30 Ekim 2010 Cumartesi

DÖKÜLEN SUYA ALDIRMAYAN ALEV

29.10.2010 Milliyet-Ankara Gazetesi

700 yaşındaki koca çınarı, böcekler basmıştı. İçin için kemirilmesi önemsenmedi. Böcekler, yiye bitire ağaç yüzeyinde görünür olduğundaysa ağaç, ağaç olmaktan çıkmıştı. İlaçlanacak hali bile kalmamıştı. Kalanın da kemirilmesi seyredildi. Delik deşik hasta bedeni, bir üflemeyle yıkıldı.

Yıkılmadan önce, değil 700, bin yılın tecrübesiyle son bir çaba gösterdi: Dibinden bir filiz sürdü. O filizi, köküyle beraber söküp, korumaya aldılar. Uzun ve eziyetli bir yolu dolandıktan sonra getirip, doğruluğu karşılıksız bırakmayan, yanlışa takılmasıyla meşhur çengeliyle Ankara’ya, Ankara’nın Çayı’nın yamacına diktiler.

Çorak bozkırda, bu filizin tutacağı ve büyüyeceğine, elleriyle oraya dikenlerden bile inanmayanlar vardı. Filiz tuttu, fidan oldu, büyüdü, serpildi alımlı bir ağaç oldu. Yine böceklerin iştahını kabartacak olgunluğuyla gözalmaya başladı.

İstanbul Hükümeti’nden ümitli İngiliz tarihçi Arnold Toynbee, 1922 sonunda, Ankara’yı uyarıyordu: “Ulusal bütünlük ve egemenlikle İstanbul arasında, bir seçim yapmak zorunda kalacaksınız” diyordu. Lozan Konferansı’nı kokladıktan sonra “1923’te yanar gördüğüm alev, yanmasının devamını sağlayacak yakıtı buldu mu?” diyen tereddütlü sorusunu soruyordu?

29 Ekim 1923’te, Cumhuriyet’in ilanıyla yutkundu. İkinci kez Ankara’yı ziyaret etti ve  bilgilerini güncelledi. “Bu alev yalnız yanmakta devam etmediği gibi, artık bunda sönme tehlikesi de kalmamıştır” diyerek yeni kanaatini açıkladı.

Bu kanaat, yalan yanlış haberlerin dünyaya yayılmasına engel olamadı. Yanlışlıklarla muhatap olmayan bakıcıları, ağacımızın büyümesiyle meşgul oldular. 700 yıllık çınarı deviren hastalığa, kimse tekrar yakalanmak istemiyordu.

Haşeratla mücadelenin önemi anlaşılınca, önlemler de ona göre alındı. Akıllara zarar bir hızla gelişti, büyüdü ağaç. Yerküre ormanındaki yerini, yeniden, çabucak aldı; Türkiye Cumhuriyeti oldu.

Ağaçları budamanın faydalarından biri de eğer görünmeyen, içeriden bir çürüme varsa onu, teşhis etmenizi sağlar. Çürüme olan bölgeyi, sağlıklı kısma kadar kesmeye devam eder, hastalığın tüm ağaca yayılmasını engellemiş olursunuz. Bizim ağacımız ve bakıcıları, böcekler ve hastalıklarla daha iyi mücadele etmeyi öğrendi. 700 yıllık çınarımızın yıkılışından azımsanmayacak dersler çıkardı.

Toynbee’nin, sözünü ettiği alevin nasıl beslediğini merak edenlere, ipucu verelim: Bir rüzgarda kırılacak kadar zayıf, orantısız büyümüş, böcekli, hastalıklı dallar, tespit ediliyor ve uygun yerinden budanıyor. Cumhuriyet alevi, sıskalaşmaya yüz tuttuğu zaman budanmış dallar, ateşe atılıyor, alev yeniden harlanıyor. Ağaçla baş edemeyip, ateşe suyla koşanlar, o yüzden bir türlü söndüremiyor. Bu alevin, yakıt sorunu yok!

“Herhangi bir başkentte değil, dünyanın en önemli başkentlerinden birinde yaşıyorsunuz” derken romantik olduğumu düşünüyor olabilirsiniz. Daha ileri gidiyor ve “Dünyanın en önemli devletlerinden birinin başkentinde yaşadığınızı anımsatmak istiyorum. Cumhuriyet’in başkenti Ankara, küçümseme hatasını asla affetmeyecek zekada bir başkenttir. 29 Ekim 1923, milletin ve Ankara’nın, daha  iyisine ikna olana kadar son mührüdür.

Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun!

26 Ekim 2010 Salı

ANKARA’YA ‘DUYARLILIK’ ZAMANI

26.10.2010 Milliyet-Ankara Gazetesi

Geç duymuştum ‘Ankara Duyarlılık Girişimi’ni. 4 Mart 2004 yılında yapılan, insanın ciğerine işleyen basın açıklamalarını, geç te olsa okumuştum. Özetle; “Hep beraber terk mi edelim Ankara’yı, yoksa ruhuna yakışır bir başkente dönüştürmek için çabalayalım mı?” deyip, önlemleri sıralıyorlardı. ATO, ANGİAD, ANKESOB, Gazeteciler Cemiyeti, ÇGD, Ankaralılar Vakfı, Vekam, Mülkiyeliler Birliği, AST gibi etkili 40 sivil toplum örgütünün imzalarıyla birlikte… O dönem İstanbul’daydım.

