28 Eylül 2011 Çarşamba

ÇIRAKSIZ SANAYİ VE BİZDEN BİR KİTAP


27.09.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

Meslek okullarına duyulan ihtiyacı, bu okulların önemini, her fırsatta gündeme getirmeye çalışıyoruz. İster lise ister yüksekokul düzeyinde olsun bu okulların müfredatları acilen  güncellenmeli, okul sayısı artırılmalı. Bu seferki şikayetçimiz, Ankara Ayakkabı ve Çantacılar Odası Başkanı Hüseyin Uzun. Böyle giderse çırak bulamayacaklarından korkuyor.



Beklemeyin, ilgilenin

Ülkedeki meslek liselerinin durumu belli; ayakkabıcılık ve çantacılık üzerine bir çalışma yapılmıyor. Ankara’da, bu konuda eğitim veren bir okulumuz var ancak burada da yeterli teknik donanım olmadığı için beklenen başarı sağlanamıyor” demiş. Önce yargısız infaz yapayım: Sayın Uzun, derneğinizin üyeleri, mesleklerinin geleceğiyle ilgilenmeli biraz. O  eğitim ve donanımlar sağlanmıyorsa eğer, siz bir yolunu bulacaksınız. Bakın, memleketin çok ciddi bir ‘usta kaynakçı’ sorunu var ama Ankaralı kaynakçılar, sırf bu açıklarını kapatmak için dernekleştiler. Şimdi kendi eğitimlerini vermeye çalışıyorlar.



Ortaya bırakmayın

Zorunlu eğitimin 8 yıla çıkarılması, çıraklık sistemini bitirdi” demişsiniz. Sözünüzü iyi anlamda yorumluyor, şöyle anlıyorum; meslek okullarına önem vermezseniz çocuklar için özendirici olmuyor. 2011 yılında, temel eğitimini bile tamamlamamış çırakları kastedmiş olamazsınız herhalde. Temel eğitimden yoksun çırakların, usta olsa yaratıcılıkları ne kadar zengin olabilir, değil mi? Güncel eğitimle beraber staj olanakları olan, okulu bitince işini gereği gibi yapabilen meslektaşlar talep ediyorsunuz. Haklısınız. O zaman sorunu ortaya bırakma huyuna yakalanan Ankaralı gibi değil, adını andığınız İzmir, İstanbul ve Konyalı sanayiciler gibi birlik olacak, geleceğinize sahip çıkacaksınız.



Meslek okulları önemli

Meslek okulları çok önemli. Çocuklarımız, ne eğitimsiz kalmalı ne de eğitimi, işsizlikle cezalandırılmalı. Bir kez daha meslek okullarımızın altını çizme, önemini vurgulama  fırsatı bulduk. Bundan sonra da her zaman vurgulamaya ve altını  çizmeye devam edeceğiz.



Bir kitap

Gelelim kendi söküğümüze: Araştırmacı-Foto Muhabiri Uğur Kavas, Türkiye’de Basın Fotoğrafçılığının Görsel Tarihi kitabının ikinci cildini çıkardı. Birincisi, Osmanlı’dan 1960’a kadardı, ikincisi, 1960’dan günümüze kadar olan dönemi kapsıyor. Sabırla taranmış ciddi bir derleme.



Sadece fotoğraflar değil, o dönemin ve fotoğrafların öyküsü de var yanında. 1 Mayıs 1977’de, Taksim Meydanı’ndaki ‘Kanlı Bayram’da, ilk silahı bir gazete satıcısı patlatmış. Ünlüleri, fotoğraflayabilmek için bir birinden müthiş teknikler, hem genç gazetecileri hem bizi hoplatacak. Savaş alanlarından ürperten, günümüzden ilginç perde arkası anılar var. Ee sökük nerede?



Bir sökük

Kitabın yarısına Türkiye Foto Muhabirleri Derneği destek oluyor. Ama diğer yarısına destek olacak firma, bitmiş işten desteğini çekiyor. O yarıyı Uğur Kavas, cebinden ödüyor. Üstelik basın tarihi açısından her geçen yıl daha değerlenecek bu derleme, bin tane basılabiliyor.



Alamayacağımız kitabı, niye ballandıra ballandıra anlatıyorsun o zaman arkadaşım?” diyorsunuz. Kendi pantolon ağındaki söküğe bakmayıp, başkalarının söküğünden çıkmayan bir  mesleğe sahip olduğumuza dikkat çekmek için!


Ayrıca Ankaralı bir Ankara aşığı olan Uğur Kavas’ın, Ankara’yla ilgili belgesel nitelikli kitapları önümüzdeki aylarda çıkacak. Meslektaşımı, sabrı ve emeği için kutluyorum.

