29 Nisan 2017 Cumartesi

ANKARA’DA 10 PARMAĞINDA 10 MARİFET BİR TİYATROCU



29.04.2017 Milliyet - Ankara Gazetesi

Tornacı, kendi fotoğraf makinesini yapmış fotoğrafçı, ressam, gazete ve dergilerin ilk yerli klişelerini yapan klişeci, besteci, güfteci, senaryo yazarı, yönetmen ama en çok tiyatrocu, çok kabiliyetli ilk Müslüman Türk oyuncu. Maceradan kaçmıyor. Hayatı, birbirinden maceralı turneler ile varlıkla yokluk arasında savrulan kabarık dalgalı bir deniz. 1856 doğumlu Ahmet Fehim Efendi ya da Ahmet Fehim Bey, 73 yıllık yaşamının 53 yılını tiyatroya adamış, bunun 2 buçuk yılını da Ankara’da geçirmişti.

“Abidin Paşa teşrif etti”
Ankara’ya tren gelmemiş henüz, 1890 ya da ’91 olmalı. İstanbul’da işsiz güçsüz kalmışken Ankara Kocamanoğlu Tiyatrosu’nun kiracısı Kolacı Agop buluyor kendisini. Pazarlık derken ayda 150 altına anlaşıyorlar, Külhanyan, İtalyan Reçina, Agavni Keseciyan, Madam Külhanyan'dan oluşan kumpanya ile 7 kişilik ince saz takımı Ankara’ya varıyor.

Hafi Kadri Alpman’ın 1926’da Vakit Gazetesi’nde ‘Sahnede Elli Sene’ anılarını sadeleştirip, yeniden hazırladığı ‘Ahmet Fehim Bey’in Hatıraları’ndan:
Ahmet Fehim Bey
“Kocamanoğlu Tiyatrosu, Balık Pazarı’nın sağ alt başında, dükkan ve gazinolar üzerine kurulmuş, yeni ve mükemmel bir bina idi. Lakin dekorları yoktu. Gene hemen kolları sıvadım. Altmış altın lira karşılığında ve san’atkar arkadaşlarımın yardımı ile bir hafta içinde bitirdim.
Temsillere başladık, ilk temsil gecesi Vali Abidin Paşa da teşrif ederek, bu suretle şehirde bize bir önem ve lazım olan saygıyı sağlamıştı.

Kolacı Agop ‘fazla açıkgözlük’ yapıp, Külhanyan isyan çıkarınca kumpanya dağılıyor. Bu sırada çarşı içinde Ahmet Fehim’in “Garip ve sırf Anadolu’ya mahsus, bir sürü oyun
ve kantolarla şehirden şehire dolaşıyorlardı” dediği, bir salaşta oynayan tuluat kumpanyası var şehirde. İleri bir zekaya sahip, kafasında binden fazla manzum parça tutabilen, izleyiciyi kendiden geçiren zenne ‘Mehmet Cemil’e, hayran oluyor Ahmet Fehim.

‘Can meclisi’
Kumpanya dağılınca işsiz güçsüz, yapayalnız kalıyor. Oturduğu Katolik fes kalıpçınsın evini atölyeye çeviriyor, dükkanlara tabela, resim çizmeye, insanların portrelerini yapmaya başlıyor. Okullar tatil olunca evin içi, yanına sanat öğrensin diye verilen irili ufaklı bir sürü yumurcakla mahalle mektebine dönüyor.

Ev sahibiyle papaz olup Katırcıoğlu’nun güzel evine taşınıyor, ‘dört tuhaflar’ dediği tuluat kumpanyasından kalma Jan ile karısı, klarnetçi Serkis ve Nakkaş Yanko’yla bu gurbet köşeciğinde bir ‘can meclisi’ kuruyor. Bir ara Hıristiyan simgeleri, resimleri yapar, Yanko Rum köylerine satar, akşama parasını getirir. Bu arada şimendifer yolu yapımı yüzünden birikmiş, ecnebi amele ve mühendisler için küçük küçük kafeşantanlar (içkili, çalgılı kahvehane), barımsı yerler açılıyor.

“Bu sefer de mimar bellediler”
‘Can meclisi’ dağılmış, akşamları Kestanyan’ın eczanesine devama başlamıştı. Komşu, cimri bakkal Viçen. Tophane tornacısı Ahmet Fehim, aldığı gazoz makinesi bozuk çıkan Viçen’in makinesini onarmış, parasını almıştı. Bunu duyan gazozcu Kirkor hem kendi makinesinin tamirine çağırmış hem de tiyatro işi yapmayı teklif etmişti. Gerçek bir tiyatroya benzettiği Kocamanoğlu Tiyatrosu çok para istedi, kiralayamadılar.