Geçtiğimiz haftalarda yapılan I.Ankara Turizm ve Tanıtma Konseyi Toplantısı’nın ardından, bu girişimi anımsadım yeniden. ‘Ankara Duyarlılık Girişimi’nin pek çok üyesi de bu toplantıya katılmıştı. Ancak 2004’teki duyurudan sonra, ne bu toplantıya kadar ne de sonrasında, girişimle ilgili bir duyuru, haber ya da etkinlikle ilgili bilgiye ulaşamadım. Belki de “Ankara’ya duyarlı olunacaksa biz, onu da oluruz, siz, işinize bakın” diye yüreklere su serpen birileri çıkmıştır, kim bilir? Sorunlar baki nitekim!

Geçici Bir Heves Miydi?
Öyle bir saman alevi gibi parlamış, geçici bir Ankaralı hevesi miydi acaba girişim? Tarihe bakarsanız 2001 Ekonomik Krizi’nin sonrasında, krizin, kentte daha iyi hissedilmeye başlandığı bir döneme denk geldiğini anlıyorsunuz. 2001 Krizi, ilk zamanlar, İstanbul kadar hissedilmemişti Ankara’da. Birikmiş sorunlar, genellikle böyle zamanlarda masaya yatırılır. O arada hava açarsa herkes bahçeye koşar, şen şakrak, güneşin keyfini çıkarır, bir sonraki bulutlar gelinceye kadar. Bulutlarla yağmurlar, karlar gelip, çatı akınca, çatlaklardan soğuk girince bıraktığınız yerde olduğunuz gerçeğiyle yeniden yüzleşirsiniz.

Bu ‘duyarlılığa’, o yüzden gereksinim olduğunu düşünüyorum. Geçici değil, devamlı olmalı. Altına atılan 40’a yakın imza ve gerekçeleri, önemli olduğu için olmalı. Ankara, öncelikle bu 40 imzayı ve çabalarını gösterip, el verecek yeni imzaların katılımını sağlayabilecektir. Yeter ki geçici heves olmasın.

Yeni Umut Vali
Israrımın bir nedeni de zamanlamayla ilgili: Ankara Valisi Alâaddin Yüksel’in göreve başlamasıyla dikkat çekici çalışmalar yapması ümidimizi canlandırdı. Ertelenen sorunların seslendirilmesine ön ayak oluyor. Ankara için ciddi işler yapmak isteyen biri izlenimi veriyor bize. Eh ‘Ankara Duyarlılık Girişimi’ gibi çabaları canlandırmak için, bundan ala zamanlama olur mu?

‘Ankara Duyarlılık Girişimi’ canlanmalı, kurumsallaşmalı ve katılan imza sayısını artırmalı.  Yeni bir ekonomik kriz kapıyı çalmadan, hava güneşliyken rehberlik etmeli, uygun yatırımların inatçı takipçisi olmalıdır.

Ankara’da sözü geçenler, doğru sözü ortaya koyacak, biz de destekleyeceğiz. Güneşte, bahçenin keyfini sürüp, sadece hava kapalıyken desteğimize başvurulursa kararsız kalmamıza kızmasınlar.

Karar Zamanı
Bir karar ve dönüm noktasında görüyorum Ankara’yı. Bayrağına göz dikenler var. Önümüzdeki 5 yılda atılacak adımlar, kentin başkentliliğini etkileyecektir. Dün başlamış olmalıydık. ‘Ankara Duyarlılık Girişimi’nin 2004’deki çıkışından bu yana 6 yıl geçmiş. Nedense gerisi getirilmemiş. ‘Ankara Duyarlılık Girişimi’ yapmayacaksa o göreve aday yeni oluşumları gözleyeceğiz o zaman. Yoksa cimcik cimcik koparılan parçalarıyla başkentin, kendini koruyamayacağı korkusunun ecele faydası olmayacak!

25 Ekim 2010 Pazartesi

ANKACAN EMLAKÇI

22.10.2010 Milliyet-Ankara Gazetesi

Malum telefon. Açtım. Artık sesini tanıyorum.
- Yarın öğlen, bir buçuk gibi, Anafartalar Caddesi, şu numarada bekliyorum. Bakalım yerimi kolay bulabilecek misin? dedi.
- Bugün de gelebilirim.
- Yok yok, yarın dediğim saatte…
Önüne geçilmez bir gitme isteği duydum ama anlaşıldığı üzere oyun, ertesi gün sahne alacaktı.

Ertesi gün, sabredemedim, az erken çıktım. Atatürk Heykeli’nden Ulus Çarşısı’na dalıp, Hal Sokak’tan Anafartalar Caddesi’ne yürüdüm. Caddeye çıktım, çok yürümeden “kesin burası” diyeceğim iki tabela gördüm: Binanın birinci katında, yol tabelası gibi ok biçiminde iki tabela. İki binanın ortasına denk getirilmiş; bir binaya bakanda kocaman bir ‘GÜZEL’ yazısı, diğer binaya bakanda kocaman ‘ÇİRKİN’ yazısı okunabiliyordu. Yakından bakınca seçilmeyen  kısımlarında şöyle yazıyordu: Hesaplı ve GÜZEL mi? Hem pahalı hem ÇİRKİN mi? Ancak dibine kadar gelmeden ‘GÜZEL’ ve ‘ÇİRKİN’ dışındakiler okunmuyordu. Ortada ‘Seçici Emlak’ yazıyordu.

Karşı kaldırıma geçtim. ‘GÜZEL’in gösterdiği bina, Cumhuriyet ve Başkent’in ilk modern apartmanlarından biriydi. Dikkatli bakmayınca gözünüzü çelmeyen sadeliğin alçakgönüllülüğüne ama dikkat ettikçe gözünüzü alamadığınız mimari detaylara gömülüyordunuz. “Ufff çok güzelmiş ya.. hiç dikkat etmemişim.. teras katının güzelliğine bak!”

Diğer bina, dört duvar ve pencereden ibaret, hiçbir özelliği olmayan, kişiliksiz bir yapıydı. Eski ve ‘GÜZEL’ binadan biraz yüksek, duvarına yaslanarak “Gideceksin buralardan!” dercesine kafa tutuyordu sanki.

Emlakçı, “ÇİRKİN” binadaydı. Çıktım, çaldım kapıyı. Tam isabet!.. Ankacan, açtı kapıyı. Gülerek “hoş geldin” etti beni. “Şeytanın aklına gelmez” dedim. “Sen de az şeytan değilsin, ikiletmeden buldun” dedi. Hemen çay söyledi. Hal hatır sormaya kalmadan kapı çaldı. Oturduğu yerden kapıyı açan bir düğmeye bastı bizimki. Son sıcaklar, bitmemişti henüz. Kısa kol gömlekli, kravatsız, kumaş pantolonlu, kısa sayılacak boylu ve alnı açık, gerine gerine, 3 çocuk babası görünümlü biri girdi içeri. “Selamünaleyküm komşu” diyerek yaklaştı. Aleykümselam ettik.
- Sahibiyle görüşecektim ama…
- Benim.
- Aşağıdaki marketin müdürüyüm ben. Bir mevzu vardı.
- Buyurun.
- Ya bizim patron görmüş şu sizin tabelaları. “Sanki ‘ÇİRKİN’ diye bizi işaret ediyorlar gibi oluyor, rica ediver kaldırsınlar şunları” dedi.
- Reklamımız onlar bizim.
- Ya ne olacak, başka birşey yazarsınız. Parası neyse verir, biz yaptırırız yeni reklamınızı.
- Olmaz.

Duraksadı müdür. Ankacan, masanın arkasında, iri kalıbıyla anaokulu sırasına oturmuş yetişkin görüntüsü veriyordu. Ağzı ve gözleriyle etkili konuşabilen biriydi.
- Komşu “olmaz” diye bir şey yok. Takıntılı bizim patron, kafayı takar, kaldırtır.
- Sıkıyorsa kaldırtsın.

Arabalarda, üçüncü vitesten birinci vitese atınca motor bağırır ya, içeri üçüncü vitesle giren müdür, birinci vitese öyle hızlı ve sessiz attı ki “bu motor, sadece insanoğlunda olabilir ” dedirtti içimden. “Siz de ekmeğiniz peşindesiniz tabii. Bu biçimde ileteyim ben o zaman” dedi ve izin isteyip, çıktı. “Ankacan da Ankara Canavarı’nın kısaltması” desem merdivenlerden aşağı vitesi boşa alıp, yuvarlanarak inebilirdi!

“Bekle” dedi Ankacan. Yarım saat sonra telefon çaldı. Patron arıyordu. Dinledi dinledi dinledi, “Marketin çirkin, Ulus’a yakışmıyor, boşa arama bir daha pişman ederim seni” deyip kapattı.

3 hafta sonra yine çağırdı beni. Marketin ön cephesi, Ankara taşıyla yeniden yapılmış, içeriye eski eşyalar serpiştirilmişti. ‘Güzel’, ‘Çirkin’ tabelaları inmişti. Sırıtarak “Yürü, burada olmaz, Kale’de içelim çayı” dedi, çıktık.

22 Ekim 2010 Cuma

DURAKLAMALI

19.10.2010 Milliyet-Ankara Gazetesi

Gazetelerimi alıyor, Batıkent Kardelen’de, sitemizin önündeki durağa geliyorum. Hava kapalı, yağdı yağacak. Şöyle başlıklara bakıyorum: “Ankara’nın köyleri, Cumhuriyet’in kurulduğu günden bu yana ilk defa sıcak asfaltla tanışacak” diyor. Onlarca yıl sonra!.. Seviniyorum. “Mobilyacılar esnafı için, Siteler’de, dev mi dev bir teşhir salonu” diyor. Siteler, tekrar canlanacak diye seviniyorum. Ayaş’a, Yeşil Yol önerisi, Sincan’dan, merkeze büyük bulvar projesi, dünyanın gurmeleri Ankara’da buluşmuş, Harley Devidson’cular gelmiş, Uluslararası Enerji Kongresi, Ankara’da toplanmaya hazırlanıyormuş… Ankara’ya, katkısı olacak her okuduğum, duyduğum şeye seviniyorum ben.

Yağmur, atıştırmaya başlıyor ancak şansıma, başlamasıyla köşeden otobüsün görünmesi bir oluyor. Gazetelerim, biraz ıslanıyor. Bindikten 15 saniye sonra, sileceklerle yarışan bir sağanak iniyor. Şansıma gülümsüyorum.

Gerilmiş Yay Gibi
I.Ankara Turizm ve Tanıtma Konseyi toplanıyor, her birine mührümü basacağım kararlar alıyor, seviniyorum. Bitmez tükenmez projeler okuyor, duyuyor, dinliyorum. “Ankara, ataletini atıyor, uyanıyor, gerilmiş bir yay gibi, birikmiş enerjisini artık hızla yönlendirme gereği duyuyor” diyor, seviniyorum.

Başkent, lider oluyormuş; otomotivde, ilk kez üretilen elektrikli araçları Ankara alacakmış. İlk adımda, 100 tane alınması karara bağlanmış. “Budur işte, Yeşil Ankara!..” diyorum. Otomobil galerileri, Gölbaşın’da, çok geniş bir alana taşınacakmış, “bir düzenleme var mutlaka, Ankara’ya hayırlı olsun” diyor, ilgili görüşleri bekliyorum. ‘Disneyland’ namlı dünya ünlüsü eğlencenin, eli kulağındaymış.

Projelerden proje hem de megasından megasını beğeniyorum. “Değil Türkiye’yi, fırsat verilse Dünya’yı idare edecek Ankara!” diye kıpır kıpır kıpırdanıyorum. Sayamadığımız, unuttuğumuz projeler, yazmakla sığmaz. Büyük düşünen Ankara’yla övünüyorum.

Islak Islak Anımsatıyorum
Metrodan, Kızılay Meydanı’na çıkıp, gazeteye gitmek için, Aşağı Ayrancı otobüs durağında, bekliyorum. Birkaç dakika içinde, Batıkent’te, saniyelerle kaçmayı başardığım sağanak yağmur, pis pis sırıtarak geliyor ve ooohhhhh tepemizden aşağı boşalıyor. Üç şemsiyeli dışında, cümleten, afiyetle ıslanıyoruz. Mega projeler için gözlerimde beliren yaşlar, yağmura karışıyor!

Olmayan otobüs duraklarıyla ilgili yazımın birini de 40 derecelik sıcaklarda yazmıştım(*). “O duraklara, çok ihtiyaç var” demek istemiştim ancak her mevsim bir ‘durak’ yazısı yazmayı planlamamıştım.

Mega projeleri olup, otobüs durağı olmayan Ankara’ya, bir kez daha anımsatıyorum: Sıcakta kavrularak ya da yağmurda, karda, sucuk gibi ıslanarak ‘mega projeler’ini ziyaret etmeyi düşünemiyorum!


(*) http://aliinandim.blogspot.com/2010/06/yer-yer-durakli-ankara_22.html

14 Ekim 2010 Perşembe

ÜLKESİNİN BAŞKENTİ

13.10.2010 Milliyet-Ankara Gazetesi

“Bir geminin topunun telaşına düşecek yerde hükümet merkezi olamaz” demiş Mustafa Kemal Atatürk. 1912-1913 yılları arasındaki Balkan Harbi sırasında İkdam Gazetesi yazarı Ahmet Ferit Bey, daha o yıllarda, “Millet ve memleketin selameti için başkentin, vatanın merkezine ve milletin kalbine kurulması gerekir” diye kehanette bulunmuş. Hatta İngiliz Avam Kamarası’nda, Başbakan bir soruyu şöyle yanıtlamış: “Haşmetli kral hazretlerinin zırhlılarının hedefi olabilecek bir hükümet görmek , Toros Dağları’nın öbür tarafına çekilmiş bir hükümet görmekten yeğdir”(*).

Ankara sokaklarında, Ankaralılar ya da herhangi bir vatandaş olarak dolaşıyorsak eğer, anımsamamız gereken şeyler var. Zorunuza gitmesin; Ankara’da doğmuş büyümüş, okumuş, üniversiteyi bitirip, Ulus’u, Kale’yi görmemiş çocuklar yetişiyor başkentte. 20 yıl önce de tanımıştım, 20 yıl sonra, bir ay önce, yenisiyle tanıştım. Kentinin ve devletinin yeniden doğduğu merkezi görmemiş hayırlı evlatlar!..

Sıkan Tartışma
Dünya’da, dönüp dönüp, başkentinin yeriyle, kudretiyle ilgili tartışma açan kaç millet vardır acaba? Teknolojinin, her alanda uçup, gittiği bir çağda, böyle anlamsız bir tartışma açan. Neredeyse evde, oturduğunuz yerden devlet, uzaktan kumandayla bir odadan savaşlar yönetebilecek gelişmelerin içinde yaşarken. Bize, rahat batıyor!

