üstelik tesadüfe bakın ki aynı dostumla önünden geçerken. “Haddi yaaa!” diyebildi.

Tarihi olanı bozarken
Bu arada Ankara Büyükşehir Belediyesi, uzun zamandır Atatürk Bulvarı’ndaki bina cephelerini, Selçuklu mimarisine uygun cephe bezemeleriyle kaplayacaklarından bahsediyordu. Kale ve çevresindeki yeni binaların cephelerini de bölgenin tarihi dokusuna uygun hale getirecek bezemelerle giydireceklerdi. Hatta Ulus’tan Kale’ye çıkan yolun çevresinde, giydirme çalışmaları başladı bile.

Nasıl iş bu? Tarihi olanı bozuyor, olmayanı eskileştirmeye çalışıyoruz. Herkes, kafasına göre tarihi eserleri  yorumlayabiliyor, istediği gibi değişiklik yapabiliyor yani? Bu ülkede, hiç mi sanat tarihi okumuş, ‘restorasyon’ dediğimiz aslına uygun bakım, onarım yapabilen uzman yok danışmak için? ‘Kültür’ diye koca bir Bakanlık var, ona danışmak ta mı aklınıza gelmedi? Basit bir inşaat ihalesi midir tarihi bina bakımı? Hatayı yapan da yapanın kulağını çekmesi gereken de  devletin en üst kurumları. Bozulanların aslına döndürülmesini beklerken nasıl bir hayalkırıklığı!

İçimizi yakıyor; her mala darbesiyle sıvar, her fırça darbesiyle boyarken üstünü kapattığımız tarihten biraz daha kopuyor, kendimizden iyice soğuyoruz. Değerbilmezliği kanıksıyor, kabalaşıyoruz.

22 Eylül 2012 Cumartesi

İŞARET FİŞEĞİ


21.09.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi


İşaret fişeği atıldı. Küçük, büyük fark etmez, tüm sanayi kuruluşları, tüm ülke için aydınlatıcı bir fişek. Organize sanayi bölgelerine, can simidi. Ülkeye örnek, yön gösteren bir okul, bir meslek lisesi. Ankara Sanayi Odası (ASO), işaret fişeği gibi okulu, ASO Teknik Koleji’ni açtı.

Fitili ateşleyip, uzaya göndermiyorlar gençleri. Ülkenin geleceğini, yatırım niyetlerini ve bu yolu nasıl almamız gerektiğini aydınlatan bir fişek. Gençleri, üniversite sınavı ve dershane makinesinde telef etmeden kurtarma yolunu aydınlatıyor. Kolunda altın bileziğiyle yaşama hazır, ekmeği elinde, kendine güvenli gençlerin yolunu. Varolan meslek okullarının, güncel koşullara uyarlanma ihtiyacına ışık tutuyor. Fişek, geleceği aydınlatıyor, uygun örneği hazırlıyor.

Eller Ay’a biz yaya
“Adam, hiç meslek okulu görmemiş, gördüğünü de yere göğe sığdıramıyor!” diyorsunuz. Gördük efendim, gördük. Gördük te bunca meslek okulu var, Ankara Sanayi ve Ankara Ticaret Odası, niye “35 bin yetişmiş işgücüne ihtiyacımız var, üstelik iyi maaşlarla” diye yana yakıla adam arıyor, onu anlayamıyoruz. Devletin meslek okulları, öyle bir eğitim veriyor ki yetiştirdiği gençler, iyi maaşa bile burun mu kıvırıyor? “İşsizlik” diye inlerken bu işler için yetişmiş gençler, nerede?

Çünkü adı meslek okulu ama o gençler, dünyanın, güncel gereksinimlerine yanıt verecek birikimle yetiştirilemiyor. Ülke sanayisi, meslek okulundan gelen genci, güncel koşullara göre, sıfırdan başlayan biri gibi yeniden yetiştirmek zorunda kalıyor. Yetişmiş genci yetiştirmek gibi anlamsız bir işle zaman kaybediyor. Eller Ay’a, biz yaya, devam sonra!

Niye işaret fişeği?
İşte ASO Teknik Koleji’nden beklenti, başladığı gün işini yapabilen gençlerin yetiştirilmesi, hazırlanmasıdır. Güncel teknoloji ve üretim biçimlerine uygun koşullarda yetiştirilmiş gençlik, o gün ekmeğini de eline almış demektir. Bir de yükseköğretimle taçlandırırlarsa becerilerini, bu taze kan, ülke sanayisini gençleştirir, dinçleştirir. Buluşları, önümüzdeki dünyanın belirsiz geleceğinde, bir fener gibi,  yolumuzu aydınlatır.