Bir gün Cenderecioğlu çağırdı, bir küçük kapı açarak, “Burası tiyatro olur mu?” diye sordu. Mükemmel!”di. “Balıkpazarı’nın son alt başında, güvercinler gibi bembeyaz, minimini, tiyatrocu kafası ile yapılmış ‘Cenderecioğlu Tiyatrosu’ meydana çıkmış, fakat bu sefer de herkes beni mimar diye tanımaya başlamıştı!

İstanbul’a gitti, yine maceralar içinde, Macar ‘Broğman Orkestrası’nı getirdi. Konserlerini muhteşem ve sırmalı esvaplarla verirlerdi, tiyatro için biçilmiş kaftandılar. Bu arada ortağı Kirkor Kocamanoğlu Tiyatrosu’nu da ayarlamış, iki tiyatro sahibi olmuşlardı. Cenderecioğlu Tiyatrosu’nda pandomim kumpanyası, Kocamanoğlu’na Broğmanlar çıkıyordu.
Kale surlarında Osmanlı Arması seçiliyor
Kale’nin Osmanlı arması, ilk treni karşılama
Tren yolu yaklaşmıştı. Vali Abidin Paşa, Ankara Kalesi’nin badanalanmasını emretti:
Beni çağırdı. Zaten aram çok iyiydi. Tren yolundan görünen kale duvarlarına büyük bir arma yapmamı söyledi. Yanıma Yankoyu aldım. Aşağı yukarı, kırk metre kare üzerinde, büyük bir Osmanlı Devleti arması yaptım... Renkler çok kuvvetli idi. Uzaktan hemen göze çarpıyordu.
Kale'de armadan kalan silik silüet
Vali, ilk gelecek katarı karşılamak için şehirde yapılacak süsleme ve takların uygun yerlere konulmasına da Milli Eğitim Müdürü ile Ahmet Fehim’i görevlendirdi. “Şehri, bilhassa istasyonu, gece gündüz çalışarak cennete çevirmiştim. Trenin geldiği gün de Broğman Orkestrası’nı getirmiş, çaldırmıştım.” 31 Aralık 1892’de geldi tren.
İlk trenin gelişi için Ahmet Fehim'in hazırladığı tak
Sonun başlangıcı büyük kavga
Bir süre işler çok iyi gitti. Polis Teşkilatı kuruluyordu, tiyatroda loca ayırdı polislere. Bir gece polisin laf geçiremediği Yağcının Ahmed ilk kez geldi tiyatroya. Kafası güzeldi, saydı, sövdü. Hesap ödemeyi sevmeyen Kodobaş, Kasap Şerif ve Kasap İbrahim dadandı sonrasında. Bir gece “Burası saka çeşmesi değil. On beş lira borcunuz var. Daha da utanmadan getir diyorsun be!” diye çıkışınca Ahmet Fehim, Kodobaş masayı devirdi, rahatsız olan subayların da katıldığı, filmlerdeki kavgalardan aşağı kalmayan bir çıngar koptu.

Aslında o gece işi de bitmişti. Yaz başında oyuncularını topladı, Çankırı’ya göçtü kumpanya. Ankara’nın salaş, derme çatma salonlarını ilk düzenli tiyatroya çeviren, sosyal yaşamı hareketlendiren Ahmet Fehim Efendi, dönmemek üzere ayrıldı.

Ve durulur dalgalı deniz..
Ankara, çöl ortasında kalmış bir şehir, Katolik Ermenileri’nin toplandığı bir belde idi. Müslümanlar azdı. Kuytu, izbe gibi yerlerde, kümes misali evlerde adeta tünemişlerdi. Zaten memleketin efendisi olan bizler, daima yavuz hırsız hışmına uğramış ev sahiplerine döneriz...” demişti geldiğinde.

Hepsi ayrı macera başka turneler de yaptı sonra. 1930 2 Ağustosu’nun öğlen 3 buçuğunda, İstanbul’da duruldu dalgalı deniz. Birçok yer gibi Ankara’ya da yeni perdeler açan önder sanatçı, Büyükada’da defnedildi.

Not: Ahmet Fehim Beyin Hatıraları, 1977 yılında Tercüman Gazetesi’nin kültür hizmeti olarak hazırladığı 1001 Temel Eser dizisinin 100. Kitabı olarak yayınlanmıştı.

26 Nisan 2017 Çarşamba

ŞEHRİNİ YÖNETEMEYEN ŞEHİRLİLER



25.04.2017 Milliyet - Ankara Gazetesi


Eskiden 300’müş, bugünkü ölçeklere göre 300 bini aşmaması gerekir deniyor şehirlinin kendi şehri üzerinde söz sahibi olabilmesi için. Şehrin yönetimine katılması, yönetimi denetlemesi için gereken en fazla nüfus oranı buymuş. Bu ölçü aşılınca demokrasi bitiyormuş.

Artık bir yönetici seçiyorsunuz ki büyük ihtimal kendisini yakinen hiç tanımıyorsunuz, yine onun tanımadığınız profesyonel yöneticileriyle sizi ilgilendiren birçok karardan haberiniz bile olmadan yönetiliyorsunuz. Diyelim 100 bin kişilik bir şehirde bile belediye başkanı pek çok kişiyle tanışıp selamlaşırken nüfus 300 bini geçince selamlaşmak bir yana hemşehrilik bağları kopmaya başlıyor.

Tüketici demokrasisi
Hemşehrilik bağları kopanın yurttaşlık bilinci zayıflıyor, yönetimini yönlendiremediğiniz şehirde, şehre de yönetimine de demokrasiye de yabancılaşıyoruz. Şehir idaresinin müşterisi oluyor, çalışan, tüketen, vergisini veren birer tüketiciye dönüşüyoruz. Hizmet vermekle yükümlü bir kamu kurumu olan belediye hizmeti satıyor, biz de vergimizin karşılığı olması gereken hizmeti alıyoruz ürün gibi. ‘Tüketici demokrasisi’ oluşuyor.
İşi şehirlinin yaşamını kolaylaştırmak olan kurum ya da kurumlarla şehirlinin bağı, yol-su-elektrik-ulaşım gibi temel ihtiyaçlarının karşılanmasında dahi müşteri-şirket ilişkisine indirgeniyor. Üstüne toplumsal ihtiyaç ve taleplerle örtüşmeyen bir şehirleşme ile biçimleniyorsa şehir, yurttaşlık, hemşehrilik kavramlarıyla beraber şehre olan aidiyet bağı da zayıflıyor.

Devletin geleceğiyle de ilgili
Yöneticinin kişiliğine, ekibinin duyarlılığına terk ediliyor şehirlinin kaderi. Güzel şehirler oluşturabilen yöneticiler olsa da ülkede, ülke çapında istisna kalmaktan kurtulamıyorlar, insan doğasına aykırı vahşi şehirleşmenin kollarına terk ediliyoruz günden güne. Rant ve yanlış kentsel dönüşüm makasına alınan şehirli, şehrinde şehrine yabancılaşıyor. Oysa görülüyor ki yurttaşlık bağlarıyla değerlendirilince şehirleşme, devletin geleceğiyle de ne kadar yakın ilişkiliymiş.

Kargaşa içindeki bir şehri yönetmek, düzenli bir şehri yönetmekten her zaman daha kolaydır” der işi bilen şehir yöneticileri. 1939’da sonlandırılan Hermann Jansen’in Ankara Şehir Planı’ndan sonra dikiş tutmuyor başkent. Aksine şehirciliğin temel kuralları bir bir çiğnenerek kirli bir yağ lekesi gibi yayılıyor ülkenin başşehri olduğu halde.

Bu yüzden mi sahipsiz?
Bu yüzden midir acaba Ankara’nın sahipsizliği? Kentiyle yurttaşlık, hemşehrilik bağları koparıldığı, sakinlerinin yönetiminde sözü geçmediği, demokrasisi olmadığı için mi yalnız ve çaresiz bir şehirdir vahşi müdahaleler, dönüşümlere karşı?

Nüfusu 9 milyondan başlayan şehirlere ‘megakent’ deniyor. Daha 5 buçuk milyonu bulmamışken insan doğasına aykırı böyle hoyratça hırpalanan bir şehir, Japonya’nın başkenti 35 milyonluk Tokyo’nun nüfusuna yaklaştığında neye benzeyecek? Cehenneme mi?