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, Ankara’nın başkent olması görüşülürken Celal Nuri Bey, “Bir hükümet, hususiyle vatanın asıl parçalarının en büyüğü, yüzde doksan beşi Anadolu’da olursa ve o hükümet İstanbul’da bulundukça Anadolu’yu, biraz güçlükle düşünür” demiş. Besim Atalay Bey, çok nazik bir noktaya dikkat çekmiş: “ Dikkat ediniz. Göreceksiniz ki yeryüzünde iki türlü payıtaht (başkent) var: Bir müstemleke (sömürge) payıtahtları, biri de ülkenin doğrudan doğruya hakim olduğu kıtanın, kendi ülkesinin payıtahtları. Müstemleke payıtahtları, çok kere ülkenin ucunda yapılır…”

Ankara’nın başkentliği tartışılırken İstanbul’dan lütuf buyuranlar da olmuş; “biraz olsun ama sonra iade edin haa başkenti” diye. Olur, derede başkası ıslansın, sefasını sen sür! Vatan Gazetesi’nden Ahmet Emin Bey, Tanin’den Hüseyin Cahit ve Tevhid-i Efkar’dan Ebuzziyazade, çocuk saflığıyla bu talepte bulunmuşlar. “Niye koruyamadın başkentini?” diyene ne yanıt vereceği aklına gelmemiş kimsenin. O ıslaklık, kan değil sanki!

Köksüz Ağaçlar
Türk tarihinin ilk cumhuriyeti, Ahiler tarafından 1344’de, Ankara’da kurulmuştur. Mustafa Kemal’e ilham vermiştir: “Ben Ankara’yı, coğrafya kitabından ziyade tarihten öğrendim. Tarih sayfalarının bana bir cumhuriyet merkezi olarak tanıttığı Ankara’ya ilk defa geldiğim o günde gördüm ki aradan geçen asırlara rağmen Ankara’da, hala o cumhuriyet kabiliyeti devam ediyor.”

87. yaşını kutlayan başkent, neredeyse bir yüzyıl daha eklemiştir bu kabiliyete. Kabiliyet varsa olur zaten. 22 yaşında, Ulus’u görmemiş bir nesille olmaz. Köksüz bir ağaç, havada durarak ne kadar yaşayabilirse tarihinden kopuk bir nesil de o kadar olur ancak. Çocuklarımızı, toprağına dokundurun.

Nice yüzyıllara Ankaram!

(*) Alıntılar, Güven Dinçer’in, ‘Ankara’nın Başkent Oluşunun Anlamı” başlıklı makalesinden.

13 Ekim 2010 Çarşamba

TARİHİ ÇIKINTILAR

11.10.2010 Milliyet-Ankara Gazetesi

Ilık bir akşamüzeri. Ani bastıran soğuklardan birkaç gün önce. En güzel akşam güneşini, yine sonbahara saklamış Ankara. Akköprü’den Kale’ye doğru bakıyorum. Alaca bir güvercin gibi berrak akşam güneşiyle yıkanıyor Kale. O güzelim ışığı, sadece kendisine çekiyor, çevresinden ayrılıp, gözlerinizi alıyor adeta. Uzun süre izledim akşam şenliğini. Çok huzur vericiydi.

Bir ara güneşin açısı mı denk geldi nedir, huzur kısa sürdü, manzara keyfi asabiyetle kursağıma dizildi. Nasıl bu kadar dikkatimden kaçmış olabilir, sinirimden hayret bile edemedim. Galiba Ankaralılar gibi kanıksama hastalığına tutuluyorum!

Tarihi Ankara Kalesi’nin burçlarında, sonbaharda yaprakları dökülmüş çalılar gibi sap sap çıkıntıların yükseldiğini fark ettim. Üstelik dedim ya “güneşin açısı denk geldi”, bırakın parlamayı, cayır cayır yanıyor soğuk metaller. Anten bunlar!!!

Metal Çalılık
Ankara’nın, kalan bir avuçluk tarihi eserinden, resimlere, fotoğraflara konu simge silüetinden, burcun en tepesinde dalgalanan bayrağımızı gölgeleyen metal bir çalılık yükseliyordu. “Aman tarihine sahip çıkalım, yokolmaya yüz tutmuş Kale ve çevresine gözümüz gibi bakalım, canlandırıp, ayaklandıralım” diye dertlenirken gözümden kaçana inanamadım. Ankara Kalesi’ni, antenli fotoğraflayıp, resimleyeceğiz bundan sonra. “En tarihi Ankara, burası” diyeceğimiz yeri. Sanırsınız ki bu teknolojinin mucidi Ankara ve simgesini de götürmüş, en muteber tepesinde sergiliyor.

Ankara’ya ilk kez gelen yabancı bir misafiri ağırladığımı hayal ediyorum. Turisti, ikna çabalarım geliyor gözümün önüne:

- Efendim, anten, Frigler zamanında icat edilmiş bir şeydir. İcat etmiş ancak zamansız ettikleri için buraya dikildiğiyle kalmış. Persler, Helenler, Galatlar, Romalılar, “bu kutsal bir şey galiba” diye Frigler’i taklit etmiş, birer tane de onlar dikmiş. Arkasından Bizans, Selçuklu, Osmanlı derken simgesi anten olan kentimiz, günümüze kadar gelmiştir. Ciddi bir şey konuşuyorum, ne gülüyorsunuz arkadaşım?
- ..!
- Asfaltla, çimento da öyledir mesela. Selçuklu geldiğinde,  bu sokaklar asfaltlıymış. Mescitlerin, hanların, hamamların, hanelerin duvarları kaymak gibiymiş. Çimentonun keşfiyle bütün eskiyi sıvamışlar. Biz, sıvanmış ve asfaltlı devraldık Ankara’yı. Şu kale duvarlarını da sıvadık mı, Potala Manastırı, gölgede kalacak, göreceksiniz. Düzen, tertip seviyoruz biz.
- ..!
- Böyle sansar gibi sırıtan adamı da hiç sevmem!