ASO Teknik Koleji, o yüzden işaret fişeğidir; gençlerin, nasıl yetiştirilmesi gerektiğini uygulayacak, benzeri okullara örnek olacak, tecrübe ve müfredatı hazırlayacak. Yararlı tecrübe, ülke sanayisine yayılacak. Üstelik gençler, burslu okuyacak.

Yükü ağır ama gözümüzdeki değeri, önemi budur. Fişek parlayınca, solmaya yüz tutan meslek okullarımızın ve gençliğin önü aydınlanacaktır.

Kopmuş bağı kuracak
Gazi Üniversitesi OSTİM Meslek Yüksekokulu, sanayicilerin, üniversiteyle bağını kurmuştu. Ardından OSTİM’le başka üniversiteler de ilişki kurmaya başladı. Bilgi, uygulamayla buluştu.

Sincan’da, ASO 1’inci Sanayi Bölgesi’nde açıldı ASO Teknik Koleji. O da kopuk bir başka bağı yeniden kuracak.

2 yıla yakın süredir bu okulun altyapısı için çabalayan ASO Başkanı Nurettin Özdebir’i, okulun önemini kavrayıp, gereğini yapan Milli Eğitim Bakanlığı ve Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığımızı kutluyoruz. 300 aday arasından sıyrılan 72 öğrencimize, öncü eğitimlerinde, başarılar diliyoruz.

19 Eylül 2012 Çarşamba

KALE’DEN KÖTÜ HABERLER


18.09.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi



Önce Ankara turizmine kötü haber: Büyük tur şirketlerimizden biri, Ankara’yı, tur programından çıkarmış. İstanbul’dan, doğru Kapadokya’ya uçuruyorlar turistleri. “Biri başlarsa diğerleri onu izler” diyor turizmciler, adet böyleymiş. 2 yıldır turizmin Ankara gündemine girmesini bekliyoruz, 60 yılda olmayan oldu; gelenin de ayağını kestik.


Topu topu 290 bin yabancı turist geliyor Ankara’ya. Yerli turist sayısı, daha az gülünç değil; 460 bin kişi. Yabancı turistlerin çoğu, Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nden, bırakın Kale içini, kapısı’nı görmeden Kapadokya’ya yollanır. Eski Meclis’i, Ankara Palas’ı, Anıtkabir’i hatta Gordion’u  görmezler. Kale burçlarına çıkamadığı, hiç olmazsa şöyle tepeden fikir sahibi olamadığı için havaalanı yolu ve Samsun ya da Konya yolunda gördüklerini, Ankara bilirler. Oysa sadece bir müze için, onlarca milyon turist ağırlayan kentler var dünyada. Daha sormadan Paris, Londra dersiniz siz!

Kafasına göre duran ve başlayan altyapı
Şimdi de Kale’den kötü haberler: Geçen yıl Konya Sokak’tan başlayan altyapı çalışmaları, hiç ummadığım bir hızla Kale Kapısı’na gelmiş hatta 50 metre kadar Kale içine girmişti. İnşaat sezonu bitmediği ve hava koşulları uygun olduğu halde birden durdu çalışma. Esnaf, iş yapacağı mevsimde toza toprağa katlanmış ancak çukurlarla baş başa bırakılmıştı. “Müteahhit kaçtı” dediler. Büyükşehir Belediyesi’ne sorduk, kaçan maçan yok. Açılan çukurlar, açıldığı gibi boş, kapatıldı. Niye durdu çalışma, niye çukurlar açıldığı gibi kapandı, bilmiyoruz. Turist ve esnaf, önce toz, kış gelince de çamur banyosuyla geçirdi günleri.

Mart başına ‘Kale’de Çalışma Mevsimi’ diye ümitle başlamıştım. Nisan oldu, Mayıs oldu ses yok. Haziran oldu derken bitmeden ortasında, yeniden başladı altyapı çalışmaları. İnanamayıp, gözümle görmeye gittim. Hakikaten burçların çevresindeki sokakların, altı üstüne gelmişti. Sonu hayırlıysa altüst olmuş sokağı, zevkle izliyor insan.

Altyapı kıskacında iflas ve isyan
Geçen hafta birden telefonlar çalmaya, üst üste şikayetler yağmaya başladı. Ulus tarafından Kale’ye çıkan yol yapım çalışması, cehenneme çevirmişti caddeyi. Anadolu Medeniyetleri Müzesi dahil, toz toprak içinde kalmıştı her yer. Esnaf, birer birer dükkan kapatıyordu. 20 yıl önce Ankaralılar’ın ayağını  yeniden Kale’ye alıştıran Boyacızade Konağı, çoktan kapıya kilidi vurmuştu. Daha da kötüsü; Kale’ye, Altındağ Belediyesi tarafından diğer çıkış yolunda yeni bir çalışma başlatılmış ve Kale esnafıyla sakinleri, işine, evine gidemez hale gelmişti. Geçen hafta bu çukurlardan birinde, Amerikalı bir kadının ayağını kırdığını duyduk. Beterin de beteri; bütün bu katlanılan zorluklara karşın, görünüşe bakılırsa bu yıl da biteceğe benzemiyor altyapı kabusu. “Aman benden duymuş olmayın ama..” diye başlayan cümleler, daha birçok esnafın, bölgeyi terk etme hazırlığında olduğuna işaret ediyor. Kaş yaparken göz, böyle çıkarılır işte.

