13 Eylül 2010 Pazartesi

ANKACAN ÇIKTI ORTAYA 2

11.09.2010 Milliyet-Ankara Eki

Yetkili önde, Ankacan arkada, en arkada ben, bindik otobüse. Doldukça doldu otobüs. Ailemle böyle yakınlaşmamıştım. Tanımadığım insanlarla samimiyetimi görse yüzüme bakmazlardı. Yetkili dayanamadı seslendi: “Şoför bey, doldu artık kardeşim, hareket etsenize!” Hemen aynaya döndüm. Şoför, aynadan sesin geldiği yere baktı, yanıt vermedi. Günde kaç kişiden duyuyordu bu sözleri. Bir de herkesin ne kadar uzun zamandır orada beklediğini biliyor, aslında iyilik yapıyordu. Ankacan’ın, sinsi sansar gülümsemesini gördüm. Ona uydum!

Kapı kapanınca tam konserve kutusuna tıkıştırılmış Gelibolu sardalyalarına döndük. Yetkili dışında kimsenin sesi çıkmıyordu. Ara ara sakince homurdanıyor ama kimseden karşılık alamıyordu. Sustu diğer durağa gelmeden. Ankacan, omzunun üzerinden bakış attı bana. Kafası tavana değecek gibiydi. “Anlaşılmıştır” demek için gözlerimi kısıp, hafifçe başımı büktüm.

Gittik gittik, kavga çıkmış bizi otobüsten atmışlar gibi üstümüz başımız dağınık, bir durakta indik. Kendimi dışarı attım ama merakım uyanık olmasa oracıkta ikisini bırakıp, Cinnah Caddesi’nden koşarak gazeteye kaçasım geldi. Merak, bilincimi açık tutuyordu. Basılmaktan, yetkilinin ayakkabı rengi değişmişti. Görenler, takım elbise giymiş meczup zanneder. Dikkat çekeceğimi fark edip, geride bir yere çekildim. Yine beklemeye başladık.

Bu kez 25 dakika sürdü beklememiz. Arada mesafe bırakarak 5-6 yolcu sonra bindim otobüse. Perişandık. Terleyecek sıvı kalmamıştı vücudumda. Yine Kızılay’a geldik ve indik otobüs görünümlü pide fırınından. İndiğimiz durakta yetkili, boş bakışlarla ufka bakınıyor, Ankacan, bir şeyler söylüyordu. Bu ilişkiye anlam veremiyor, kavrulmuş kafatasımla pes etmeye hazırlanıyordum. Sakarya Caddesi’ne doğru yürüdü ve bir pastaneye oturdular.

Yetkilinin beni görmeyeceği biçimde arkasına ama çok yakınlarına iliştim. Su, limonata ve çay söylediler. Papağan gibi aynısını tekrar ettim garsona. Ankacan, duymam için beklemişti ve sordu: “Nasıl?” Sessizce başını salladı yetkili. Şakülü kaymıştı adamın, dermansızdı. “Dediğim kadar var mıymış?” diye devam etti. Başını sallamaya devam etti yetkili. “Türkiye’nin başkentine yakışıyor mu bu? Dünyadaki gelişmeleri ilk duyan, ülkeyi idare eden adamların yaşadığı kente yakışıyor mu sizce?” Yetkili susuyor, dinliyordu. “Daha ulaşım sorununu çözememiş bir başkent, örnek kent olabilir mi? Böyle olması mı isteniyor yoksa?”

Çok okuduğu gibi, Ankara’ya hakim Ankacan. Yetkiliyle bir lokantada karşılaşmış, lavaboya kalktığında derdini anlatmış ve ikna etmiş. Ortada adam kaçırma falan yok, Amerikan filmi seyretmekten sulanmış beynimle senaryo yazıyormuşum. Lafları da kalıbı gibi oturaklı olan Ankacan’ın, ikna etmesine şaşırmadım. Yetkiliyi kucakta taşımasının nedenini, “Ağır adım yürüyünce, sana çok geç kalmayalım diye kucakladım adamı. Şaşırdı ama sonra ses etmedi” diye sırıtarak anlattı sonra. “İtiraz edilemeyesi bir kalıbın var” diyemedim!

Sorusuyla ben de öğrendim: “Yaşlı Kartı’yla otobüse binen yaşlıların, doktor ya da hastaneden, saat 11’den sonraya randevu almaya çalıştığından haberiniz var mıydı?” 60 yaş üstündekilere verilen Yaşlı Serbest Kartı, sabah 10 ile akşam 4 arasında geçerli de.

Ankacan, sordu, sustu da sustu yetkili.

Hiç yorum yok: