29 Ekim 2011 Cumartesi

ORGANİZE İŞLER


29.10.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi


Organize iş işler. Filmindeki türden değil bizim işler; organize sanayi işleri. İyi işlerse  tezgahlara hareket, insanlara bereket olur. Ülkeye zenginlik, krizlere ‘nanik’ olur. Adı ‘organize’ olup, kendi olmazsa eğer, filmin adı değişir; ‘Kesat İşler’ olur!



Sanayiciler sıkıştırıyor

Bu hafta organize de çok güzel gelişmeler var. Ostim Sanayici ve İşadamları Derneği (OSİAD)Başkanı Adnan Keskin, açılışı yaptı; “Üniversiteler, Ostim’in yerini bile bilmiyor. Sanayinin içinde olmayan üniversite, kendini geliştiremez” dedi. Bir süredir sanayiciler, üniversiteleri fena sıkıştırıyor. Fanuslarından çıkmaya zorluyorlar. Uygulama alanı olmayan bilgiden, bilimsel tatminden ibaret üretilmeyen buluştan, okul kapısından çıkınca sokakta zil gibi kalan gençlikten, ne beklememiz gerektiğini ben de sorup, duruyorum.



Kavga çıksın istiyorum

Ya sanayiciler? Çalışmasına destek arayan, çabuk gelir getirmeyen projesini, tavla gibi koltuğunun altına verip,  nasihatle az üniversiteyi yolcu etmediler. Araya soğukluk gireli çok oldu yani. Tekrar ısınması zaman alıyor. OSİAD Başkanı’nın sözleri gibi, karşılıklı atışmalar bekliyorum.



İnfiale kapılan bir gurup mühendis, pankartlarla Ostim’e yürüsün, “Üniversite burada, Ostim nerede!” diye slogan atsın istiyorum. Ostim esnafının da iade-i nümayiş tertipleyip,  “Ostim burada, buluş nerede!” haykırmalarıyla yanıtlamasını. Bunun üzerine hiddetlenen mühendislerin, hışımla dosyayı çıkarıp, “Proje burada, tezgah nerede!” diye karşılık vermesini, projeyi kaptığı gibi makineleri döndüren esnafın, “Ostim isterse her şeyi yapar!” nidalarıyla ‘Türk Malı’ bir ürünü daha piyasaya sürmesini istiyorum. Bu minvalde gelişen bir kavga arzuladığımı, açık açık beyan ediyorum!



İşbirliğinin güzel resmi

Bu haftanın diğer güzel gelişmesi, Ostim’deki altyapı  denetimleri sırasında oluşan resimdi. Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, Ankara Sanayi Odası Başkanı Nurettin Özdebir ve Ostim Yönetim Kurulu Başkanı Orhan Aydın, bir arada, işbirliğinin resmini çizmişlerdi. Daha iyisi için karşılıklı öneriler ve eleştiriler yapılmıştı. Uzun zaman oldu Ankara’da işbirliği görmeyeli, hemen parladı gözlerim tabii. “Organize olunca işliyor” dedim.



Bu arada Melih Gökçek’in, başka sözlerine takıldım: “Geriye adım atan birisi değilim ama sanayi ve geleceğimiz için sözlerimden vazgeçip, işbirliğine başladık” demiş. Sanki bir yenilgiden bahsediyor. Aman Melih bey, şehir bizim, sokak bizim, tezgah bizim, insan bizim. Kime karşı yenildiniz? Yenilgi saydığınız işbirliğiyle bir sanayi bölgesini ve bizi kazandınız. Bu işbirliği içinde bir ‘yenilgi’ kaygınız varsa mutlaka ‘yenilgi’ kıstasınızı gözden geçirmelisiniz. Bakar mısınız; yukarıda ‘kavga’ diyor, aşağıda Melih Gökçek’e, itidal tavsiye ediyorum!



Dünyanın en iyilerinden
Ankara için kavga edilecekse o da gecikmiş yatırımların bir an önce hayata geçmesi için edilmelidir. Ortadoğu Teknik, Bilkent ve Atılım Üniversiteleri, organize sanayi bölgeleriyle ilk ısınma turlarına başladılar. Organize sanayi bölgelerini, dünyada en iyi uygulayan ülkelerden biridir Türkiye. Dünyanın en iyilerine sahip olan Ankara’nın, çıkışı da en iyi yaptığı şeyin devamına bağlıdır.

26 Ekim 2011 Çarşamba

GÜLÜMSEMESİYLE KONUŞAN ADAM


25.10.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

Geçtiğimiz Cuma, o adamı kaybettik; Hikmet Bila’yı. Kardeşi Fikret Bila’nın, ‘Ben Sonra Ağlarım Abi’ yazısını okuyunca boğazım tıkandı. Üstüne “Aman ne güzel anılarımız oldu” diye iki anı yazıp, kendime güldüremezdim milleti. Ama ‘son görev’, iki satır karalamak istiyor insan. Fikret abiden kopya çekip, yazısında yarım kalan en belirgin özelliğini tamamlamak istedim: Gülümsemesini…

1991’de, ‘Vehbi Koç Belgeseli’nde tanıştık, 1 buçuk yıl beraber çalıştık. Mehmet Ali Birand’ın hazırladığı, Hikmet abinin metnini yazdığı, Mustafa Ünlü ve bendenizin de  baharatlarını ekleyip, fırında pişirmekle yükümlü olduğumuz belgeselde, biraya gelmiştik. Mustafa’yla ikimiz, Hikmet abiyle ilk kez çalışıyorduk. Ağzı var dili yok bir sessiz adam mübarek; itiraz etmiyor, ne sevindiğini ne üzüldüğünü ne de kızdığını anlamak imkansız. Tanışmayı tamamlayamıyoruz bir türlü.

Bir gün İstanbul’da, zamanında Vehbi Koç’un sağ kolu olan Bernar Nahum’la söyleşiyi bitirdik. Adadan vapurla dönüyoruz. Ciddi ifadeyle ama içinde şaka olan bir soru yönelttim Hikmet abiye. Sağını solunu bilmediğim için ciddi soruyorum; şakayı atlayıp, düz yanıt verirse işin ortasında papaz olmamıza gerek kalmayacak. Yok şakaya kızıp, terslerse belgeselin kalan günleri geçmek bilmez. Damlanın dalgaları gibi, dudaklarından gözlerine bir neşe yayıldı. Üstüne şakasını ekleyip, matrak  yanıtını verdi. Tanıştık!..

Gülümsemenin dili, çözülememişti henüz. 1997 yılında başlayan, 2 yıl süren, başka bir belgeselde, yeniden bir araya geldi aynı ekip; '12 Eylül Belgeseli'. Önceki belgesele göre daha sık beraber oluyor, memleketi daha sık kurtarıyorduk masalarda. Birgün jetonum düştü: Hikmet abi, az konuşuyor ama her şeyi, gülümsemesiyle anlatıyordu. Üzülmesi, beğenmesi, kızması, sevinmesi, onaylaması, hepsi gülümsemesinden anlaşılabilirdi. Örneğin bir müstehzi gülümsemeyi, iki ayrı işlevle kullanabiliyordu: “Yutmadım numaranı” ya da “Aferin, güzeldi” gibi. Bazı gülümsemeleri kahkahaydı örneğin. Adadan dönerken sorumu, kahkahayla yanıtlıyormuş aslında, anlamak 7 yılımı aldı. Okumayı becermek gerekiyormuş. Gülümserken düşündüren adam!..

Yeni nesil pek bilmez ama eskiden büyüklerimiz, sadece bakışları ve yüz ifadeleriyle konuşurdu neredeyse. Sözden tasarruf ederlerdi. Ağızdan çıkan lafın, amacını aşma tehlikesi çok yüksektir. Bir adamın içi doluysa o bakışlar ve ifadeler yeterdi zaten. Arif olan anlardı yani. Hikmet abinin tarzıysa dedesini, babasını bile tereddüte düşürebilirdi. Duygu frenleri, bir  tabirle ‘kazık’ gibiydi. Hiçbir zeminde kaydırmazdı pek. Çenesi kalabalık, içi boş meslektaşlar devrinde, son ibretlik abilerdendi.

-       Hikmet abi, cümleyi şöyle değiştirdik.
-       Daha iyi olmuş Alicim.
-       Hikmet abi, şöyle iki cümle ekleyebilir misin?
-       İyi olur, zayıftı zaten o paragraf.
-       Hikmet abi, sinir ettin beni, tiyatrodan kavga edelim bari!
-       Ayıp ettin abisi, akşam Bebek’te buluşuyoruz o zaman.

Abisi’… Çocukluğumuzda, abilerin, sevgi sözcüğüydü. 20 yıl olmuştu duymayalı. Bebek’te, her zaman gittiğimiz restoranda, tiyatrodan bile kavga etmeyi beceremedik. Sandalyesinde, dövecekmiş gibi kaşlarını çatarak doğrulur, “Bravo, güzel saptama” derdi. Ordinaryüs profesör oldum zannederdim!

Hikmet abiyle hep keyifli zaman geçirdim ben. Vefatından bir hafta önce, kahkaha damga vurdu sohbetimize. Gülümsemeye sindirilen değil, bildiğiniz kahkaha. Kahkahalarla vedalaştık. Ağlamasını sonraya saklayan Fikret abiye, gözyaşları dudaklarına sarkmadan önce Hikmet abinin, müstehzi gülümsemesini anımsatmak istiyorum. Kardeş acısını soğutmaya, o gülümsemeden daha şifalı bir merhem, arasa da bulunmaz diye.

24 Ekim 2011 Pazartesi

ANKARA’YA YAKIŞIR ANKET SONUCU


21.10.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

29 Ekim’de tam bir yıl olacak. Ankara Valisi Alaaddin Yüksel, “Ankara, Ankaralı’nın gündeminde değil” demişti. Aklımca yanıt bulmaya çalışmış, “Kent planlamasında, dokusunda, eğitiminde bir kopukluk olduğu kesin. Belki tepkilerine karşılık alamamak köreltmiştir aidiyet duygularını” demiştim. Bir yıl sonra açıklanan bir anket sonucuyla ikimizin kaygıları da tescillenmiş oldu adeta.



İlgisizlik markası

Türk Sanayici ve İşadamları Vakfı (TÜSİAV) yaptırmış anketi. 2 bin 912 kişi ile yüz yüze yapılmış. Yöneticilerimizi, ne kadar tanıdığımızı sormuşlar. Ankara’ya yakışır ilginç sonuçlar çıkmış. Okur okumaz “İlgisizlikte marka: Ankara!” diye slogan buldum başkent için. Markaysa marka işte. Reklam tabelalarını kaplasın!



Gökçek’i tanımayan var

Sayıları yuvarlayarak bakalım. Ankara Valisi’nin adını soyadını, 10 kişiden bir kişi bilmiş. Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’inkini 3 kişiden 2’si. 17 yıllık Belediye Başkanı’nın adını bilmeyen var. Yani 100 kişinin 35’i, bin kişinin 350’si Melih Gökçek’i tanımıyor. Türkiye tanıyor, nasıl bir ilgisizlikse 3 Ankaralı’dan biri tanımıyor.



Nezaket çerçevesinde “Pes!” demek istiyorum. 30 yıldan aşağı görev yapanın işi zor. Valimiz Alaaddin Yüksel’e, 15 yıl daha sabretmesini, bu arada kendini salmayıp, moralini yüksek tutmasını, hala bir ümit olduğunu anket sonuçlarından değerlendirmesini öneriyorum.



Şaşırtan başkan

Yenimahalle Belediye Başkanı Fethi Yaşar’ın adını soyadını 10 kişiden 4 kişi, Çankaya Belediye Başkanı Bülent Tanık’ı, 10 kişiden 3 kişi bilmiş. Şaşılacak oranı, Ankara Barosu Başkanı Metin Feyzioğlu gerçekleştirmiş; 10 kişiden 5 kişi yani yarısı. Derhal arayıp, sırrını soracağım: “Bu kadar kısa sürede bu kadar tanınmayı nasıl becerdiniz?” diye. Adım bilinmesin, ne kadar Ankaralı bir başkentte yaşadığının farkında, onu bilmek istiyorum.



Asayiş berkemal

Ankara Emniyet Müdürü Zeki Çatalkaya’yı, 100  kişiden 1 kişi bilmiş. Bazı meslekler böyledir; az bilinmek ve görünmek başarıdır. Değilse sorun var demektir çünkü. İl Jandarma Alay Komutanı’nı, Ankara Cumhuriyet Başsavcısı’nı ve Ankara Merkez Komutanı’nı hiç bilememişler. Hayra alamet, asayiş berkemal!



100 kişiden 95 kişinin mahalle muhtarını tanımadığını ya da  “Yöneticiler ne yapmış, takip eder misiniz?” sorusuna yarısının, “Hiç ilgilenmem” dediğini söylemeye gerek yok herhalde. İlgilenen, 100 kişiden 10 kişi. Yeni ve hızlı gelişmeler oluyor ama Ankara’da resim bu.



Ses geçirmez Ankara

Ses stüdyolarının içi, bir tür süngerle kaplanır. Sesi emer. Ne içeri girer ne de dışarı çıkar ses. İçine girip, gırtlağınızı yırtarak dünyaya sövseniz, değil dünya, karşınızda oturan ses teknisyeni bile duymaz. İyiye de kötüye de tepkisiz Ankara, ne içeri ne dışarı ses geçirmez olmuş.


Tepkiye tepkisiz kalan yöneticilerin yarattığı bir ruh hali olduğunda ısrarcıyım. Sahip çıkmazsanız kent sakini de aidiyet hissini yitiriyor. Ummakla yetinelim; karşılık bulamayan Ankaralılar’ın, yeniden Ankara’ya sahip çıkması, ilgisizliğe maruz kaldığı yıllar kadar uzun sürmesin.

19 Ekim 2011 Çarşamba

KAÇ ANKARA VAR?


18.10.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

Çocuk kitaplarında, elinde çiçeklerle şen şakrak kırlarda koşan çocuk resimleri olur ya? O çocuğu çıkarın, yerine laylay lom çiçeklerle seğirten koca adam, beni koyun. Bu kadar saf, dünyadan habersiz hissettim. “Büyüyememişim herhalde” dedim. Üzüntüm de çocuğunki kadar aşırı oldu. Büyüyünce iyi bir şey yapılmaz sanacak çocuklar!



Böyle başkent olunur mu?

Bu köşeden biliyorsunuz; fırsatını bulunca Ankaralılar’a, bir araya gelmeleri, bazı gelişmeler karşısında ortak tavır almaları için çağrıda bulunuyoruz. Kentin ortak çıkarlarını gözetecek bir lobinin, olmayışından şikayet ediyoruz. Ankara vekillerimize, bu lobinin oluşmasına öncülük etmeleri için sesleniyor, sesleniyoruz. Uzay sessizliğinden başka bir yanıt alamıyoruz!



Ne ileri gelenleri ne de geriden takip edenleri ortak çıkarlarda bir araya gelebiliyor. ‘Görünmez insanlar’ şehri sanki; konu Ankara’ysa ‘görünmez’ oluyor herkes. Ancak kişisel çıkarlar söz konusu olunca, gözünüzü çıkarırcasına  beliriveriyor şeffaf bedenleri. Ankara’yı, böyle başkent yapabilir miydi Ankaralılar?



Buruk ödül

Yine ne oldu felaket tellalı?” diyor bakışlarınız. Ne olduysa 13 Ekim’de oldu. Ankara’nın, başkent oluşunun yıldönümünde. Ödül daveti almıştık. Ankara’ya katkısı olanlara verilecekti. Ancak Milliyet Ankara Gazetesi Koordinatörü Ayhan Aydemir ve bendeniz aynı ödülü paylaşıyor görünüyorduk. Gazetemizle ne kadar övünsek azdı. Aa, meğer Ayhan Aydemir Büyükşehir Belediyesi’nin, bendeniz de 79 yaşında köklü bir Ankara derneği olan Ankara Kulübü’nün verdiği ödülü alacakmışım! İki ayrı Ankaralı yani. Çocuk kitabındaki saflığımla şenlendim.



Resim Heykel Müzesi’ni dolduran kalabalıktan, en sık duyduğum cümleyle kendime geldim; “Olmadı böyle ayrılık gayrılık.” Doğru ya, kaç tane Ankara var ki bayramı, kutlaması ayrı gayrı olsun? Kaç Ankara başkent olmuş ki ayrı gayrı başkentliği kutlansın. Bilmediğimiz başka kutlamalar varsa eğer Allahını seven bana haber vermesin. Çok üzüldüm. Hakikaten ayrılık gayrılık gibi olmuştu. Tekvücut Ankaralılar olarak kutlayamamıştık başkent oluşumuzu.



Arada kalan Valilik

Ankara Valiliğimiz, tüm etkinliklere elinden gelen katkıyı yapmıştı. Önemli olan kutlamalardı çünkü. Bu ayrı gayrılığa ilişkin tek bir harf şikayetlerini duymadım ama bir kentin baş sorumlusu olarak katkılarını, buruk bir çabayla gerçekleştirdiklerini tahmin ediyorum. Böyle milli bir günde tercih mi yapacaklardı?



Ayrı gayrılığı eksikti

Geçtiğimiz yılın 13 Ekim’ini ve 27 Aralık’ını düşündüm; başkent oluşumuz ve Ata’nın, Dikmen sırtlarında karşılanış günlerini. Taze bir Ankara yazarı olarak dikkatimden kaçana üzüldüm. Vardı da fark etmemiş miydim? Herşeyi tamammış gibi ayrı gayrılığı mı eksikti Ankara’nın? Dar salonlar yerine Arena Spor Salonu ya da stadyumlar, meydanlar dolusu Ankaralı’yla kutlanmalıydı özel günleri. Siyasetler ve çıkarlarüstü günler bu günler. Bu günler de bir araya gelemeyen kent, ekonomik çıkarları için bir araya gelebilir miydi?



Son 13 Ekim’le son olsun

Konu, biliniyor ama ilişilmez bir gizem gibi seslendirilmiyormuş. Niyesini bilmiyorum ama seslendirilemeyecek kadar gizemli bir konuysa eğer, şu an itibariyle kendi başımı yemekle meşgul olduğumu söyleyebiliriz!


Bir tane 27 Aralık, Dikmen sırtlarından Ankara’ya giren bir tane Mustafa Kemal var. Bir tane 13 Ekim, Türkiye’nin bir tane Ankarası, bir tane başkenti var. 13 Ekim’i feda ettik önümüz 27 Aralık. Son 13 Ekim’le son olsun. Ayrılıktan birlik doğmaz, 27 Aralık’ta yeniden birleşip, bu çıkmazda daha da oyalanmayalım artık.

ANKARA KULÜBÜ ÖDÜL GECESİ

Ankara’nın Başkent Oluşunun 88’inci Yıldönümü Kutlamaları Çerçevesinde Ankaralıların görüş ve önerileri çerçevesinde belirlenen “BAŞKENT ANKARA’YA HİZMET ÖDÜLLERİ

Eğitim, Bilim, Yayın Alanında Başkent Ankara’ya Hizmet Ödülü
- Turan Tanyer (Avukat, Ankara Araştırmacısı, Yazar)

Arkeoloji Alanında Başkent Ankara’ya Hizmet Ödülü
- Prof. Dr. Nimet Özgüç (Arkeolog)

Sinema-Film Alanında Başkent Ankara’ya Hizmet Ödülü
- Erdal Beşikçioğlu (Behzat Ç., Bir Ankara Polisiyesi Dizisi)

Müzik Alanında Başkent Ankara’ya Hizmet Ödülü
- Mustafa Erdoğan (Ankara Devlet Opera ve Balesi Bestecisi)

Başkent Ankara ile Özdeşleşen Ankara Mekânları Ödülü
- Sanat Kitabevi (Sahaf) Sahibi Ahmet Yüksel

Başkent Ankara’nın Kültürü ve Tarihi Alanlarında Başarılı Arşivcilik-Koleksiyonerlik Ödülü
- Faruk Küçük (Dericizade)

Spor Alanında Başkent Ankara’ya Hizmet Ödülü
- Rıza Kayaalp (2011 yılında Uluslar arası alanda alınan en büyük başarı için 2011 yılı Grekoromen Güreş Dalında Ağır Sıklet Dünya Şampiyonu

Başkent Ankara’ya Hizmette Başarılı Sivil Toplum Örgütü Ödülü
- Ankara Kalesi Derneği – Başkanı Şevket Bülent Yahnici


Yazılı Basın-Gazetecilik Alanında Başkent Ankara’ya Hizmet Ödülü
- Ali İnandım (Milliyet Ankara Gazetesi Köşe Yazarı )
Ali İnandım eski Ankara milletvekili Oğuz Aygün'ün elinden aldı ödülünü.

Görsel Medya-Televizyon Alanında Başkent Ankara’ya Hizmet Ödülü
- Kanal B Televizyonu - Kanal B Televizyonu adına Program Müdürü Yusuf Ziya Bayraktar



79 yaşındaki köklü Ankara Kulübü, 'Başkent Ankara'ya Hizmet Ödülleri'ni, 79 yıl sonra ilk kez bu yıl vermeye başladı.
İlk kez verilen ödülün sahipleri birarada.


DTCF Arkeoloji Bölümü ve ANKAMER- Başkanı Prof. Dr. Aliye Öztan ile Ali İnandım, kostümü gibi yüreği de Ankaralı bacıerenler ve seymenlerle.



Fotoğraflar: Uğur Kavas, Şevket Yaman

14 Ekim 2011 Cuma

BAŞKENT OLMAYI HAKETTİ Mİ ANKARA?