Bitmedi: Tadilat dolayısıyla Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nin 3’te 2’si, 2 yıllığına kapatılmıştı zaten. Sadece bu müzeye  turist getiren bir tur şirketim olsa bu toz toprak içindeki  3’te 1 için, ben de Ankara’ya gelmez, turizmin ciddiyetini kavramış yörelere götürürdüm misafirlerimi. Ne diyeceğim adamlara? “Müze ve Kale, toz toprak, ilk günkü kadar ilkel, görmeniz lazım” mı diyeceğim? “Akkale’deki idrar esansı, ilkelliği bütünlüyor, o günlere götürüyor bizi!”

Ümidin ağır bedeli
Bala’nın, Beypazarı’nın, Kazan’ın altyapılarını bitirdi ama  ikinci yılında, bir avuç Kale’yle başedemedi Büyükşehir Belediyemiz. Görünüşe göre kabusun üçüncü perdesi, önümüzdeki yıla kalıyor. “Niye bu kadar karamsarsınız?” diye çıkıştığım Kale esnafı ve sakinleri tecrübeyle sabit, haklı çıkıyor. Ben hala ümitliyim ama ümidin bedelini Kale esnafı cebinden, Kale sakinleri, sefaletle ödüyor. Ankara da ‘A’sına bile uğramadan kaçan turistleriyle ödeyecek.

15 Eylül 2012 Cumartesi

DİL YARASI

14.09.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi


Böyle şeyler ancak sömürge ülkelerinde var. Değiştirmemiz lazım. Almanya’da, İngilizce tıp duydunuz mu? Ya da Fransa’da? Böyle bir gariplik olabilir mi?” diye soruyor ve “Olmaz” diye yine kendisi yanıtlıyor Hacettepe Üniversitesi Rektörü Profesör Doktor Murat Tuncer hocamız. Ben de “Olmaz tabii, olmaz!” diye 6 Eylül Milliyet Ankara Gazetesi’deki haberi, parmağımı sallayarak yanıtlıyorum. “Sadece tıp mı? İngilizce okuyup, Türkçe inşaat yapıyor mühendisler!” diye bilgilendiriyor, gazeteyi uyandırıyorum. Parmak sallayarak gazeteyle konuşan adam, ev halkını düşündürüyor. “Türk Dili dersi de İngilizce verilir yakında” diye azalarak bitiyor homurdanma.

Zihni bulandırmadan yabancı dil
Murat Tuncer hoca, yukarıdaki sözleri, öğrencileriyle dertleşirken söylemiş. Seçtiği bölümde yüzde 70 Türkçe eğitim alacak genç, hazırlık sınıfına takılıyor, geçemiyormuş. Hoca da konunun özüne inmiş, çözümü özetlemiş. Dil öğretilmesine  değil, bir mesleğin kendi ülkenizde, tamamen yabancı bir dille yapılmasına karşı. Yabancı dil, amaç olmasın ama bir yandan yürüsün diyor. Ben de öyle diyorum. Çünkü her dil, kendi  düşünce tarzıyla gelişir. Sen, önce en kısa yoldan, en iyi bildiğin dille konuya, mesleğine hakim ol, yeri gelince yabancıyla da anlaşırsın. Ancak daha başında dil ve meslek  arasında bocalarsan ne mesleğe ne dile hakim olabilirsin. Kafa bulanır, erken yorulur zihin.

Bak şimdi.. geçen yıl çıkan “Anaokulunda çocuklar, İngilizce öğrenecek” haberleri geldi aklıma. Haydi homurdanma.

Yahu daha kendi dilini öğrenemeden ‘İngiliççe’ öğrenecek de ilkokulda, astronot mu olacak çocuk? Oluyordu da niye şimdiye  kadar öğrenmişlerinden olamadı?

Kafası karışık program
TRT Radyosu, İzmir, Erzurum, Diyarbakır gibi bölge radyolarına bağlanarak o yörenin sanatçılarıyla kültürünü öne çıkaran yayınlar yapıyor. Erzurum ya da Diyabakır Radyosu, birine denk geldim. Telefondaki konuk, belli bir yaşın üzerideki herkesin anımsayacağı birşey anlattı. Sunucu hanımefendi, “Ah efendim yeniler bilmez ama bizim jenerasyon çok iyi hatırlar” gibisinden heyecanla konuyu destekleyen cümleler kurdu. Yalnız o kadar çok ‘jenerasyon’ dedi ki büyük ihtimal o an anımsayamadı sözcüğün Türkçesini. “Bizim kuşak”  ya da “bizim nesil” diyemedi. Farkında bile olmadıysa eğer durum daha ciddi.