Dünyanın her modası doğru diye bir şey yok, iyilerini, doğrularını alırsınız. Her ülke kendi geleceğinden, çocuklarından sorumlu. İyi şehirler bırakmazsanız çocuklarınıza, sağlam bir millet ve devlet de bırakamıyormuşsunuz geleceğe demek. Şehirlinin şehirde söz sahibi olması, hiç de öyle romantik bir kavram değilmiş ya meğer!

22 Nisan 2017 Cumartesi

ANKARA’NIN GÜCÜ GELİYOR



22.04.2017 Milliyet - Ankara Gazetesi

Başkentin takımını başkente benzettiler, kişiler idarenin önüne geçti. Ağaç kurdu gibi 3-4 yılda çürüttü, yıktılar asırlık çınarı. Taraftarlarını bile böldüler. 31 yıl en üst ligde istikrarını koruyan takım, İkinci Lig’e kadar düştü. Çürüdüğünde 102 yaşındaydı, bugün 107 yaşında. 107’nci yaşında bir avuç yönetici ve taraftarın taşıma suyuna borçluyuz; yeniden filiz verdi Ankaragücü çınarı.

Bunları da yaşadılar
5 yıl önce o bir avuç taraftarın aralarında topladığı yardımlardan pirinç torbaları, patates çuvalları, portakal sandıkları, su kolileri, soğanına kadar iki kamyon erzak yığılmıştı kulübün kapısına. Antrenmandan sonrasına da baklava getirmişlerdi. O zaman fark etmiştik durumun vehametini. Haddimiz olmayarak yazmak zorunda kalmıştık.

Çok vahimdi durum. Hatırlarken bile içimiz üşüyor hala; takımın, Sivas’ın sıfırın altında 8 derece ayazına ikinci yarı ıslak formayla çıkışı unutulacak gibi değildi. Ocak soğuğundaki Gençlerbirliği maçında o taraftar, ikinci yarı üzerini çıkarmıştı her şeyin parayla olmadığını göstermek için.

Masa, sandalyelerin haczedilmesine vardı iş. 25 bin liraymış borç. Oynayacak profesyonel futbolcu kalmadı, acemi gençlerin sırtına yüklendi ağır sorumluluk ile bitmeyen çile. Menemen yiyerek taşımaya çalıştılar yükü.

İş başa düştü
Bu sırada Ankara’nın ileri gelenleri, yöneticileri, devleti, seyrediyordu bir yandan da bir sürü karşılığı olmayan işlere saçılırken paralar. Bir zamanlar güreş, atletizm, boks gibi alanlarda da çok etkili sporcular yetiştiren kulüp futbola indirgenmiş, onu bile beceremez acizliğe düşürülmüştü kişilerin didişmesine kurban olurken. Oysa Ankaragücü, birçok spor dalında yetiştirdiği gençleriyle serpilmiş bir çınardı. Başkentin idare biçimi, sahipsizliği, en köklü spor kulübünden yansıyordu şimdi de.

İş başa düştü, desteğini hiç çekmeyen taraftarıyla takıma gönül veren bir avuç yönetici el attı bu anlamsız başıboşluğa. Maddi manevi ellerinden geldiğiyle kendi yağlarında kavrulacaklardı, sabır ve azimden başka sırtlarını dayayacak bir makam yoktu.

Birinci adım olan İkinci Lig’den şampiyon olarak çıkma aşamasına geldiler. Son 4 haftada izleyici rekoru kırıldı, biletiyle 76 bin kişi izledi maçlarını. Stada giremese içeri duyurdu sesini taraftar. Baygın Ankara’nın baygın sporuna can geldi, şenlendi sokaklar. Bir şehirde sporun yaratması gereken oldu.

Erken kutlama değil
Erken oluyor ama sadece şampiyonluk açısından değil, birinci adımı geçerken yarattığı bu hava nedeniyle de kutlamalıyız Ankaragücü’nü. Kendisinin de camiasının da üzerinden ölü toprağını atıyor kulüp. Bu nedenle futboldan anlasak da anlamasak da karşı takım da olsak desteklemeli, şenliği yaymalıyız. Kale’den her zaman duyulmalı 19 Mayıs’ın gürültüsü.

Üst lige geçişini erken ilan edişimiz, şampiyonluktan önce gönlümüzde şampiyon oluşu nedeniyledir. Birinci Lig’den Süper Lig’e yürürken de o ruhunu, biz desteğimizi korumakla yükümlüyüz. Yıkılan çınar filiz verdi, coşkumuz, ümit oluşu nedeniyledir.