14.10.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi


Bazısı ülkesini, acısıyla tatlısıyla sever. İyi, kötü demeden millet oluşun mührü, ortak değerlerini sever. İnsanları, kökenine göre değil, aynı ananın rahminden doğma kardeşliği için sever. Toprak anadır, olmasa da kucağında büyüyen herkes, artık çocuğudur. Ülkesini sevmek anasını, kardeşini sevmektir. Onlara gelecek tehdit ve tehlikeleri önce sevenleri sezer,  sonra gereğini yaparlar.



Bazısı da ülkesinden çok kendini sever. Hatta başka annelere kardeşlere özenir, onlarla doğmuş olmayı yeğler. Ülkesini sevmez ama ne kendi bağlarını reddederek kurtulabilir ne de başkasının has çocuğu olabilirler. Kendi anasına, kardeşine tutunamayan insan, her rüzgarla savrulup, bir yere konar ancak  başka bir rüzgarla yine savrulur. Kök tutmaz yani!



Başkent olmanın sırrı

Girişe bakıp, “Birazdan hayatın sırrını verecek herhalde adam” diye ümitlenmeyin. Ankara’nın, başkent oluşunun sırrını çözmeye çalışıyoruz. Göreceksiniz; yukarıdaki her şeyin bu sırla ilgisi var.



Başkent olmayı haketmiş midir Ankara? Hem de nasıl. Olmanın gereklerini de fazlasıyla yerine getirmiştir.



Ankara Telgrafhanesi’nden

Mustafa Kemal ve arkadaşları Ankara’ya ayak basmadan 3 ay öncesine, 11 Eylül 1919’a gidelim. Ankara Telgrafhanesi’ndeyiz. Müftü Hoca Atıf, Defterdar Yahya Galip ve Hoca Hatip Ahmet Efendi, Ankaralılar adına padişahla görüşmeye çalışıyorlar. Sadrazam Damat Ferit Paşa çıkıyor hattın öbür ucuna. Israrla padişahı istiyorlar. “Millet, padişahla görüşemez!” diye paylıyor Damat Ferit. Ankara Telgrafhanesi’nden, postayı koyuyorlar: “Öyleyse Ankaralılar’da, ne senin gibi Sadrazamı  ne de senin Padişahını tanımıyor!


Dikkat edin; daha Mustafa Kemal ve arkadaşları ortada yok. Birinci perde çok acayip bir sonla kapanıyor.



27 Aralık

Gelelim 27 Aralık 1919’a. Ankaralıların, ‘Kızılca Gün dediği tarih. Köylerinden kasabalarından akıp gelen binlerce atlı ve yaya Seymen’le Ankara halkı, Büyük Önder'i, Dikmen sırtlarında karşılıyor. Yolboyu dizilmişler. At sırtındakilerin fotoğrafı var; çok görkemli. O gün Ankara, taze devleti doğuracak sıcak yumurtayı, korumaya, kuluçkaya alıyor.



Seymenlerin dizleri yerleri döverken ikinci perde kapanıyor.



Hemşehrilik

Geçiyor zaman, Ekim 1922’ye geliyoruz. Kendinisever ya da başkalarına özenir bir milletvekili gurubu, kanun teklifinde bulunuyor: “Misak-ı Milli sınırları içerisinde doğmamış olan veya Misak-ı Milli sınırları içerisinde en az 5 yıl süreyle görev yapmamış olanlar milletvekili seçilemezler.” Selanik’te doğmuş, ömrünün çoğunu Misak-ı Milli sınırları dışında savaşarak geçirmiş, o gün itibariyle ülkeyi düze çıkarmış Mustafa Kemal’i, kurduğu devletten dışlamaya çalışıyorlar. Köksüz insanlara yakışacak bir tavır. Teklif, derhal yanıtını buluyor; Ankaralılar, Gazi’ye, “Ankara Hemşehriliği”ni teklif ediyor. 5 Ekim 1922’de kabul edip, Ankaralı oluyor Büyük Önder. Hacı Bayram’ın dibinde, bugün yıkıldığı söylenen bir adreste kaydoluyor.



Son perdeyle oyun, sonlanıyor.



Hakedilmiş başkent

Daha da başkentliği hak etmemiş olabilir mi Ankara? Atatürk saymış: Birincisi; doğal ve coğrafi konumu. İkincisi, bağımsızlık  ruhuna sahip olması. Üçüncüsü; Selçuklu Devleti yıkıldıktan sonra Ahiler tarafından kurulan ‘Ankara Cumhuriyeti’yle bağımsızlık düşüncesi, demokrasi tecrübe ve kabiliyetine sahip oluşu.



Dönelim başa: İnsan, ülkesini severse yanlışlarını düzeltmeye çalışır. Gerekirse doğrusundan yeni bir devlet kurar.  Sevmiyorsa eğer, işte sorun da burada; düzelmiş devleti de bozar.


Ankara, başkent olmayı misliyle hak etmiştir ama anlaşılamayan; öncü kişiliğine karşın, sevilmeden yönetilmeyi cezalandırmaktan geri kalmayacak derin tecrübeye de sahiptir!

12 Ekim 2011 Çarşamba

İŞSİZLİĞİN REÇETESİNİ BİLENLER


11.10.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

Biz giderken bazıları, dönüyor olur. “Nal toplamak” diyoruz ya, onların nalını toplarız biz arkadan gidenler. Önceki ‘Badem Lezzetinde Haberler’ yazımızdaki haberlerin güzelliğinden, önümüzdeki nalları fark edememişiz. Sonrasında gelen bilgilerle nal toplayan durumuna düşmekten duyduğum memnuniyeti anlatamam!

Geçen yazımızda, Temelli’deki Anadolu Organize Sanayi Bölgesi’ne dikilen badem ağaçlarının, eğitime katkısına değinmiştik. Badem ağaçlarından elde edilen gelirle meslek okulu açılacaktı. Darısı Ankara Sanayi Odası (ASO) 1’inci Organize Sanayi Bölgesi’nin başına demiştik. Onların da 2 bin 200 elma ağacı vardı. O gün yanıt geldi. Tabiri caizse anında nalı, elime tutuşturdular!

Okul hazırlıkları başlamış bile
ASO’nun, 1’inci ve 2’inci Organize Sanayi Bölgeleri, çoktan bir meslek lisesi için çalışmalara başlamış bile. Hatta lisenin yeri de belirlenmiş. Öncelikle bir eğitim vakfı kurmaları gerekiyor. Önümüzdeki ay, vakfın kurulma aşaması tamamlanacak. İlkbahar gibi de okulun inşaatına başlanacak. Kendi alanında, Türkiye çapında bir örnek olacak.

Ayrıca öğrencileri, parasız eğitmeyi düşünüyorlar. Öğrenci  başına maliyeti, yıllık 10 bin lira olarak hesaplamışlar. Bunun için de kaynak yaratmaya çalışıyorlar. Şaka yollu “Elma satışından gelir sağlama önerinizi düşüneceğiz” diyorlar. Bunun dışında 50’ye yakın alanda mesleki eğitim veriyor ASO. Çoğunda iş garantili meslek sahibi yapıyorlar çocuklarımızı, işsizlerimizi; Ankara sanayisinin ağabeyine yakışacağı gibi.

Sistem doğru yönlendirmiyor
Çocuklarını, dershanelerde ve yapmayacakları meslekler için üniversitelerde tüketme lüksü yok Türkiye’nin. Eğitim sistemimiz, ihtiyaca göre yönlendirmiyor çocuklarımızı. Yüksek işsizliğin nedenlerinden biri de bu yönlendirme eksikliğidir. Üretimden kopuk bir eğitim sistemimiz olduğu için olan binlerce işe, çalışacak adam bulunamıyor. Bir gariplik olduğunu “gör” demeye gerek var mı?

Okullar derhal güncellenmeli
Organize sanayi bölgelerinin ya da Ankara Sanayi Odası gibi kurumların görevi değil okul açmak. Değil ama devlet, meslek okullarına sırtını döndüğü için kendi söküğünü dikmek zorunda kalıyorlar. Önümüzdeki döneme ilişkin ekonomik beklentiler doğruysa önemli hem de çok önemli olacak meslek okulları. Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı meslek okulları, derhal elden geçirilip, hem müfredatı hem de teknik donanımı güncellenmelidir. Bu okulların önemini vurgulayan bir gelişme daha var.

Kentsel dönüşümle ilişkisi
Gecikmiş bir ‘kentsel dönüşüm’ furyası esiyor ülke çapında. Ankara, bu furyanın en hızlı ve keskin geçişlerine şahitlik eden kentlerden biri. Bir semti, 6 ayda, eskisiyle ilgisi olmayan bambaşka bir yere dönüştürebiliyoruz. Briketi betona dönüştürüp, medeni kent dokusuna uyduruyoruz ama içindeki insanların dönüşme ihtiyacını, ihmal ediyoruz. Onların da nitelikli işgücüne dönüşmesi gerekiyor. Nitelikli işgücüne dönüşecek ki kentin üreten bir parçası ve sahibi olmaya devam edebilsinler. İşte meslek okulları, bu dönüşümü, en hızlı uyarlayacak yapılardan biri. Bu ciddi işlevini de aklımızda tutalım.

Reçeteyi devlet bilmiyor mu?
İşsizliğin reçetesi belli. Bu reçeteyi bilenler, gereğini yapıyor. Biz giderken onlar dönüyor. Nallarını topluyoruz arkadan. İyi de reçete bu kadar açıkken aynı nalları, devletin de bizimle beraber toplamasına akıl erdiremiyoruz bir türlü.

8 Ekim 2011 Cumartesi

BADEM LEZZETİNDE HABERLER


07.10.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

Kirleterek, zarar vererek, kaynakları savurarak üretme devri geçti” demeye devam. Her türlü üretim tarzının, doğayla barışık olanı geçerli, yavaş yavaş ayırıyoruz artık. Üretilenin de üretenin de değeri artıyor. Çöplükler bile  doğadostu fabrikalara dönüşüyor. İnsanoğlu için hayırlısı budur; katlederek değil doğanın bir parçası olarak yaşamak. Koşulu; bilginin, üretimle buluşmasıdır.



İki türlü güzel

İçimi, iki türlü ferahlatan bir haber; “Temelli’deki Anadolu Organize Sanayi Bölgesi’ne dikilen badem ağaçları, eğitime kaynak oldu.” Yüksek gerilim hatlarına denk gelen 60 hektarlık alan, 1800 badem ağacıyla değerlendirilmiş. 2008 yılında, altyapı çalışmaları sırasında dikilen bademler, daha sanayiciler fabrikalarına yerleşmeden meyvelenmiş. Bu yılki hasattan 1 tona yakın badem elde edilmiş. İleride 16 tona kadar çıkması bekleniyor. Haberin diğer güzelliği; bademlerden elde edilecek gelirin, mesleki eğitim için kaynak olarak biriktirilecek olması. Meslek okulu hassasiyetimizi biliyorsunuz.