O an ülkenin herhangi bir yanında, yavaşlamış köy yaşamı içinde, radyonun başına oturmuş bir nine geldi gözümün önüne. “Jenerasyon jenerasyon” dedikçe sunucu, “Ninem anlamış mıdır?” diye düşündüm. Kızmış olabilir; “Aman ne ceneratörmüş, anlata anlata bitiremedi!”

Yine aynı program… Dinleyici, memleket sevgisini anlatan şiirini yollamış. Sunucu, azıcık yankılı bir sesle okumaya başladı. Program, yerel sanatçıların da konuk edildiği bir türkü programı. Şiir, memleket sevgisini anlatıyor. Ancak şiir okunurken altta batı müziği çalmaya başladı. Her şeyiyle Türkiye’yi anlatan türkü programı, memleket sevgisini anlatan şiirin altına batı müziğini dayadı. Algımızın bilyeleri dağıldı. “Ne kadar güzel memleketmiş hangisiyse o?” diye dinledik!

Dil ve kültür karmaşası
Ya televizyonlar? TRT’yle özel televizyonlar arasında bir fark kalmadı. Bazen kullanılan dili, bırakın taşrasını, şehirlisi anlamıyor. Yabancı sözcükler, anadilimiz gibi uçuşuyor. Anlamıyor, bakıyoruz sadece. Bakıyoruz, anlamadığımız şeye. ‘Aptal kutusu’ diye boşuna dememişler. Yoksa anlamadığı şeye, niye ısrarla baksın insan?

Haydaaa.. ne diyorduk nereye geldik! Nasıl geldik?

Kendi dili ve kültürü üzerinde yükselmeyen bir milletin düşüncesi, gevşek mi oluyor acaba? Bir işi, başladığımız gibi bitiremeyişimiz bu yüzden mi? “Türk gibi başla bilmem kim gibi bitir” sözü, boşuna nam salmamış demek dünyaya.

Düzenin ve kararlı duruşun anahtarı, dil ve yarattığı kültürdür. Yaşadığımız dil ve doğurduğu kültür karmaşasını, bu yüzden ben de destekleyemiyorum.

12 Eylül 2012 Çarşamba

DUMANA BOĞULMADAN


11.09.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi



Düşünüyor Mustafa Kemal. Düşünürken ateşin hareleri yalıyor karanlıkta Kocatepe duruşunu. Ateşten korkmayan demir gibi, soğukkanlı alevler arasında. Nedenini kurutmadan sönmeyeceğini bildiği yangına, çare arıyor. Yanarken bile düşünecek sanki, son saç teli tutuşana kadar.

Tüyleri diken diken eden, çok acayip bir görüntü.
Afyonkarahisar’da patlayan cephaneliğin yangını, Kocatepe’de düşünen Mustafa Kemal’in etrafını sardı. Ateşin içinden yansıyan görüntüsü, derinden kazındı aklımıza. Ertesi sabah yangın söndüğünde Mustafa Kemal ayakta, tüten dumanlar arasında düşünmeye devam ediyordu. Patlamada şehit düşen 25 çocuğumuz, bir tutkal gibi bağrımıza damladı, diğer bütün şehitlerimiz gibi.

Bu filmi görmüştük
Ardı ardına her yandan, şehitler düşüyor bağrımıza. Terör örgütü, örgüt üyeleri de dahil, aile fertlerine acımasızca kıymaktan ve kime yaradığı belli olmayan katliamları görev edinmekten gocunmuyor. Sermayesi kendi çocuklarının kanı, artık taşeron bir ‘terör şirketi’ olarak anılıyor. Dumanlı havalarda, fırsatı kaçırmıyor. Yine dumanlı havayı seven kurtlar gibi fırsat kollayan felaket tüccarları, Afyon’daki patlamanın üzerine atlıyor.

1950’yle 1960 arası, 1960’la 1970 arası, 1970’le 1980 arasında görmüştük biz bu filmi. Ortaya dumanı, pusu sal, belirsizlik ortamında kardeşi kardeşe kırdır, birliği ve beraberliği böl ve çıkarına göre yönlendir. 60 yıllık geçmişimizden, tırnak ucu kadar ders çıkarmamış gibiyiz.

Kışkırtıcılar işbaşında
Çorum, Malatya, Kahramanmaraş, Sivas olaylarını, biz yaşamadık sanki. Maraş’taki vahşetin boyutları, 30 yıl sonra bile hala iliklerimizi çekiyor. Kürdü Türke, Türkü Kürde düşman edemeyince yedekten Sünni-Alevi çatışması çıkarılıyor. Hepsi biterse en köklü bölme taktiği dinci-laik ayrıştırmasıdır.