23 Eylül 2011 Cuma

HEP KALLEŞLER


23.09.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

Ordularıyla, silahlarıyla çıkmazlar karşınıza. Kaybetme ihtimali vardır. Günden güne daha da geliştirilen yöntemleriyle kolayı var; kardeşi kardeşe düşman eder, kardeşi kardeşe kırdırırsınız. Neredeyse maliyetsiz bir savaş yöntemidir, üstüne de savaştığınız adamdan para kazanırsınız.



Neye benzerler?

Kılığına, kıyafetine bakınca birşey zannedersiniz. Medeniyet nutukları vardır, ‘ahlak, düzen, gelişme’ falan diye, hayran olursunuz. Eteğinden ayrılamazsınız, “Çabalayıp, şunun gibi olayım” dersiniz. “Çağdaşlığın simgesi, işte budur” dersiniz. Oysa çok beklemez, arkanızı döndüğünüz an kuyunuzu, kime, nasıl kazdıracağı hesaplarına gömülür. Bir ananın çocuklarını bile düşman edebilen hesaplar. Aynı beden, aynı kıyafet içinde iki kişilik. Kalleş, medeniyetin simgesi olabilir mi, düzeni kardeş kanıyla yürüyen?



Hesap tutmayınca

Kumrular Sokak’ta bir bomba patladı, o bombanın niye patladığını bile anlayamayacak masum insanlar ödedi bedelini. Bir kısmı, hiçbir zaman öğrenemeyecek maalesef. Ankara’nın en kalabalık sokaklarından birinde, hangi nedenle olursa olsun, kim patlatırsa patlatsın, niye bomba patladığı anlaşılamayacak. Kavganın muhatabı, o masum insanlar değil çünkü. Filmlerdeki kötü adamların, şantaj yapmak ya da öç almak için bir adamın çocuğunu  kaçırması gibi. Gerçek hayatta, kardeşine kıyacak acımasızlıkta kötü adamlar yaratıyorlar. Filmlerde mutlaka kurtuluyor ama gerçek hayatta ölüyor çocuklarımız. Her şeyden habersiz masum, ölüyor. Hesabı tutmayınca, masumlara uzanıp, canımızı öyle yakıyorlar. Kalleşliğinin seviyesi caniliği de içeren, dipsiz kuyu gibi doyumsuz bir hırs.



Sabrın sınırı

O hırs, Başbakanlığın yan sokağındaydı. Devletimizi, bizimle tehdit ediyordu. Kalleşin tabiatıdır; karşınızda cesaret edemediğini, ipini oynattığı kuklalarına yaptırır. Korkutup, sindirecekler. Elinizden geleni ardınıza koymayın ama unutmayın; bizim milletin, sizin kitaplarınızda yazan meziyeti, sabrıdır. Korkutmuyor, sabrın sınırını zorluyorsunuz.



Hedefimiz var

Ankara’nın, Türkiye’nin sorunlarını, konuşmaya devam edeceğiz biz. Geleceğini kurmaya, çalışmaya devam edeceğiz. Geri dönme, havada durma ihtimali olmayan bir ok gibi çıktık yayımızdan. Hedefimiz var, en yakın yerine denk getirmeye çalışacağız. Siz de tarihinizden silemeyeceğiniz kara sayfaları, daha fazla kabarmadan, bu biçimde yazmayı bırakın artık. Vefa gibi vefasızlığa da duyarlıyız. Yüzyıllar sonra bile…



1950’lerde alt yapısı hazırlanan, 1960’larda oturtulan ve 1970’lerde uç noktasını yaşadığımız bir kardeş kavgasından çıktık biz. 1980’lerin başında, bitti derken yenileri sarıldı başımıza. Uzmanlık alanı olduğu için, hazır senaryo çok nasılsa. Şöyle ağzınızın salyası akarak izlemeyi arzuladığınız, 1970’lerde aklınız değil mi? Bu kez, o kadar kolay olmuyor galiba.



Uyarı niteliğinde

Dikkat ederseniz hedeflenmiş hiçbir örgüt, kurum, devlet, millet adı anmadık. Kalleşliği, yaşam biçimi haline getirip, bunun doğruluğuna inanma uyarısı var. En ihtiyacınız olduğu gün, kalleşliğin bedeli çok ağır gelebilir.



Sözlüklerinde yoktur belki. Olan da bizimkine benzemiyor belli ki. Belki de o yüzden hep kalleş, hep kalleşler.


Aramızdan ayrılan masumlarımıza tanrıdan rahmet, ailelerine başsağlığı, yaralılarımıza, acil şifalar diliyorum.

20 Eylül 2011 Salı

CEMİL AĞABEY SAHAYA YUMRUK HAVAYA!