Daha önce ASO 1’inci Organize Sanayi Bölgesi’ndeki 40 bin ağaç ve 2 bin 200 bodur elma fidanlarından bahsetmiştik. Yeşil kuşağı çok geniş, atıkları en aza indirecek geridönüşüm altyapısıyla nasıl örnek bir sanayi bölgesi olduğuna değinmiştik. Onlar da elmalarla okulu açar mı acaba?



Ortak akıl bir okul

İnşaatı süren bir okuldan haber; Başkent Üniversitesi’nin, Kazan Meslek Yüksek Okulu’ndan. Kazan’da, bir ‘Kazan’a Üniversite Kazandırma Derneği’ var. Adı gibi aklını da sevdiğim bu dernek, okulun inşaatı sürerken bile boş durmayıp, incelemelerini sürdürmüş. Kazan ve çevresindeki sanayi bölgelerinin ihtiyaçlarını güncellemiş ve Başkent Üniversitesi’ne önerisini sunmuş; “3 yeni bölüm daha ekleyebilir misiniz okula?” demişler. Öneriyi mantıklı bulan üniversite, YÖK onayını da alınca Dış Ticaret, Mekatronik ve Lojistik Bölümleri’ni planlarına eklemiş. 3 bölümken 6 bölüme çıkmış meslek yüksek okulu.



Bitmedi.



Fakülte farkı

Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi, Ankara’nın özgün tohumlarını, en az ilaç ve gübreyle kendi doğal ortamlarında yetiştiriyor. Domatesi Ayaş’ta, üzümü Kalecik ve Keçiören’de, buğdayı, eti ve sütü Haymana’da üretiyor, çiftçilere örnek oluyor. Hepsi doğasına uygun ortamlarında, bilimsel denetim altında, özgünlüğü korunarak üretiliyor. Üstelik üniversiteye gelir sağlanıyor. Fakülte binası bomboş, çiftlikleri doldursa Ziraat Fakülteliler! Ekilmeyen tarlasına, dönüm başı para ödenen ülke olma garabetinden kurtulsak.



Yorum

Şimdi bakalım, yukarıdaki haberler birleşince bize ne söylüyor olabilir: Doğaya uyumlu sanayi üretimi mümkündür. Üstelik gelir bile elde edilebilir. Elde edilecek gelirle eğitim desteklenebilir. Desteklenmelidir. Ortaya olmaz meslek okulu, yöreye göre tasarlanmalıdır. Bilgi ve üretim buluşabilirse ucuz maliyetli tarım ve hayvancılık hem de sanayi üretimi yapılabilir.



Masal zamanı geçti

Dünyanın en büyüklerinden önce en temel küçüklerini gerçekleştirmek zorunda Ankara. Küçük atılımları atlayarak büyüyemez. Küçük ama bir merdiven gibi adım adım bizi yukarıya taşıyacak atılımlar bunlar. Atlama zıplama, masallarla hayal kurma çağı geçti Ankara’nın.


Yorumda yanlış ve eksiğimiz olabilir ancak tek başına bile bu haberler, ümit vermiyor mu? Yok mu her birinde ayrı bir badem lezzeti? Günden güne olgunlaştıkça dalları sarkan badem ağacına benzese ya Ankara?

4 Ekim 2011 Salı

YENİ ANKARA’NIN ESKİ YOLU


04.10.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

Eski trenler, eski tren yolları var. Yüksek Hızlı Tren yürüdükçe tren yolları yenileniyor. Eski yolda hızı arttırmak kazalara neden olunca, yolu da trenle beraber yenilemek gerektiğini öğrenmiş olduk. Hızı kesen engeller kaldırılıyor, yol açılıyor. Engeller kalktıkça erken varıyor durağına. Kazasız belasız hedefe varmak için yeni Ankara’yı da eski yoldan yürütemeyeceğimizi kabul etmeli, yolunu açmalıyız.

Her şeyiyle yeni bir Ankara oluşuyor gözümüzün önünde. Hızlı oluşuyor ama eskiye göre hızlı; motor gücüne kıyasla çok yavaş. Bazı yerlerde eski yoldan, bazı yerlerde yeni yoldan gidiyor, bazen lokomotifi vagonuna, bazen treni yoluna uymuyor. Bir türlü hızlanamıyor tren. Oysa yarım yüzyıldan fazla geciktiği duraklar var.

Tren uygun yol bozuk
Tren hızlanmaya hazır. Örneğin; eğitim, sağlık ve bilişim altyapısı, güçlü bir kent Ankara. Savunma ve havacılık sanayisi hem sağlam hem de gelişmeye açık. Yeniliklere hızla karşılık verebilecek bir tarım ve hayvancılık birikimi var.

Yolun bozuk olduğu yerdeyse eğitim ve birikim, üretimle ticaretle buluşamıyor. İçine kapanık üniversiteler, yetersiz meslek okullarıyla yalpalıyor tekerler. Yalpalayan üretim, plansız ticari yatırımlar, Yüksek Hızlı Tren’in arkasına bağlanmış eski yük vagonları gibi; mecburen yavaş gidiliyor. Trenleri ve yolları denkleştirmek lazım.

Hedef, destek, güç
Örneğin; Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, “Uzay, savunma, enerji ve tıbbi araçlar alanında yatırım yapın” diye uyardı Ankaralı sanayicilerimizi. Sanayicinin de tüccarın da böyle hedeflere ihtiyacı var. Bu hedefi gerçekleştirecek bilgiyle üretim buluşturulursa Ankara’nın sanayisi ve ticareti, aynı yolda gidebilecek hızlı trenler olarak, yükünü almış olur.
Yerel yönetimlerimiz, bu yatırımlara öncelik verir, altyapı çalışmalarını destekler; Valiliğin Ankara Kalesi’nde, Büyükşehir Belediyesi’nin, organize sanayi bölgelerinde yaptığı gibi. Böylece ‘turizm’ gibi bakir yatırım alanlarında da bu işbirliğinin gücünü kullanabiliriz.