Aniden Alevi evlerini işaretleyen hayaletler peydah oldu bir iki ay içinde. Geçtiğimiz Ramazan, Malatya’nın Doğanşehir ilçesine bağlı Sürgü Beldesi’nde bir ramazan davulcusu, Evli ailesinin mezhebini değiştirmeye kalktı davulunun kuvvetiyle. Hayaletlerin, davullu tellalı gibiydi. Gerginlik beldeyi sardı, çözülemedi ve hala sürüyor. Geçen hafta kışkırtıcılar, Ankara’dan uzattı başını. Altındağ ilçemizin Battalgazi Mahallesi’nde, Battalgazi İlköğretim Okulu’nun imam hatip okuluna dönüştürülmesine karşı çıkan ve imza toplayan Yılmaz ailesinin evi ve işyeri, pompalı tüfeklerle kurşunlandı. İlk ateş, çocukların odasına denk gelmiş.

Türkiye, Cumhuriyet’ten bu yana, ne zaman başını kaldırmaya çalışsa ya köken ya mezhep ya da dinci-laik ayrışması sarılır başına. Ekonomik yatırımları, atıl alanlara yönlendirilir. Aklı yokmuş gibi kendi buluşlarıyla yatırım sahnesine çıkması engellenir. Söz geçmezse önü, askeri bir darbeyle kesilir.

Yeni Türkiye aynı oyuna gelemez
Ancak Türkiye, belki de 70 yıllık atıl bir devlet işleyişinden etkin bir devlet aşamasına geçiyor. “Yeni dünya yeni dünya” deyip duruyoruz ya o dünyada, kendine yer açıyor. Köpek kapısından Avrupa Birliği’ne alınma karikatürlerine, başına çuval geçirilmiş askerlerine karşın yeni dünyanın, karar verici güçleri arasında yer almaya, sözü geçenler masasında ısrarla oturmaya çalışıyor.

O yüzden bu Soğuk Savaş döneminden kalma kışkırtma yöntemleri ve kışkırtıcılarını, ayıklamak zorunda. Kulağını büküp, milletin önüne koyacak. Yoksa puslu, dumanlı havayı seven kurtlar, bir kez daha kalbini ve beynini kemirerek ayağa kalkmasını, başını kaldırmasını engelleyecek ülkenin.

O ateşlerin arasında düşünen Mustafa Kemal görüntüsü, ne tesadüf, bu tanıdık, puslu havalarda çıktı karşımıza. “Yakın geçmişinden ders çıkar, iyi düşün” diyordu sanki. “Yeni dünyanın ateşinden çıkan dumanda boğulmadan, boğmalısın sinsi kurtları” diyordu.

Bu vatan için toprağa düşen her can, canımız, şerefimiz, tutkalımızdır. Nurlar örtsün, huzurla uyusunlar.

8 Eylül 2012 Cumartesi

ÇALINAN TARİH VE BİLİNCİ


07.09.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi



1990’lı yılların 91’i ya da 92’si olması lazım. Yurtdışına kaçırılmış ‘Karun Hazinesi’ gündemde. Tarih meraklısı Özgen Acar abimizin, uzun yıllar süren takibi sonucu Türkiye’ye getirilmesi söz konusu. Truva ve Bergama’dan kaçırılan eserleri de ekleyerek ‘32. Gün’de, programa konu önerdik. Kabul edildi, kolları sıvadık. Başladık bulduğumuz kitapları, makaleleri okumaya.

Kaçırılan hazineler ve koca sunak
Karun Hazineleri, fotoğraflarından gördüğümüz kadarıyla bile mücevher işçiliğinin özgün ve üstün örneklerinden oluşuyordu. Bergama’dan kaçırılan ‘Zeus Sunağı’, “Dünyanın 8’inci harikası sayılmalı” dedirtecek güzellikte bir başyapıt olarak tarif ediliyordu. En görkemli mermer sunak araklanırken ayakta uyuyorduk. 134 yıldır Berlin Müzesi’nde. Truva’dan kaçırılan eserler de gözalıcıydı ancak eserlerin bulunma, çıkarılma ve kaçırılma hikayesinden daha çok etkilenmiştik.

Henrih Şileman (Heinrich Schliemann), Alman bir tüccar. Parayı yapınca bir de amatör arkeolog olur. Homeros’un İlyada’sını dikkatle okuyup, Truva’nın, Çanakkale Boğazı’nın Ege’ye doğru, Hisarlıktepe bölgesinde olduğuna kanaat getirir. 1870 yılında kazmaya başlar, 3 yıl gibi kısa bir sürede Priamos’un Hazineleri’ni bulur. Adeta bir kahramanlık hikayesi, kendi günlüğünden alıntılarla yazılmış kitabı okuduğumuzda,  heyecanlandık. Olmayan hazineleriyle Truva’yı çektik, sonradan yapılma tahta atla oyalandık. Oysa hazinenin ucunu görüp, milleti uyandırmadan kazılara geceleri devam eden amatör arkeolog karı koca Şilemanlar, aslında okumuş yazmış, zenginliğe doymamış define avcılarıydı. Bulduğunu yurt dışına kaçırdı, sattılar.

İşte Amerika Birleşik Devletleri’nin, Pensilvanya Üniversitesi Müzesi’nden getirilen, Kültür Bakanımız’ı duygulandıran Truva Hazinesi, Şilemanlar’ın kaçırdığı bu hazinedir. Şimdi Anadolu Medeniyetleri Müzemiz’de sergileniyor. Şileman’ın da  ‘amatör’ü kalkmış, ‘arkeolog’ olmuş!

Kıymetini bilmediğimiz değerler
Bu eserlerin getirilmesi, çok zor iştir. Hergün yenilerinin evine dönmesi tarih yapbozunda bir eksiği tamamlıyor. Ancak bir de elimizde olanlar var, tamken kıymetini bilemediğimiz.

Ankara’yı kuran Friglerin başkenti Gordion, Polatlı’da. Bilen yok, giden yok. Dünyanın öbür ucundan turistler, kuru bir ziyaretle yetiniyor çünkü ziyareti uzatacak albenisi yok.

Geçen yıl Güdül’de, Salihler ve Adalıkuzu köyleri civarında, Orhun Abideleri’ndekinin benzeri yazılar, kaya resimleri ve kurganlar bulundu. Kurgan’, Orta Asya’daki Türk mezar tarzına verilen ad. Milattan Önce 3 bin-5 bin yılları arasına tarihleniyor. Türkler’in, 1071’den önce de Anadolu’da yaşadığının taş gibi göstergesi. Anadolu’daki tarihimizi yeniden yazacak bu buluş, 2011 yılında Güdül’de karşımıza çıkıyor, ne var ki dar bir çevre hariç dönüp, bakan yok.

2500 yaşındaki Ankara Kalesi, anıtsal bir tarih karşımızda. Çirkin işhanları ve gecekondulaşmış çehresiyle gözümüzün içine bakıyor. 40 yıl öncesine kadar eteklerine inen tablo gibi görüntüsünden eser kalmamış. Bu yaz da geçti, elinden tutup, kaldıramadık yine. Benzeri yok dünyada.

Kızılca Sarayözü civarında eski adıyla Kırka, yeni adıyla Hırkatepe Köyü var. Osmanlı İmparatorluğu’nu kuran Osman Bey’in dedesi Gazi Gündüzalp’in şehit düştüğü, gömüldüğü yer. Türbesinin sefaleti, 10 yıl önce fark edildi ve yeniden düzenlendi. Yaklaşık 750 yaşındaki türbeyi, yine 750 yıldır koruyan bir avuç adam biliyor.

İçimizden çalınan
En yeniye, 90 yıl öncesine gelelim. Osmanlı’nın 250 yıllık gerileyen sınırları, Polatlı Duatepe’de durdu. Haymana  direnişi sayesinde. Bu duruştan doğan Cumhuriyet, 3 bin yıldır unutturulan tarihini, yeniden anımsattı Türkler’e. Ankara’ya yarım saat, Gordion’a, 5’er, 10’ar dakika.. ne Duatepe, ne Kartaltepe’yi  biliyoruz.

Haydi Şilemanlar, tarihi ziynetlerimizi çaldı. Bir türlü tarih bilinci oluşmuyor. Daha 90 yıllık mazisi varken o bilinci kim çaldı içimizden?

5 Eylül 2012 Çarşamba

ÇANKAYA MUHAREBELERİ


04.09.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi


6 yüzyıl önce 1402’de aksak Timur’la Yıldırım Beyazid’in, Çubuk Ovası’ndaki Ankara Savaşı’nı idrak ettik. Ova olduğu için tam bir meydan savaşıydı. 1921’de Polatlı’da, Yunan Ordusu’yla Sakarya Meydan Muharebesi’ne girdik. O günden bu yana gelmiş geçmiş en çetin muharebe, 20 Yıl Savaşları gibi, Ankara Büyükşehir Belediyesi’yle Çankaya Belediyesi arasında icra ediliyor. Ankara’ya hiçbir yararı dokunmayan, 20 yıla yakındır süren, içi boş bir çekişme. En son Meşrutiyet Caddesi’yle Karanfil Sokağı birbirine bağlayan üst geçitin altına Çankaya Belediyesi tarafından yapılan, Büyükşehir Belediyesi tarafından yıkılan 6 metrekarelik çiçekliğe kadar inmişti seviye. Bildik çekişmeden Ankaralılar bir şey elde edemediği için, bu yöntemle idare biçimine “Hiç Hizmetler İdaresi’ demiştim. Seçim yaklaştıkça çekişme, yeniden şiddetleniyor.


