20 Eylül 2010 Pazartesi

KUYRUK MEVSİMİ BAŞLADI

18.09.2010 Milliyet-Ankara Eki

Geldi güz mevsimi, kuyruk zamanı. Mevsimine ve tatilin süresine göre uzayan, kısalan doğalgaz kuyrukları var Ankara’nın. Ramazan Bayram’ı öncesi, belirdi sustalı kuyruklar.

Geçen Kurban Bayramı’nda, bayramın ortasıydı, metroda, miting düzenleniyor zannetmiştim: Kızılay metrosunda, dört  bir yana uzayan dört kuyruk ki sefer düzenlemeden yarmak imkansız. Tek sıra değil, ikili üçlü bekleşiyorlardı. Sıkılmamak için dost, ahbap ta çağırılmış, doğalgaz kart dolum şubeleri, çetin bir kuşatmaya alınmıştı. Tek başıma bu savunmayı yararak Karanfil Sokak tarafına geçemeyeceğime kanaat getirip, gerisin geri metroya binerek Ankamall’a gitmiştim. Dışarıda yağmur atıyordu zaten!

Kuyruk Sporu
Şaşkınlığım, sonbahar, kış, ilkbahar derken yazla beraber geçti. Geçtiğimiz bayram öncesine kadar. O gün aklımdan geçenleri tekrar anımsadım; kuyrukta beklemek, cirit gibi milli sporumuz olarak tescil edilmeliydi!

1980 öncesi, yağ, şeker, tüpgaz, benzin, her şeyin kuyruğu vardı. Az beklemedik. Ciklet ve leblebi tozunda kuyruk olmuyordu. Bir günde raflar tekrar dolunca hemen atamadık üzerimizden. Hastane kuyruğu, emekli maaşı kuyruğu, kuyruksuz işlem yapmayan resmi dairelerimizle yavaş yavaş bırakmaya çalıştık bu alışkanlığımızı.

Alışmışız Bir Kere
Kuyruklarda, vatandaşlarımız telef olurken birden bilgisayar çağına geldik. Bankamatikler, numara basan otomatlar, telefonlu randevular derken milli sporumuz kaybolmaya başladı. Bir bankaya, hele hele bir resmi daireye gidip, hızlı işlem yaptırdığıma inanamaz oldum.
- Kuyruk yok galiba?
- Yok beyefendi, buyurun, alayım işleminizi.
- Olsa iyiydi ya…
- Alayım.
- Ani olunca hazırlıksız yakalandım, faturayı nereye koydum, bulmam lazım!

Yıllar sonra Ankara’ya gelip, unuttuğumuz bu ihtişamlı kuyrukları görünce gözlerim nemlendi. Milli kuyruk sporumuza sahip çıkanlar vardı!

Resmi kurumlarımızda, para almak ta vermek te tören gibiydi. Çeşitli aşamalardan geçen uzun bir sürece yayılırdı. Cebinizde nakit parayla aslanlar gibi girip, sanki inşaatında çalışmış gibi bitkin çıkardınız binadan. İnmedik, çıkmadık kat, uğramadık masa kalmazdı. Borcunu ödediği için cezalandırılan millet azdır. Son 10 yıldır, hızla aştığımızı düşünüyordum bu törensel eziyeti ama tam geçiş gerçekleşmemiş henüz. Ciğerimize sinmiş kuyruk sevgisi.

Peşin Kuyruklar
Bir arkadaşım anlattı: “Kartıma 300 liralık dolum yaptıracaktım. Sıra bana gelene kadar baktım, en yüksek dolduran 20 liralık doldurdu. Kışın ortasında, 5 lira, 10 liralık dolduruyorlardı. Utandım, 50 liralık doldurdum, çıktım sıradan” dedi. 50-100, değişik şubelerden tamamlamış 300 lirayı. 5-10 lira için kuyrukta bekleyenler çoğunluktaymış.

5-10 liralık dolum yapanların, doğalgazla ısınmaktan ümidi kestiği belli. Bazen zehir gibi soğuklarda, ahtapot kolları gibi yayılan kuyruklarda bekleyenleri gördüğüm olmuştu. Olmasa neyse ama olan bir şey için kuyruğa girmek zamanı geçmiş olmalıydı. Önlem olacak seçenekler varsa bile uzun kuyruklara etkisi olmuyor nedense.

Ankara’nın doğalgaz dolum kuyrukları, 1980 öncesine, çocukluğuma götürdü beni. Üstelik geçmiş borç için değil, peşin ödeme için dirilmişti kuyruklar. Nemlenen gözlerimi, dikkat çekmesin diye kırpıştırdım!