20.09.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

Seçim ertesi, bu slogana benzer bir davetim olmuştu Cemil ağabeye. Ankara vekillerinin en tecrübelisi, ağabeyidir. Birçok kez bakanlık yapmış, ülkenin değişik hallerine şahitlik etmiş bir siyasetçi. Şimdi de Meclis Başkanımız’dır. Cemil ağabey yani Cemil Çiçek. Unutulmasın diye, bir sloganla güçlendirerek geri döndüm. Gaza gelmiş parti taraftarı ya da durup dururken aniden ünleyen meczup coşkusuna benzetilmez inşallah sloganlı çağrımız!



Tek ses için

Cemil ağabey sahaya yumruk havaya” diyoruz çünkü Ankara’nın, sorunlarına ve yatırımlarına öncülük edebilecek kişidir. Ankara vekillerimizi bir araya toplayıp, sorunları ve yatırımları bir öncelik sırasına koyup, ilgili kurumlarla uygulanabilmesi için önayak olabilecek kişidir. Bazı sorunlar  siyaset konusudur ama bazıları da siyasetler üstüdür. Bu konularda, partilerden tek ses çıkar. Ankara vekilleri, o konular için, mutlaka bir araya gelmelidir. Çünkü…



Siyasi baskı ve lobi gücü

Ankara için hem siyasi baskı gücüne hem de Ankara lobisine ihtiyacımız var. Herkesin kendine göre tarif ettiği kalkınma önerileri, gelişigüzel bir seyir izliyor. Aynı hedefe değil, herkes kendi hedefine kilitlenmiş durumda. Bir gelişme göstergesi sayılacak bazı proje ve yatırımlar, gelecekte bir Gordion Düğümü’ne dönüşebilir. Başlamışken hayırla getirelim sonunu diye.



Niye Cemil ağabey?

Cemil ağabey sahaya yumruk havaya” diyoruz çünkü kendi siyasi görüşü yanında ortak kanaatlere seslenen ifadeleri var. Bir tanesi Nisan başında, Ankara Ticaret Odası’ndaki konuşması; “Kişiye göre işleyişler yapıyoruz, ilerisini hesaplayın, bir ülkenin ne imkanı ne zamanı bu kadar kolay heba edilecek bir şey değil demişti. Tek ve fazlasıyla yeterli bir cümleydi ama anlamazdan gelenler, yine bildiğini okudu. Cemil ağabey, Ankara’yla övünüyoruz ama planlamalar, buna göre yapılmadığı takdirde sıkıntılar yaşıyoruz” dediği halde. Ankara'daki gelişmeler, biraz tesadüfi gibi geliyor bana” dediği halde!


Seçimden sonra Cemil ağabeyi, Ankara’yla ilgili toplantılar, açılışlar ve şenliklerde, eskisine göre sık görür oldum. Bazılarında, katılmaktan fazlasını yapıyordu. En son geçtiğimiz Perşembe, 7’inci Uluslararası Çubuk Turşu ve Kültür Şenlikleri’ndeydi. Ağabeyliğini yaptı: Yöresel şenlikte, yöresel olmayan yabancı unsurlara dikkat çekiyor; “Yabancı unsurları şenliğimizde barındırırsak bu kültür şenliği olmaz, kendi elimizle yozlaşmanın kapısını açmış oluruz. Büyük ve eski bir milletiz, derin kültürümüz, medeniyetimiz var. Çoğumuz, kendi tarihi ve kültüründen habersiz ” diyordu. Yöreyi ve ürünlerini tanıtacağına, dikkat çekmek için yapılan ama yöreyle alakasız etkinlikler için uyarıyordu. Katılıyorum;  geliştirmekle yozlaştırmayı karıştırmamak lazım. Başlı başına ayrı bir yazı konusu.



Ders çıkarsak artık

İşte bu ortak kanaatin ifadesi sözler, yeri gelince siyasetin orta yerinde durabilme becerisi yüzünden Cemil ağabeyi, siyasi baskı ya da  Ankara lobisinin oluşturulması için fırsat olarak görüyorum. Hatta diğer partiler zorlamalı. Ankara’yı düşünen herkes te desteklemeli. Siyasi baskı kurabilen, yeri gelince etkin tepki verebilen lobimiz olmalı. En az İstanbul’un ki kadar. Bankaların ve Bilişim Vadisi’nin, gidişinden ders çıkarmalıyız. Tıpış tıpış gittiler, bir de el salladık arkalarından.


Cemil ağabey, makamından çıkmış, parmağı dudaklarında, “Sus evladım, iş çıkarma başıma” işaretiyle kovalamaya geliyordur. Görüşümde ısrarlıyım. Müsaadenizle Cemil ağabey sahaya yumruk havaya” diye diye tribünlerin önünden, tahrik eden sloganımla koşa koşa kaçıyorum!

17 Eylül 2011 Cumartesi

ÇATIŞAN DEĞİL ÇALIŞANLA İLGİLİ


16.09.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

Yeterince ilgisizliği tattı Ankara. İlgisizliğe ilgisi yok artık. Ne zaman kaybına, ne hiçbir şey üretmeyen kavgalara, ne de üretimle desteklenmeyen gelişme tarzlarına. Yeni gelişme ve yönetim anlaşıyla kendini toparlamaya ihtiyacı var. Dışı süslü içi boş, vurunca tınlayan sandıktan çok, içindeki değer dışına yansımış, önder bir başkent olmaya ihtiyacı var. Faydasız  kavgalar, çekişmeler, son ihtiyacımız.

Sanayi bölgeleri ve ihtiyaçlar
Ankara Sanayi Odası’nın, haklı gururu, ‘ASO Birinci Sanayi Bölgesi’nden bahsetmiştim. Çevreye, insana ve teknolojiye duyarlı, gelişmelere açık, çağdaş, örnek bir sanayi bölgesi. Umarız  meslek okullarının, yaygınlaşması ve geliştirilmesine katkıda bulunarak taçlandıracaklar bu çağdaş adımı. Yakında ‘Anadolu Organize Sanayi Bölgesi’ Malıköy’de hizmete girecek. 15 bin kişiye iş yaratacak. Malıköy’ü, şenlendirecek. Meslek okullarını, onlar da gündemine ekleyecek inşallah. OSTİM var kent içinde. Birçok ciddi yatırımın altına girebilecek ama kolunun, ilçelere uzanması gereken bir güç.

Memleketin, ciddi bir kaynakçı sorunu olduğunu biliyor muydunuz? Modası geçmiş eğitim yöntemleriyle meslek okulları, piyasanın ihtiyacı olan kaynakçıyı yetiştiremiyordu. Sırf bu yüzden ‘Ankara Kaynakçılar Derneği’ kuruldu. Derneğin asıl kurulma nedeni, talebe uygun kaynakçı yetiştirmek için eğitim verebilme isteğiydi. İlgilenen olmayınca, söküğünü kendi dikmeye kalktı çaresiz. Yine yaklaşık 1 ay önce, Türkiye Mobilya Sanayicileri Derneği,  sektörün 30 bin kişiye ihtiyacı olduğunu söylemişti. İşsiz çok, işçi yok!

Yatırımlar ve 2 şey
Başkent Üniversitesi, yaklaşık bir ay önce, Kazan’da bir sağlık meslek yüksekokulu temeli attı. Haymana’da, 5 yıldızlı bir kaplıca otel açıldı. Gölbaşı’nda, turizm meslek okulu yapılıyor. Bazı sanayiciler üniversitelerimizi, bazı üniversiteler sanayicilerimizle işbirliğini keşfetti. Bir şeyler oluyor. Oluyor ama sistemli değil. Birileri bizi ileri götürmeye çalışırken birileri de paçamızdan asılıyor.

2 şey söylemeye çalışıyoruz: Birincisi; iş var ama nitelikli iş gücünü yetiştiremiyoruz. “Aman bari siz ilgilenin” diyoruz ama eğitim, ne sanayi ve ticaret odalarının ne de derneklerin görevi. İş mi yapacak, adam mı eğitecekler? O eğitime katkıları olabilir ancak.
İkincisi; nüfusu, yatırımı ve hizmetleri, Ankara merkezine yığmak, yaşanmaz ve denetimi zor bir kent yaratır. Ankara’ya, 4 buçuk milyon nüfusu yığacağınıza, ilçelerine paylaştırın diyoruz. Kontrolden çıkmış bir İstanbul yeter, niye ders çıkarmıyoruz? Bütün ilçeleri uygundur. Bala, Haymana, Evren, Ayaş, Çamlıdere, Kalecik, Güdül, yatırım açlığı çekiyor. Bazı yatırımları, okulları, fakülteleri kaydırmayı düşünmeliyiz.

Taraf olmayı aşan aciliyet
Her şeyi üretmeye muktedir sanayicisi, sanayi bölgeleri ve  üniversiteleri var. Denizi olsa gemiyi de yapar Ankara. O’nu ayıracak, İstanbul’un kendi haline bırakılmışlığının aksine, sistemli geliştirilmesidir. İddia ediyorum; 5 yıl sonra dikkati çeken, 10 yıl sonra İstanbul’dan bile ciddi göç alan kent olur Ankara.

Sessiz sedasız çalışan ama bir şey üretenlerle ilgileniyoruz. Gazete manşetlerinin müdavimi kavgalarla ilgilenmiyoruz. Bir şey üretmeyen çekişmelere, taraf değiliz. Siyasi görüşleri aşan bir aciliyet var çünkü. Yeni tarz üretim ve siyaseti gözlüyoruz. Sandığın dışını süslediği kadar içini de doldurana bakıyoruz. Bu beklentiyi yanıtlayacak çatışan değil ama çalışan, emin olsun, layıkıyla alkışlarımızı duyacaktır.

14 Eylül 2011 Çarşamba

KANDA PİŞEN PARK BAZLAMASI


13.09.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

Bugün 13 Eylül; Sakarya Meydan Savaşı Zaferi’nin, 90’ıncı yıldönümü. Zaferi, gerisindeki kahramanlıkları, acısıyla tatlısıyla güzel şeyler yazmak vardı. Ancak bir haber ki topu üzerime doğrultmuşlar da güllesi kafama ateşlenmiş; kafamla beraber bütün değerlerim parçalanmış, yokolmuştu.



Şehitli baz haberi

Mamak-Şirintepe Mahallesi’ne, park yapılmış. Şehit Onbaşı Ali Kandemir ve Şehit Er Mustafa Akpolat’ın adını vermişler.  “Şehitler için dev bir anıt yapıyoruz” deyip, boş durmasın anıt, bir işe yarasın diye içine de baz istasyonu uygun görmüşler. Mahalleli konuya uyanınca tepki göstermiş, polislerle karşı karşıya kalmış.



Yapanların acelesi olsa gerek parkın adı, tabelaya şöyle yansımış; ‘Şehit Akpolatlı, Şehit Akdemir Parkı’. Doğrusu; birinin soyadı Akpolat diğerinin Kandemir. Şehitlerine, bu kadar duyarlı bir park yapılan!



Düşündürücü duyarsızlık

Duyarsız genişliğimiz, buralara kadar genleşmiş; bilmiyordum. Her milletin, kendince kutsal değerleri vardır; oraya dokununca dünyayı ayağa kaldırırlar. Biz, yeterince genişlediğimiz için sadece yerel gazetelerde yer aldı haber. O da ‘yine bir baz istasyonu vakası’ tadındaydı. İstisna meslektaşlarımı, bir yana koyuyorum. Haberin kendisi de gazetelerde yer alışı da ibretlikti. Kanda bazlama pişiyor, birkaç kasaba kurnazının, yaptığı yanına bırakılıyordu.



Şehitlik ve ticaret ahlakı

Memleket savunması adına kaybettiğimiz bütün gençler, bizim de çocuğumuz olur artık. Bizden büyüğü, ağabeyimiz, ablamız olur. Bu uğurda kaybettiğimiz bütün dedeler, nineler, hepimizin dedesi, ninesidir. Hayır duası okumak için kendi çocuğumuz, kendi büyüğümüz olmasına bakmayız. Şehitler, hepimizin duasını bekler. Karşılıksız verdiği can için, bu kadarcıktır beklentisi.



Affedersiniz ama bu haberde geçen tavır, tam bir ‘yozlaşma’ göstergesiydi. Yerel basının ötesine taşması gereken bir haberdi. Ticaret ahlakının vardığı bir seviye yoklamasıydı. Öğretmedilerse Ankara doğumlu Ahiliğin, ticaret ahlakına danışabilirler. O günlerin terbiyesini bekleyemeyiz ama pervasızlığa bir sınır koyma gereğinin, toplum sağlığı açısından yararı anlaşılabilir belki. Daha ağır şeyler söylemek geçiyor içimden ama bir kelebek engelliyor.



Kelebek etkisi

Gece yazıyorum yazılarımı. Işığı gören kelebekler, balkona doluşuyor. Bazen 20 taneden 40 kanat, “pıt pıt” çarpıyor pencereme. Bütün “pıt”larını duyuyorum. Kapıyı aralık bıraktığımda birkaçı içeri kaçıyor. Şu an bir tanesi, bileğimin üstünde. Uydurmuyorum, şu an bileğimde. Yazarken de ısrarla duruyor, kaçmıyor. Elimi, kolumu tutuyor, sanki “Öyle yazma” diyor. Elimin ağırlığına, kendi hafifliğiyle denge olmak istiyor. Ne diyelim o zaman kelebek, söyle?



Polatlı’da, Sakarya Meydan Savaşı’nda, tarihin yönünü değiştiren şehitlerimizi, gazilerimizi rahmet ve minnetle anıyoruz. Kaderin değiştiği Duatepe’den, teselli edecek dualarımızı, rahat uyumaları için hepsine okuyoruz; “Merak etmeyin, bilmeyen pervasızlardan çok pervalılar, hala kıymetinizi ziyadesiyle bilmeye devam ediyor”.


O baz istasyonu kurulmuş, biliyor musun kelebek? Haklısın; fersah fersah zararlı bir anlayış, baz istasyonundan tehlikeli olamaz. Aman canım, kabahat sahibinden daha kaygılı olacak halimiz yok ya!