Çukurambar’da hizmet aşkı
Bu muharebenin meydanı, duruma göre değişiyor sürekli. Yeni çatışma meydanı Çukurambar. Yenimahalle Belediyesi’ne bağlı Batıkent İnönü Mahallesi’nde de yaşandı ama Çukurambar Seymen Çim Amfi Park arazisindeki çatışma, açık ara öne çıktı şu aralar. Amansız bir Büyükşehir ve Çankaya Belediyeleri meydan muharebesi.

Çankaya park yapmak için çalışmaya başlıyor.. Büyükşehir,  Belediye Meclisi’nden ‘Bölge Parkı’ kararı çıkarıp, parkı  kendi yapmak istiyor.. Yapılan yıkılıyor.. Çankaya, park bölgesini kamyonlarla çevirip, yıkımı engellemeye çalışırken çalışmaya devam ediyor.. Onun kamyonlarını Büyükşehir kamyonları çeviriyor.. Sabahın 3’ünde kimliği belirsiz kişiler, parkı basıyor, yemeyip içmeyip, yıkıma kaldığı yerden devam ediyor. Ertesi gün Büyükşehir Belediye Başkanı, kimliği belirsiz kişiler muammasını aydınlatıyor, “Bizim ekip yıktı” diyor. Böyle hizmet aşkı, dünya yüzünde görülmemiştir. Aşkın ateşi, yine Ankaralı’yı yakıyor!

Hukuk devletine ters uygulama
Sabahın 3’ünde olup bitenler, ertesi gün çok normal bir açıklama gibi gazetelerin manşetinde yer alıyor. Aman neyse kimliği belirsiz değilmiş, belirliymiş. İçimiz rahatlıyor.

Şimdi efendim, yasaya aykırı bir durum varsa o ülkenin kolluk gücü, hukuk adamları vardır. Polis gelir, yasaya karşı gelen adamı gözaltına alır. Savcı, konuyu inceler, suç işlendiğine kanaat getirirse mahkemeye sevkeder. Hakim, suçluysa tutuklama kararı verir, cezasını çekmek üzere cezaevine gönderir. Suçu yoksa adamı, kendi evine gönderir. Bu düzenle idare edilen ülkelere, hukuk devleti denir.

Kişisel kanaatlere göre oluşmuş hukuk düzeni, Libya gibi aşiret devletlerinde uygulanır. Aşiretten aşirete değişir kurallar. Hatta işine geldiği gibi, saatten saate de değişebilir. Yaklaşık 90 yıl önce modern hukuka, 60 yıldır demokrasiye geçmiş ülkemizi, ‘hukuk devleti’ diye biliyoruz biz. Adaleti, devlet dağıtır, eline sopayı alan değil. O yüzden ürkütücüdür sabahın 3’ünde bir resmi kurumun, başka bir resmi kuruma tavrı. Türkiye Cumhuriyeti’nin 5 milyonluk başkentinde, hukuk düzenini devre dışı bırakan uygulamalar, düşünülemez. Kurumlarımız ve hukuk düzenimiz görevde, çözüm makamı yerindeyken.

AOÇ’un günahı ne?
Çankaya muharebeleri, particiliğin bu kente ve ülkeye verdiği zararlara en iyi örneklerden biridir. O semt, başka bir ülke sınırları içinde olsa sakinleri, daha az etkilenemezdi. Bu muharebe, Çukurambar’da, park bahanesiyle rayından çıkmak üzere.

Bir de bu park ve hizmet aşkı, şu soruyu da kafamın içinde çın çın yankılandırıyor: Parklar için çekişiyor, birbirinden büyüklerini yapmaya çalışıyorsunuz ama zaten bu iş için bağışlanmış Atatürk Orman Çiftliği’nde, niye aynı hassasiyeti göstermiyor, kıtır kıtır dilimlere parçalayıp, küçültmeye çalışıyorsunuz? Hazırı dururken olmayanın kavgasına giriyorsunuz. Bu yaman çelişkiler, aklı, mantığı zorluyor anne!

1 Eylül 2012 Cumartesi

BESİCİLER İÇİN AĞIR KARAR


31.08.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi



Ankara’da, en yoğun besi hayvancılığı Çubuk ve Akyurt ilçelerinde yapılıyor. Bu ilçelerdeki sadece besi sığırı sayısı, 50 bini geçiyor. Bir de ruhsatlı izinli tavukçuluk işletmeleri var. Et ihtiyaç, nüfus çoksa kalabalık hayvan sürüleri beslemek gerekiyor.

Eh hayvan varsa gübre var. Gübre değerli ama her değerli şey gibi bir de bedeli var; koku. Sürüler kalabalıklaştıkça yoğunlaşan kokuyla hele bir de sıcaksa hava, bunalmış zihin, bulanıyor. Koku, ruhhalini etkileyen bir şey, dayanma sınırı aşılınca isyana sürüklüyor, “Yetti canıma, gösterin bunu yapan o ineği bana” dedirtiyor!

Oysa ineğin suçu ne, besleyenin suçu ne? Merası, havaalanı olduysa inek ne yapsın? Araziye yayılmak varken tavuklar mı istedi sıkış tepiş, ağır koku saçan bir kümese tıkılmayı. Zor bela, kıt kanaat çabalayan besici, işletmeci, kendi sofrası için önce bizimkini kurmaya çalışıyor. Sofra, bu ağır kokular içinden kuruluyor. Bize ağır gelen kokuyu duymuyor, miski amber geliyor belki onlara.

Geçen hafta Ankara Valiliği, Esenboğa Havalimanı çevresinde hayvancılık, besicilik faaliyeti gösteren ve kötü koku yayan işletme ve çiftliklerin Çubuk ve Akyurt belediyelerince derhal kapatılması talimatını verdi. Belediyeler bir yandan İl Çevre ve Orman Müdürlüğü öbür yandan, durmadan ceza kesiyorlardı buralara. Ödemesi zor cezalar… Ekmek teknesini yürütmek için,  cezalara sessiz kaldılar. Ancak süre verilince iş büyüdü. İşporta tezgahı değil ki tesislerden, onbinlerce hayvandan sözediyoruz. Kaldırıp, depoya da saklanmaz. Derken verilen 15 günlük sürenin, bir haftası gitti.

Bugünün sorunu değil, özellikle yazın hep kokuyordu Esenboğa.  Çünkü hayvancılık, Esenboğa Havaalanı’ndan önce de vardı.  Yörenin, doğal gelir kaynağıydı, yeni çıkmadı ki.

Çubuk, Akyurt besicileri ve işletmecileri gibi, sabır ve merakla Çubuk’ta inşa edilmeye başlanan Organize Hayvancılık İhtisas ve Sanayi Bölgesi’nin bitiş müjdesini bekliyorduk. Çağdaş, yüksek teknolojili, meslek okulu içinde, dünyada ilk  olacaktı. Başarılı olursa değil Türkiye’ye, dünyaya örnek olacaktı. Ne umduk ne bulduk. Bölgeden parasını ödeyip, yer alan besiciler ve işletmeciler, bölge kurulana kadar kendi çaresiyle baş başa bırakıldı.

Bu arada bendeniz, bölgede çiftçilere destek vermeye giden  CHP milletvekillerinin, “Hiç olmazsa Kurban Bayramı’na kadar izin verin” talebine de katılamıyorum. Organize sanayi bölgesi bitmeden, kimse yerinden olmamalı. Kısa süre içinde ‘kentsel dönüşüm’ diye siteler, mahalleler inşa edildi, bu bölgeyi mi yapmak zordu? Biz, nasıl 15 yıl sesimiz duyulmadan metroyu beklediysek organize sanayi bölgesi bitene kadar da herkes katlanacak o kokuya. Valiliğin ya da hükümetin talimatı, tam aksine “Organize Hayvancılık İhtisas ve Sanayi Bölgesi, 6 ay içinde ya bitecek ya da bitecek” diye çıkmalıydı. Bu talimatın içinde, çözüm var çünkü. Diğeri, besiciler için de hepimiz  için de ağır bir karardır.

Orman ve Su İşleri Bakanlığı’ndan

‘Tarihi Ders 90’lık’ başlıklı yazımızda, Zafer Bayramı dolayısıyla sitemimiz olmuştu. 26 Ağustos’ta  Afyonkarahisar’ın Çakırözü Köyü’nden başlayan Zafer Yürüyüşü’ne Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu’nun öncülük etmesine değinmiş, ‘Orman ve Su İşleri’ ne alaka?” diye sormuştuk. Bakan’ı ve Bakanlığı, eleştiri dışı tutarak devlet ve meclisteki partiler katında, zayıf katılıma dikkat çekmeye çalışmıştık.

Bakanlıktan, düşüncenin özüne değil ama eksik bıraktığım kısma katkı geldi: Birincisi; Bakan Veysel Eroğlu, Afyon Milletvekili’ydi, biliyordum. İkincisi; Zafer Yürüyüşü’nün yapıldığı bölge, bakanlık yetki alanında milli parktı, onu da biliyordum. O park ve bölge için iyileştirme çalışmaları, düzenli olarak sürüyormuş, bilmiyordum. Özünde mutabık kaldığımız, bildiğimi eksik bıraktığım yazımı tamamlayan nazik katkıya teşekkür ediyorum.