13 Eylül 2010 Pazartesi

ANKACAN ÇIKTI ORTAYA 2

11.09.2010 Milliyet-Ankara Eki

Yetkili önde, Ankacan arkada, en arkada ben, bindik otobüse. Doldukça doldu otobüs. Ailemle böyle yakınlaşmamıştım. Tanımadığım insanlarla samimiyetimi görse yüzüme bakmazlardı. Yetkili dayanamadı seslendi: “Şoför bey, doldu artık kardeşim, hareket etsenize!” Hemen aynaya döndüm. Şoför, aynadan sesin geldiği yere baktı, yanıt vermedi. Günde kaç kişiden duyuyordu bu sözleri. Bir de herkesin ne kadar uzun zamandır orada beklediğini biliyor, aslında iyilik yapıyordu. Ankacan’ın, sinsi sansar gülümsemesini gördüm. Ona uydum!

Kapı kapanınca tam konserve kutusuna tıkıştırılmış Gelibolu sardalyalarına döndük. Yetkili dışında kimsenin sesi çıkmıyordu. Ara ara sakince homurdanıyor ama kimseden karşılık alamıyordu. Sustu diğer durağa gelmeden. Ankacan, omzunun üzerinden bakış attı bana. Kafası tavana değecek gibiydi. “Anlaşılmıştır” demek için gözlerimi kısıp, hafifçe başımı büktüm.

Gittik gittik, kavga çıkmış bizi otobüsten atmışlar gibi üstümüz başımız dağınık, bir durakta indik. Kendimi dışarı attım ama merakım uyanık olmasa oracıkta ikisini bırakıp, Cinnah Caddesi’nden koşarak gazeteye kaçasım geldi. Merak, bilincimi açık tutuyordu. Basılmaktan, yetkilinin ayakkabı rengi değişmişti. Görenler, takım elbise giymiş meczup zanneder. Dikkat çekeceğimi fark edip, geride bir yere çekildim. Yine beklemeye başladık.

Bu kez 25 dakika sürdü beklememiz. Arada mesafe bırakarak 5-6 yolcu sonra bindim otobüse. Perişandık. Terleyecek sıvı kalmamıştı vücudumda. Yine Kızılay’a geldik ve indik otobüs görünümlü pide fırınından. İndiğimiz durakta yetkili, boş bakışlarla ufka bakınıyor, Ankacan, bir şeyler söylüyordu. Bu ilişkiye anlam veremiyor, kavrulmuş kafatasımla pes etmeye hazırlanıyordum. Sakarya Caddesi’ne doğru yürüdü ve bir pastaneye oturdular.

Yetkilinin beni görmeyeceği biçimde arkasına ama çok yakınlarına iliştim. Su, limonata ve çay söylediler. Papağan gibi aynısını tekrar ettim garsona. Ankacan, duymam için beklemişti ve sordu: “Nasıl?” Sessizce başını salladı yetkili. Şakülü kaymıştı adamın, dermansızdı. “Dediğim kadar var mıymış?” diye devam etti. Başını sallamaya devam etti yetkili. “Türkiye’nin başkentine yakışıyor mu bu? Dünyadaki gelişmeleri ilk duyan, ülkeyi idare eden adamların yaşadığı kente yakışıyor mu sizce?” Yetkili susuyor, dinliyordu. “Daha ulaşım sorununu çözememiş bir başkent, örnek kent olabilir mi? Böyle olması mı isteniyor yoksa?”

Çok okuduğu gibi, Ankara’ya hakim Ankacan. Yetkiliyle bir lokantada karşılaşmış, lavaboya kalktığında derdini anlatmış ve ikna etmiş. Ortada adam kaçırma falan yok, Amerikan filmi seyretmekten sulanmış beynimle senaryo yazıyormuşum. Lafları da kalıbı gibi oturaklı olan Ankacan’ın, ikna etmesine şaşırmadım. Yetkiliyi kucakta taşımasının nedenini, “Ağır adım yürüyünce, sana çok geç kalmayalım diye kucakladım adamı. Şaşırdı ama sonra ses etmedi” diye sırıtarak anlattı sonra. “İtiraz edilemeyesi bir kalıbın var” diyemedim!

Sorusuyla ben de öğrendim: “Yaşlı Kartı’yla otobüse binen yaşlıların, doktor ya da hastaneden, saat 11’den sonraya randevu almaya çalıştığından haberiniz var mıydı?” 60 yaş üstündekilere verilen Yaşlı Serbest Kartı, sabah 10 ile akşam 4 arasında geçerli de.

Ankacan, sordu, sustu da sustu yetkili.