10 Eylül 2011 Cumartesi

BİR ÇILGINLIK TA TARIMDA YAPSAK?


09.09.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

10 tonun üzerinde satış bekliyordu Akkuzulular. Çubuk’un mahallesi Akkuzulu. Organik sebzecilikte iddialılar. Akkuzulu Kalkındırma, Yaşatma, Dayanışma ve Kültür Derneği’nin öncülüğünde bu yıl, 2’inci Geleneksel Domates Şenliği’ni düzenlediler. 10 ton beklerken 40 tona yakın sebze satıldı bir günde. Ankara havaları eşliğinde şenlik meydanını, Akkuzulular şenlendirmesin de kim şenlendirsin!

Kent ve Tarım Projesi
Çankaya Belediyesi’nin, ‘Kent ve Tarım Projesi’ hazırlığı var. Göç dolayısıyla üretemez hale gelen 7 köyümüze, ekonomik etkinliğini yeniden kazandırmayı planlıyorlar. Ankara Üniversitesi’nin, Ziraat ve Veterinerlik Fakülteleri’yle beraber üretimden pazarlamaya, ağaçlandırmadan sosyal olanaklara kadar baştan aşağı tasarlanan bir proje. Atıl topraklarımız bel görecek, göç tersine dönecek. Akkuzulular gibi, o köy meydanlarında da Ankara havalarına el çırpacağız inşallah.

Eksiğimiz
Ankara için hepimizi heyecanlandıran ‘çılgın projeler’ açıklandı biliyorsunuz. Seçim rüzgarı dinip, ortalık sessizleşince  projeleri, yeniden değerlendirmeye zaman oldu. Çılgın ama betonla asfalt muhteviyatı ağır basan projelermiş. Eksik var. Tarıma ya da hayvancılığa ilişkin çılgınlığımız eksik. Bir gelişme göstergesi saydığımız beton ve asfalt tüketiminden daha önemli bir gelişmişlik göstergemizi gözardı ediyoruz. Karnımızı doyuracak, onu da sağlıklı besinlerle becerecek kudretimiz zayıflıyor.

Diğerlerinin neyi eksik?
Akkuzulu, domatesi, biberi, salatalığı ve taze fasulyesiyle organik tarımın zorluğuna katlanıyor ama verdiği güvenle sattığı ürünlerin keyfini, festivallerinde sürüyor. Ankara’nın, diğer ilçelerinin, beldelerinin, köylerinin neyi eksik? Niye özendirmiyor, yol göstermiyor, desteklemiyoruz? Niye göçtükleri kentte, niteliksiz işgücü olarak sürünmelerine göz yumuyoruz? Çiftçilik ve hayvancılık, az bir meslek midir, kentlere sürüp, erbabını telef ediyoruz?

Tohum ve aykırı üretim
Bir de tohum konusu var. Tarım organik bile olsa tohumun kaynağı önemli. Doğası bozulmuş ama verimi artırılmış tohumlar alıyoruz dışarıdan. Bir kez ekebiliyoruz bu tohumları. Ayarını yapmışlar, ertesi yıl verimi yüksek tohumları, kısır olduğu için ekemiyor, yine dışarıdan almak zorunda kalıyoruz. Yani Ankara’nın, kendine has üzümünü, armudunu, vişnesini, kayısısını, elmasını, domatesini, yuva kavununu, arpasını, buğdayını, Ankara’da yaşayıp, yiyemiyoruz. Ağız tadına düşkünlükten çok, doğaya aykırı üretim yozlaşmasına anlam veremiyoruz. Ankara’nın toprağı, kendisine uymayan bir şeyler üretiyor.

Güç doğayla barışmakta
Dünyanın çok bilmişlerinin ağzından düşmeyen iki laf: “Gıda fiyatları daha da artacak. Gıda, yeni savaşların nedeni olacak”. A be adam, madem açlara hayrı dokunmayacaktı, niye oynadın o zaman gıdanın doğasıyla? Doğanın şakası olur mu?

Demek ki önümüzdeki dünyada güç, halkını, sağlıklı ve ucuz besinlerle besleyebilen ülkelerin olacak. Toprağına aykırı şeyler üretmeyen ülkelerde. Grip gibi yaygınlaşmış kanser vakaları olmayan ülkelerde. Doğayla uyumu kavramış, toplumu sağlıklı ülkelerde.

Ah Akkuzulular, şenliğinizle aklımızdan neler geçirdiniz! Doğayla barışık tavrınızla ne güzel örnek oldunuz. Onu diyoruz ya efendim, eğer doğaya dönüş artık bir çılgınlıksa niye bir çılgınlık ta tarımda yapıp, sorun derinleşmeden özümüzle barışmıyoruz?