Çıkıntı Çıkıntıya Takılır
Daha iyi savunması olan söylesin; Ankara’nın, en tarihi yerine dikilen antenleri nasıl açıklayacağımızı. Ankara’ya, yeni simge aranıyordu, aramasınlar boşuna. Bazı konulardaki rahatlığımız, ürkütüyor insanı.

Ankara’nın simgesi Kale silüeti, metal çıkıntılarıyla yeni bir çehre kazanmıştır. ‘Tarihi Anten Tepesi’ deriz artık oraya. Bağrına saplanan süngülerle kan kaybetmeye devam eder Ankara.

Bir çıkıntılık varsa eğer, gördüğünüz gibi, bir başka çıkıntı da gelip, takılıveriyor işte böyle. Böyle çıkıntıya takılmamak mümkün değil. Hangi çıkıntı daha makbuldür, onu da size bırakıyoruz.

10 Ekim 2010 Pazar

MECZUBUN HAYALİ


08.10.2010 Milliyet-Ankara Gazetesi

 8 Ekim 2010'dan itibaren Milliyet Ankara Eki, günlük çıkmaya başladı. Ankara Gazetesi oldu. Daha sık yazmak zorundayız artık!

Ankara, tarihinin en büyük yangınlarından birini yaşar. Kasabanın dörtte üçü yanar, biri kalır. Onlarca yıl, yangının tarihi bile saptanamaz; öyle bir yanmak. 2 gün süren, açlık, susuzlukla beraber insanları, kışın başında, sokaklara terk eden bir felakettir. O sırada Ankara’da sürgünde olan Refik Halid Karay’ın, ‘Ankara’ adlı eseri sayesinde yangın gündemde kalır, çok sonra eksik tarih tamamlanır: Eylül 1916.

Milliyet Ankara Eki’nin, geçen haftaki manşeti 'Başkent Allah’a Emanet'ti. 5 milyonluk kentte, 174 itfaiyeci varmış. Kendini ateşe atabilecek itfaiyecimizse 100 kişi. Refik Halid’in eserini, tekrar okuma gereği duydum!

Yalnız 1916’da, çaresizlikten yangını seyreden tulumbacılar, askerler, işçiler, vatandaşlar ve yetkililerden başka birini daha anımsadım; kasabalıktan harabeliğe dönmüş Ankara’yı, ağır aksak yürüyen bir inşaatın taşlarına oturarak keyifle izleyen bir meczubu. “İster inanın, ister inanmayın” diye anlatmış Refik Halid.

“Şu Engürü’ye iyi bak” diyor meczup. Bakıyor ve “Engürü kalmış mı ki?” diye söyleniyor Refik Halid. “Göremezsin, benim karşımda kocaman bir şehir duruyor, kocaman, kocaman!” dedikten sonra kolunu uzatıp, Hisar’dan Çankaya’ya, ovaya ve Ziraat Mektebi’ne doğru fırdolayı bir halka çiziyor meczup: “İşte, evler evler evler…” Hayalinin coşkusu büyüdükçe büyürken “Saraylar, saraylar, saraylar…” diye devam ediyor. “Sinema perdesinde, sanki sokak sokak, balkon balkon binaları, müştemilatıyla birlikte görüyordu” diyor Karay.

Damsız, bacasız, yıkık kasabadan başka bir şey göremeyen Refik Halid, büyük ihtimalle coşkunun sonunu kestiremeyince koşar adım kirişi kırıyor, uzağa atıyor kendini. “Gökdelenler gökdelenler, kuleler kuleler” demişse de duyamamış telaştan!

Yıllar sonra 1938’de, sürgünden dönen Refik Halid, 1939’da yeni Ankara’yı hayranlıkla izlerken “Evler evler, saraylar saraylar!” diye keyifleniyor meczup gibi. Meczubun taşına oturup, ünlediği inşaat, Cumhuriyet’in ilk Meclis Binası oluyor sonra.

Günlük Oluyoruz
Bugünden itibaren Milliyet Ankara Eki, günlük bir ek oluyor. Ankara, bir günlük gazete daha kazanıyor. 1916’da, “Tulumbacı Taifesi Kifayetsiz Meblağ”da biçiminde bir gazete manşetine denk gelmediğimiz için, bugün, şanslı kabul ediyoruz kendimizi. Ankara’nın, derdini, sevincini seslendiren, geleceğine sahip çıkan yayınları artıyor. Meczubun gördüğü hayale bakın!

Ankara denen ‘çengel’, niyeti bozuk olana takılıp, muzaffer olmakla övüneni çoktan mağlup etmişliğe alışık bir kenttir. Olmuş, oturmuştur. Hakkını verene, verimli olur.

Ulaşım, kentin tarihsel dokusu, miraslar, sokak sokak aksaklıklar, yatırımlar, projeler, etkinlikler, çarpıklıklar, yokolanlar, yeniden doğanlar, iyiler, kötüler… Ankara’nın, her kent gibi öncelikler sıralaması var. Geleceği görecek kehanet yeteneğimiz olmasa da merak etmeyin, bu öncelikleri sıralayabilecek bir öngörümüz var.

Refik Halid’in meczubu kadar olmasa da görebildiğimiz güzel bir Ankara var. Meczup olup, çılgın hayaller kurası, bir de bunların gerçekleşmesini göresi geliyor insanın!

5 Ekim 2010 Salı

NASIL BİR GENÇLİK YETİŞTİRİYORUZ?

02.10.2010 Milliyet-Ankara Eki

Ankara’da, rahatsızlık verecek seviyede görmeye başladım. Ancak Ankara’ya has bir sorun değil, yayılıyor ülke çapında. Aileden başlayıp, okulda devam eden eğitimin bir parçasıydı eskiden. Şimdi, maalesef, büyüklerin teşvik edişini görüyorum bu saygısızlığı.

Metroda, otobüslerde ve minibüslerde, büyükleri ayakta durmak zorunda kalırken gözlerinin içine baka baka oturan genç bir neslin yetişmesine şahitlik ediyoruz. 60-70 yaşındaki büyüklerinin ayakta kalmasından rahatsızlık duymayan bir nesil. Çocuğunu yanına oturtup, büyüğünün ayakta kalmasına kayıtsız kalabilen anne-babalar türemiş. Kaba ve çirkin, duyulmayası ağız dalaşlarına şahit oldum. Ne gözlerime ne kulaklarıma inanabildim.

Ne zaman ve ne çabuk türedi bu nesil? Ne zaman ve nerede hata yaptık acaba?

Ben eğer görebildiysem bu neslin ailesi ve öğretmenleri de mutlaka görmüştür; büyüğe saygıyı. Evine misafir gelse evin genci kalkar büyüğüne yer verir. Metroda, otobüste ya da minibüsteki saygısızlığın ayrıcalığı nereden kaynaklanıyor, çözmemiz gerek. Özellikle bizim gibi köklü gelenekleri olan bir ülkede, toplumsal bozulmanın ciddi bir göstergesiyle karşı karşıya olduğumuzu anlamalıyız.

Yersiz Atiklik
Metroya biniyoruz; atik gençler, sıçrayıp, oturuveriyorlar. Anten gibi kulaklığı takıp, boşluğa bakarak ya müzik dinliyor ya da test çözüyorlar yol boyunca. Gören de sanır ki çocuk hayatının testini çözüyor, ineceği durakta kaderi belli olacak. Müzik dinlemeyip, test çözmeksizin, bizon gibi mat bakışlarla ayakta duran büyüklerinden rahatsız olmayan genişler de var. Otobüse binip, bırakın yer vermeyi, gözünüzün içine bakarak kikirdeşen, kendi görüntüsünden  haberi olmayan pırıl pırıl çocuklarımızla muhatap oluyorsunuz. Minibüste, taksi sanki, görmüyorlar bile.

Evimden başlayarak okulumda hocalarımın desteklediği, büyüklerimize saygılı olacağımız konulardan kaçamazdık. Nereye gitsek dikkat edeceğimiz konular belliydi. Kim ve neresi olursa olsun, uyarılacağımız konular ortaktı. Dolayısıyla bu uyarılara dikkat etmek, su içmek kadar doğal reflekslerimiz haline gelirdi.

Saksı mı düştü bu milletin başına; büyüklere saygıyı, çocuklarına öğretemeyecek hale geldi? Saygısızlığı, anne-babaların kanıksayacağı ve teşvik edeceği devrim ne zaman gerçekleşti? Çocuklarımızı, a, b, c, d, e olarak sunulan test seçeneklerine boğup, gerçek yaşamdan ne zaman kopardık? Bu seçenekleri doğru işaretleseler bile sokakta, hiçbir geçerliliği olmadığını anlatmayı niçin beceremedik?

Gencin Çirkin Resmi
60 yaşında birinin karşısında oturan bir genç, yanlış bir resim. Bu çirkinliğe dayanabiliyor musunuz? Ayakta, dinamik olması gereken gençliktir; ne yaptık ta oturttuk biz bunları? Yaşı itibariyle yorgun olan insanlardan daha yorgun bir gençliği, ne zaman ve niye yarattık? Ne bekliyoruz bu gençlikten de olursa saygısızlıklarını hoşgöreceğiz?

Olacağı şudur; büyüğüne saygısı olmayan, kendisine de saygı duyulmayan, özgüveni bu saygısızlık zinciri içinde anlam taşımayan bir gelecek. Mayası çürük; dem tutmaz, helva olmaz bu malzemeden.

Test seçeneklerini yanlış işaretlese de içimize sinen çocuklar, geleceğimizi belirleyecektir. O çocuklar, bir metro, otobüs ya da minibüs koltuğundan başka koltukları hak edecek, etmelidir!