7 Eylül 2010 Salı

ANKACAN ÇIKTI ORTAYA

04.09.2010 Milliyet-Ankara Eki

Telefon çaldı, açtım. “Yarım saate Güven Park’ın oradaki Oran, Ayrancı otobüs duraklarına gel” dedi tanıyacak gibi olduğum ses. “Kimsiniz?” derken telefon kapandı. Uzak değil, gazetedeydim; yürümeyle 10 dakika.

135 yılın en sıcakları dedikleri, 40 derece gösterip, 50 derece hissedilen sıcakların kavurduğu, güneşin hiç düşmeyecekmiş gibi tepeye çakıldığı bir öğle saati. Geleli 5 dakika olmamış, genleşmeye başlamıştım. Güven Park’tan sarkan ağaç gölgelerini kolluyordum. İlk gelen otobüsle boşalan gölgeye attım kendimi, beklemeye başladım.

Bir beş dakika daha geçmişti ki uzaktan, telefondaki sesin sahibi göründü: Sıhhiye’den  görülebilir kalıbıyla Ankacan’dı bu(*). Felaketten adam kurtarmış gibi, kucağında takım elbise, kravatlı biriyle geliyordu. Fesat ihtimaller boşaldı zihnimden; “Eylem zamanı” falan diyordu, adam mı kaçırmış bu yoksa? Eyvahlar olsun!.. Adam, pek kaçırılıyormuş gibi de değildi ya. Kucakta, bir kolunu Ankacan’ın ensesine doğru dolamış, etrafa bakına bakına geliyorlardı. İndirdi adamı yere, eli ayağı tutuyordu maaşallah. Göz ucuyla taradı, beni gördü, beklemeye başladılar. Garip durum, ne oluyordu?

Güneşin alnında bekliyor, arasıra bir şeyler konuşuyor, beklemeye devam ediyorlardı. Otobüse bakar gibi yaklaştım yanlarına. Takım elbiseli adam, söyleniyordu: “Niye binmedik deminki otobüse?” Söylenmekten çok bilimsel bir soru edası vardı tonlamasında. “Bekle bekle, acele etme” dedi aynı tonlamaya benzer soğuklukla Ankacan. Bekledik!

10 dakika sonra ceket çıktı, kravat gevşedi. Birer su aldılar büfeden. “Helal olsun, dayanıklı adammış” dedim. Bir tişört vardı üzerimde, batıyordu sıcaktan. Boynundan sarkıtılmış tezgahı, sadece Gaziosmanpaşa ile Oran durakları arasında gidip gelen bir seyyar satıcı vardır. Gözleri görmez. Onbeşinci dakikada, 2 paket kağıt mendil aldılar ondan. Ben, çoktan kaçmıştım gölgeye. Terlemiyor, Japon çizgi film karakteri gibi zonklayarak çağlıyorduk adeta. Uzaktan Ankacan’ın “bekle bekle”lerini görüyor, duyuyordum.

Yarım saat sonra ikisi de pancar turşusuna dönmüş, adama mendil yetişmiyor, Ankacan, Ankara taşından yapılmış iguana heykeli sanki, kıpırtısız duruyordu. Yanımdaki oğlan, narkozun etkisi geçmeden salınmış hasta gibi baygın bakıyor, 70 yaşlarında bir teyze, başörtüsü düştü düşecek geri kaymış kaldırımda oturuyor, cehennemde kimse simit yemek istemiyor, simitçi, üstüne düşmüş gibi tezgahına yaslanıyordu. Delireceğim, ne bekliyorduk?

45 dakika sürdü bu bekleyiş. 1 litre su içmiştim, hiç tuvalete gitme ihtiyacı duymuyordum. Birden uzaktan görünen otobüsle Ankacan hareketlendi, göz ucuyla bana baktı. Otobüse binecekler! 45 dakika sıcakta bekletip, otobüsle adam mı kaçırıyordu? Nasıl bir eylemdi bu?

Asayiş şubenin baskınına katılıyorcasına hışımla fırladım yerimden; durak kalabalıklaşmıştı, bizimkilerin hemen arkasında yer tutmalıydım. O hışımla “Durun Polisss!” diye ünlemekten zor aldım kendimi. Terbiyesizliğime homurdananları, duymazdan gelip, tam Ankacan’ın arkasına durdum. Kapı açıldı, herkes yavaş yavaş binerken Ankacan’ın kulağına fısıldadım: “Ne oluyor, kim bu?” O da hafif yana doğru fısıldadı: “Bir yetkili.” Merak, panik ve hışımdan zamansız ve anlamsız soruyu sordum: “Nereden buldun bunu?”

Nereden buldun yasası haftaya çalışır.

(*) Ankacanla tanışmamız: http://aliinandim.blogspot.com/2010/08/ankacan.html