7 Eylül 2011 Çarşamba

12 METRE NE KADAR UZAK?


06.09.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

Hizmete 12 Metre Kala’ydı yazımızın başlığı. Büyükşehir Belediyesi’nin, 2 yıl önce bulunduğu suç duyurusu için müfettiş görevlendirilince 20 gün geçmeden metre hesabına geri döndük. Suç duyurusunun gerekçesi; ‘yetki alanını ihlal’. Yenimahalle Belediyesi, Çay Yolu Park Caddesi’nin kaldırımlarını yenileyerek yetki alanını ihlal etmişti. İhlal edilen yetki alanı, 12 metreyle ölçülüyor. 12’lik metre kullanılıyor yani! “12 metre” demekten alamıyorum kendimi, 12 metrelik bir yazı yazmak istiyorum!



Ölçün, 12 metre

12 metrenin kerametini, bir kez daha yineleyelim: Ankara’nın bir yolu, caddesi, eğer 12 metreyse ya da 12 metreden daha genişse bu yol, Büyükşehir Belediyesi’nin yetki alanına giriyor. Yani 12 metre ve 12 metreden geniş yolun çevresindeki her türlü hizmetin sorumlusu Büyükşehir Belediyesi. Yok eğer yol genişliği 12 metreden kısaysa o zaman da ilçe belediyesinin yetki alanına giriyor. Alın cetveli, ölçün yolunuzu. Unutmayın; 12 metre. Ölçtükten sonra benim gibi, 12 metre müptelası olacaksınız. Gidip, her gördüğünüz sokağın, caddenin genişliğini ölçeceksiniz. Kızılay’da, Batıkent’te, Çay Yolu’ndaki genişliği…



Mağdur kim?

Hizmete 12 Metre Kala’ yazımızda, bu 12 metre konusuna geliş nedenimiz yarım yamalak kalmış Batıkent kaldırımlarıydı. Kaldırımlardan başka eksikler de vardı ama yeni yapılmış fakat yarım kalan kaldırımların, yamalak kalış nedenini öğrenmiştik. Dikkatten kaçtıysa uyaralım istemiştik. Suç duyurusunu tespit için müfettiş teftişe çıkınca tartışma yeniden alevlendi. Bazı ilçe belediyeleri, aynı partiden olmadığı için kendi bölgelerindeki 12 metrelere hizmet verilmediğinden yakınıyor, Büyükşehir Belediyesi, ‘yetki alanı ihlali’ne taviz vermiyordu. Mağdur kim? Biz.



0-0

Çok sert, acımasız ve hızlı akan bir yaşam gündemimiz var. Kavga kaldırmıyor bünye, yaşamı kolaylaştıran yöneticilere meylimiz daha fazla. Biraz daha olgunlaştık, hizmet edenin hakkını daha çok veriyoruz artık oylarımızla. Temel hizmetler için bir ilçeyi hizaya getirip, onlara diz çöktüremezsiniz. Hizmetinizi ya yapar ya da yapmazsınız. Ölçü budur. Yapmadıkça tabelada sonuç değişmez: 0-0. Hizmette 0-0, futbol ligindeki gibi 1 puana denk gelmez; onca yıl yerinizde saymışsınız demektir.



Dilimsiz bütün Ankara

Kaldırım bahane. Bir dönüşüm sürecinin algılanamayışından sözediyoruz aslında. Yeni bir  dünyanın kuruluşu ve Türkiye’nin, bu dünyaya hazırlandığı günlerin başındayız. Kaldırımlar, sözü bile edilmeyecek ayrıntılar bu hengamede. Kalesini güçlendirenler hazır olacak yeni  dünyaya. Yapılmayan her şey Ankara’nın kaybıdır. Ömrü dolmuş bir siyasetin kuyusunda daha fazla oyalanmadan, topyekün toparlanma zamanı. Ankara’da kendi kalesini, ayırım yapmaksızın güçlendirmek zorunda. Gidişat böyle.


Epeydir “12 metre” demediğim için huzursuzum, müsaadenizle hemen bu arada dağlara, taşlara “12 metre” diye ünlemek istiyorum. Metrede 12 ama düşüncede ne kadar uzağa denk gelir bilemiyorum. Önümüzdeki dünya, bir yap-boz dilimi gibi bölünmüş değil, olmuşsa bütün bir Ankara’yı kabul edecek. Dilimsiz Ankara için, bir an önce toparlanmamızı diliyorum.

3 Eylül 2011 Cumartesi

BİZİM BAYRAMLARIN FARKI


02.09.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

Çifte bayram rehavetindeyiz. Ankara’nın, kireçlenmiş, kemikleşmiş sorunlarıyla bozmak gelmiyor içimden. En son 65 yıl önce, 1946’da denk gelmiş Zafer Bayramı ve Ramazan Bayramı aynı güne. Biraz daha sefasını süresi geliyor insanın. Tatlı rehavetin tadını çıkaracak  düşüncelere dalmak istiyor. Eski bayramları, yenileriyle kıyaslamadan sadece ‘bayram’a hakkını vermek istiyor. Niye veremiyoruz acaba?