En çok ne etkiliyor?
Yalnız bu trenin hızlanmasını, en çok ne etkiliyor biliyor musunuz? Seçimle buharlaşan Ankara milletvekilleri. Vekilleri bir araya gelip, kendi kentiyle ilgilenmediği için Ankara treni, muktedir olduğu halde belli bir hızı aşamıyor. Ortak konularda kollayacak, önünü açacak siyasi destekten yoksun. Dünyaya uzanıyor ama Ankara’ya dokunmuyor elleri.

Eski yoldan olmaz
Yüksek Hızlı Tren, Ankara-Eskişehir arasını 45 dakikada alabilecek kudrete sahip. Oysa şu anda 1 buçuk saatte  alabiliyor. Yoldaki uygun olmayan yerler, engelliyor hızını. Bu engeller nedeniyle 10 yıllık yolunu 70 yıldır alamıyor Ankara. Yenisini de eski yolan götürmeye çalışacaksak hedeflerine ulaşmakta hep gecikmeye devam edecek başkentimiz.

1 Ekim 2011 Cumartesi

DURUM DEĞERLENDİRMESİ


30.09.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

Tiftik keçisi, tavşanı, kedisi, armudu, üzümü, vişnesi, domatesi, yuva kavunu, domatesi, balı, turşusu, çiğdemi, taşı derken  sahneyi en sessiz, hiç beklenmeyen kaptı. Zenginlikleri sayarken hep atladık onu. Hasat zamanı, taban fiyatları açıklanırken adı geçer. O da yılda bir. Sonra, hektarlarca araziye yayılmasına karşın, diğerlerinin gölgesinde kalmaktan kurtulamaz. Adı buğday!



Durumun buğdayı

Polatlı durum buğdayının kalitesi, bu yıl da tescillendi. Fiyatı ve niteliğiyle bir kez daha sanayicilerin gözdesi oldu. Kalitesi gibi üreticisini de sevindirmiş, hakkını almış olsa bari. Ankara’nın bir markası ama Polatlı’daki borsaya kısılıp, kalmış ünüyle yetiniyor. Oysa buğday oluşunun yanında, ne kadar başkente yakışır nitelikleri var.



Marifetli hem de sessiz bir kere. Fiyatı da düşse talibi de azalsa kalitesini bozmuyor. Piyasasına örnek, önder oluyor. Bünyesine müdahale edilmek istenirse uygunu ayırıyor, kendini bütünüyle bozmuyor. Gelişmenin öncüsü ve destekçisi olması gereken başkentin sınırlarına, özgün bir değer kazandırıyor. Kazandırırken özünü kaybetmiyor, geleceğe olan inancı güçlendiriyor.



Polatlı’nın ‘durum buğdayı’ndan, bir ‘durum değerlendirmesi’ çıkarabilir Ankara; kalite için her niteliğe sahipken niye  durum buğdayı gibi marka olamadığını sorabilir kendine.



Nasreddin Hoca çekingenliği

Büyükşehir Belediyesi’yle Organize Sanayi Bölgeleri’nin yöneticileri, bir anlaşma tutanağı imzaladılar. Buna göre Büyükşehir Belediyesi, alt yapılarını geliştirebilmesi için 2 yıl boyunca, her ay 3 milyon (trilyon) lira aktaracak organize sanayi bölgelerine. Karşılığında, organize sanayi bölgeleri de 25 bin kişiye iş yaratmakla yükümlü olacak.



Ne kadar güzel, Ankara’da, görmeyi arzuladığımız bir işbirliği. Üstelik Ankara için ‘ağabeylik’ beklediğimiz Meclis Başkanımız Cemil Çiçek’te başlarında, yine güzel bir uyarı konuşmasıyla. Ancak güzel anlaşmada, güzel konuşmaların ortak noktası tereddüt. Aksak Timur’a, şikayete diye kalkışıp, sonra yapayalnız ortada bırakılan Nasreddin Hoca çekingenliği konuşmalarda.

- Bak, dediğini yapacaksın.

- Tamam ama sen de aksatmayacaksın.

- Eğer beceremezseniz daha da unutun beni, destek mestek beklemeyin benden.



Dayanışma olsun içimiz dolsun

İşte bu güvensizlik hali, Ankara’nın da ruhhalidir. Ortada bırakılmış Nasreddin Hoca tecrübesi olan çoktur. Bu yüzden dayanışması zayıftır başkentin. Dayanışması zayıfladıkça güveni azalır, güveni azaldıkça dayanışma zayıflar. Ankara’yı görmeden, iki çivi çakmadan, Ankara hayrına bir işin ucundan tutmadan, gelip, geçen siyasetçiler, yöneticiler, bu zayıflığı kullanır. İş hayatı, kendi yoluna bakar.


Çok şükür, son 2 yıl içinde bu döngüyü kırma eğilimi artıyor. Daha iyi olmak, çağa yakışmak istiyor Ankara. Ufku gören yöneticiler de sağolsunlar, gereğini yapıyor. 

Polatlı’nın ‘durum’u, durumumuza örnek olsun. Yarattığı güzellikle buğday tanesi, rehberimiz olsun. Kendi toprağının özüyle yenilikleri uyarlayabilen buğday tanesi gibi içimiz dolu, tadımız lezzetli olsun.