1 Ekim 2010 Cuma

ANKARA’YA ŞEN HABERLER

25.09.2010 Milliyet-Ankara Eki

Ankara Valiliği, çok özlenen ve sonuçlarıyla heyecanımızı ateşleyen bir toplantı düzenledi; I. Ankara Turizm ve Tanıtma Konseyi Toplantısı. Raylı ulaşımdan hava ulaşımına, Kale’den Bağ Evleri’ne, kurumaya yüz tutan derelerden Gölbaşı’nın Sevgi Çiçeklerine, Atatürk Orman Çiftliği’nden kuş cennetlerine, keçisine, tavşanına, kedisine… Karavan turizminden doğa sporlarına, devasa kongre merkezlerinden fuar alanlarına, kaplıca tesislerinden ilçe yollarının bakımına kadar çok kapsamlı bir dizi düşünce üretildi bu toplantıda. Hepsi birbirinden güzel, isabetli düşünceler.

Ankara Valisi Alaaddin Yüksel ve İl Kültür ve Turizm Müdürü Doğan Acar, üniversite rektörleri, kamu kurum temsilcileri, Büyükşehir Belediye Başkanlığı yetkilileri, ATO, ASO, Borsa Başkanları, STK Başkanları ile turizm sektörünün temsilcileriyle bu büyük toplantıyı düzenledi. Olması gereken herkesle yani.

Coşkulu heyecanımı gizleyemiyorum çünkü ilk kez bu çapta bir işbirliğine tanıklık ediyorum Ankara’da. Belki de Türkiye’de ilk. Alınan kararların amaca ya da hedefe uygunluğunu görünce göz kapaklarının ağırlaştığı bir toplantı yapılmadığına emin oluyorum. Sürekli talep ettiğimiz ya da şikayet ettiğimiz başlıklar, ayıklanmış gibi kararlara yansımış. Ankara’nın hakkıdır, çok geç kalındı. Aklın yolu bir, hepimizin yolu açık olsun!

Alınan kararları, madde madde, ballandıra ballandıra 2 gazete sayfası yazabilirim. İtiraz edebileceğim tek bir karar bile yok. Her heyecanlanana 2 gazete sayfası verildiği de görülmüş şey değil!

Meraklısı kararları inceleyebilir ama ben kendimce ilk dört sıralaması yaptım:

1-Ulaşım
“Ankara’nın ulaşımı raylı sisteme dayandırılmalı ve ulaşım sorunu iki sene içerisinde çözümlenmeli” denmiş. Ankara, çok geniş bir alana yayılmış bir kent artık. Kenardaki semtleri, merkezle buluşturmak, merkezin ticari ve sosyal faaliyetlerine katmamız gerek. İlçeleri hedefleyen bir kolay ve ucuz ulaşım ağı da düşünülmelidir. Oradan diğer il ve ilçeleri cezbetmek mümkün olacaktır.

2-Kaleiçi-Eski Ankara
Kaleönü, Hamamönü ve Hacı Bayram bölgesinde yürütülen yeniden düzenleme ve canlandırma çalışmaları Kaleiçi’ne derhal sıçramalıdır. Birkaç konak, cami ve mescit dışında Kaleiçi’nin, turist çekecek özelliği kalmamıştır. Binalar hatta bazı mescitlerin, taş duvarları sıvanmış, arnavut kaldırımları, tepeleme asfalta boğulmuştur. Özgünlüğü kaybolmuş bir semte niye turist gelsin?
Eski Ankara, sahip çıkılması ve ayağa kaldırılması gereken önemli ikinci gündem olmalıdır. Yeni ve modern projelere doygun Ankara’nın, eskiyi elinden tutup, kaldırma, ayakta durana sahip çıkma zamanıdır.

3-Atatürk Orman Çiftliği
Çok incinmiş ve küskündür Çiftlik. Tiftik keçisi, tavşanı, kedisi, balı, 38 çeşit armudu, 10 çeşit üzümü, her biri 300 gram elması, ceviz gibi vişneleriye meşhur Ankara’nın, bowling salonu yapılacak son yeridir Çiftlik. Meşhurları bu Çiftlik’te yetiştirmek, ürünleriyle ticareti ve istihdamı canlandırmak kolay olduğu gibi borçtur aynı zamanda ‘sütannemiz’e.

4-Kongre ve Fuar Merkezleri
Kültürel altyapısı hazır, geç kalmış karardır. Etkin bir akademik yaşama sahip Ankara, devletin ve ülkenin merkezidir. Kanaatleri oluşturmak ve olgunlaştırmak için en uygun yerdir. İstanbul’un, düşünemeyecek kadar yoran hızına iyi bir seçenektir Ankara!

Bu toplantının kararları, aynı anda yürüyebileceği gibi sıraya da konabilir. Ben, kendi sıramı yaptım. Hepsi yararlı, keşke aynı anda uygulanabilseler. 10 yıl sonraki Ankara, tekrar ruhuna yakışır bir başkent olacaktır. Bu temeli atanlar, tarihe geçecektir. İş ki atılan temel, eski siyasilerin attığı sonra çürümeye terk ettiği temellere benzemesin.