Kelimelerde bayram
Kaşgarlı Mahmûd, ‘Dîvânü Lugati’t-Türk’ adıyla ilk büyük, ansiklopedik Türkçe sözlüğü yazmış kişidir. 11’inci yüzyılda, yani 10 yüzyıl önce yani bugünden bin yıl önce yazmıştır bu sözlüğü. Kitap, aynı zamanda, o günkü toplumsal tavrın da sözlüğü gibidir. Bu sözlüğün, bayramla ilgili kısmıyla ilgileneceğiz biz.

Bu sözlükte bayram, yardımlaşma, yarış ve sonunda eğlence demektir. Yardımlaşma ve yarışı içeren 191 kelime geçer sözlükte. Sadece yardımlaşma için 46, yarışma için 31 kelime geçer. Yardımlaşma ve yarışmayla ilgiliyse 114 kelime daha vardır. Bu nitelikte kelimeler, başka ülke sözlüklerinde seyrektir ama yardımlaşma ve yarışma geleneğinin terk edilmesiyle bizde çoğu ölmüş, gitmiştir. Hiçbiri, bugünkü Türkçe sözlüğümüzde yer almaz.

Türklerin sırrı
Ne anlam taşıyor olabilir bu kelimeler ve sayıları?” diyenlere: Yardımlaşma, toplumu daima birlik ve dayanışma içinde tutmak demekti. Bütün halk, ihtiyaç halinde, birbirine yardım eden bir aile gibiydi. Yarışma ise, toplumun ilerlemesi içindi. Her ikisi birleşince ortaya daima canlı, hareketli toplum çıkıyordu. İşte Türk toplumunun, tarihin her devrindeki etkinliğinin sırrı buydu. Eğlenceyse bayramların, az yer kaplayan kısmıydı.

Başka milletlerin bayramları da dayanışma, yarışma ve eğlenceyi amaçlar mutlaka ama bizim bayramlarımızın temel farkı, yardımlaşmadır bence. Her ne kadar sözlüklerdeki kelimeleri eksilmiş olsa da bir gelenek, derin bir sessizlikle annem ve babamdan bana ulaşabiliyor çünkü. Yardımları göze sokma modasının aksine derin geleneğimiz, bizi, bu çirkin modaya uymaktan alıkoyabiliyor hala. Maya var da çürütmeden devretmek marifet.

Ölmek istiyorum!
Bayramda, Darülaceze’den, huzurevlerinden yapılan haberleri, her zaman dikkatle izlerim. Memnun olanlar, şikayet edenler olur. Kimsesi kalmayanlar, şükreder genellikle. Asıl kimsesi olup ta oralara mahkum kalanlar yakar içinizi. “4 yıldır gelmediler yavrum” dedi bir teyzemiz. Yuh olsun, yuhlar olsun o evlada! Anasına, babasına sahip çıkmayan evlattan kime hayır gelir? Başka bir teyzemiz, ciğerimi ve kalbimi söktü, attı adeta: Önce huzurevinden ve çalışanlarından memnuniyetini anlata anlata bitiremedi. Gülüyor, gülümsüyor, şendi huzurevini anlatırken. Sonunda “En çok ölmek istiyorum yavrum, ölmek ve artık kurtulmak istiyorum” diye gözyaşlarına boğuldu. Yaşına göre dinç, sağlıklı ama çok ölmek istiyordu!

Bizim değil böyle bayram
Yaşını hesap edip, geriye döndüm. Onun terbiyesinde olmayan, onur kırıcı şeyler yaşıyordu. İnsan ölmek ister mi? Hele bayram gibi yaşam sevincini arttıran günlerde? Çok istiyordu. Şen görüntüsü yalandı. Kaşgarlı Mahmûd’un sözlüğündeki ‘yardımlaşma’ kelimelerini tüketmiş, şimdi kendi insanlarımızı tüketiyorduk. Bunlar, bizim bayramlarımız değildi. Bizimki  dayanışma ve gelişme üzerineydi. Ne kopardı bizi kökümüzden?

Bayram içinde ağır kaçtı, biliyorum. Kaçsın. Bu bayram ağır kaçar ama bir sonrakilere hafifletiriz belki vicdan yükümüzü. Döneriz belki kendimize has bayramın doğrusuna.

Not: Prof. Dr. Salim Koca hocamızın, sade ve öz ‘Eski Türkler’de Bayram ve Festivaller’ makalesi, ilgisi olanı yeterince bilgilendirecektir.