11 Mayıs 2010 Salı

TABELAYA DİKKAT!

08.05.2010 Milliyet-Ankara Eki

Yabancı biri, kente girdiğinde, yol gösteren yön tabelalarıyla yolunu bulur. Büyük bir kentin sakinleri, başka semtlere bu tabelalar sayesinde ulaşır; yabancı olmak şart değil.


En az 20 ülkeyi görme fırsatım oldu –Kuzey, Güney Avrupa’da, Asya’da, Afrika’da Ortadoğu’da- tabelalarını kıyaslama alışkanlığı edindim:
Yol sormadan hedefe ne kadar yaklaşırsam bu yönüyle gelişmiş bir kent olarak sınıflandırmaya başladım gittiğim yeri. Böyle bir kentte, dillerini bilmeseniz bile, tuvalete kadar tabelalarla gidebilirsiniz.

Bizse bu konuda biraz rahatız. Tabelayla değil, sorarak yol bulma tekniği gelişmiştir bizde. Harita olsa bile ‘köşe adamları’na sormadan bir yere ulaşamazsınız. Sorduğunuzu bile tekrar tekrar sormanız gerekir. Geleneğimiz olmuştur. Sosyalleşmemizde önemli bir payı vardır:

-Kızılay’a nerden çıkabiliriz?
-Düz gidin, ikinci ışıklarda bir daha sorun. Memleket nere?
-Eskişehir…
-Hemşehriyiz, Trabzon’da doğdum ben ama Kütahya’da büyüdüm!

Diye diye, kenti tanımadan, birçok arkadaş edinmiş olursunuz Kızılay’a kadar. Tabela alışkanlığı edinemeyişimizin özünde bu güzel hasletimizin olması, ikilemde bırakır beni; “tabelalı mı daha iyi tabelasız mı?” diye. Rahatça söyleyebilirim; Türk milleti, dünyanın heryerinde, harita ve tabela kullanmadan yolunu bulabilir!

Bunu bilmeyen yabancılar, 100 metrelik yere, elde harita, 1 kilometrelik yay çizerek giderler. Sorup, arastadan girse 100 metre!.. Sınır kapılarımıza, “Sorunuz!” diye uyarıcı tabelalar koymalıyız en azından.

Ankara’daki tabelalarınsa merak uyandırıcı bir özelliği var. Çok küçük ve tam yol ayrımının dibinde olduğu için, her yaklaştığınız tabela heyecan uyandırıyor içinizde; “ne yazıyor acaba bu seferkinde?”diye. “Acaba bu sapak mı bizimki, kalbim küt küt atıyor!”

2 saniye içinde okuyup, çözüp, arkadan gelen araçları da tehlikeye atmadan yönlenmiş olmalısınız. Tabelanın özelliği o. Hangi şahin gözlü ilgili tarafından tasarlanmışsa!..

Bir keresinde Kızılay’dan Tunalı’daki randevuma gideyim derken Çankaya’ya, Atakule’ye çıkmıştım. Dönüşte tekrar Kızılay’a iniyorum derken Eskişehir yolunda buldum kendimi. “Olmaz olsun randevusu, eve varıp, arabadan kurtulayım” diye ter basmıştı her yanımı. Hatta uzun zaman aradan sonra Ankara’ya gelişimizde, kendi evimizin yolunu bulamamıştık. İstanbul yönünden gelirken gizli Batıkent tabelasını, geri dönmeye çalışırken sapaktan içeri girmeden seçilemeyen Sincan-Batıkent tabelasını atlamış, çizgi film karakterleri gibi arşınlamıştık bir aşağı bir yukarı!

Okuma yazmam olmasına karşın, üst üste çok tabela varsa bazen okumadan yöneliyorum bir yola. “Akay yokuşuna olsa olsa bu yön çıkar” diyorum. Okuma mesafesine geldiğinizde çok geç olabiliyor çünkü. “Okuyacağım” diye inat edip, tabelaların olduğu duvara toslamakla iştigal etmeyi mantıklı bulmuyorum.

O yüzden de araba kullanmıyorum artık Ankara’da; toplu taşıma araçları, zorda kalınca taksi kullanıyorum. Zeka oyununa dönmüş Ankara sokaklarında, zekamın seviyesini de belli etmiş oluyorum tabii!

Yol sorma hasletimizden niye yararlanmadığımı sormayın; onca tabela varken yediremiyor insan kendine:

-Oran’a gidecektik ama biz?
-Ooo geçmişsiniz, burası Ahlatlıbel!
-Ahlatı meşhur değil mi.. heh heh!
-Bak orada Ooo-rannn diye tabela var, oradan dönecektiniz.

Tabela olunca da böyle bir saf insan muamelesi görüyorsunuz. Arkanızdan, “Koca tabelayı da mı görmemiş dana gibi adamlar?” dendiğini sanıyorsunuz. Yolu bilirsen tabela kocaman görünüyor tabii ama değil! 13 yıl İstanbul’da yaşamadan önce 14 yıl yaşadığım Ankara’da, düzenli olarak kaybolmak, yabancı gibi dolaşmak içime dokunuyor. Sormak bir şey değil ama çevre yolunda ya da trafiğin kalabalık ve hızlı aktığı bir yerde kime soracaksınız; ağaçlara, çalılara mı?

Geldiğimden beri gazeteci arkadaşlarıma şikayet ediyorum yolları şaşırdığımı. Allahtan geçenlerde üçüyle beraber tecrübe ettik: İstanbul çevre yolundan gelip, Eryaman ve Sincan sapaklarını son anda görebildiğimiz için kaçırdık. Üstelik geceydi ve yazıların fosforu olmadığını da fark etmiş olduk. Ümitköy’de, mecburi çay, kahve molası verip, konuyu değerlendirdik. Orayı da atlasak Eskişehir’de, çiğbörek yiyor olabilirdik!

Bu tecrübe, tabelayla ilgili bir saplantım olmadığını, belli küçüklükteki şeyleri göremeyen herkes gibi normal bir insan olduğumu ispatlamış, içimdeki huzursuzluk son bulmuştu. Şimdi sesimi biraz yükseltebilirdim:

5 milyonluk koca bir şehir yapıp, tabelaları küçük ve soluk tutulmuş. Koca bir tasarruf amaçlanmış desem, pek değinmemeye çalıştığım trafik kazalarının, daha az tehlikeli bir şey olması mümkün değil. İnsan yaşamından tasarruf mu olur? En başta açıkladığımız işlevi yoksa eğer, bu tabelalar ne işe yarıyor Ankara’da? Niye en küçükleri bu kentte? Her kaçırdığımız sapak dolayısıyla harcadığımız yakıt ve zamanı hesaba katarsak nereden geliyor bu bolluk? Tasarrufuyla meşhur kentimizde yaşayanların kanıksadığı bu ciddi aksaklık, kanıksanınca çözülmüş mü kabul ediliyor?

Yön gösterdiği kadar, trafik güvenliğini de sağlayan bu tabelaları gören şahin gözler ve elektron zekalar, hangi ara evrim geçirdiler de biz geri kaldık?

Hiç yorum yok: