7 Eylül 2010 Salı

ANKACAN ÇIKTI ORTAYA

04.09.2010 Milliyet-Ankara Eki

Telefon çaldı, açtım. “Yarım saate Güven Park’ın oradaki Oran, Ayrancı otobüs duraklarına gel” dedi tanıyacak gibi olduğum ses. “Kimsiniz?” derken telefon kapandı. Uzak değil, gazetedeydim; yürümeyle 10 dakika.

135 yılın en sıcakları dedikleri, 40 derece gösterip, 50 derece hissedilen sıcakların kavurduğu, güneşin hiç düşmeyecekmiş gibi tepeye çakıldığı bir öğle saati. Geleli 5 dakika olmamış, genleşmeye başlamıştım. Güven Park’tan sarkan ağaç gölgelerini kolluyordum. İlk gelen otobüsle boşalan gölgeye attım kendimi, beklemeye başladım.

Bir beş dakika daha geçmişti ki uzaktan, telefondaki sesin sahibi göründü: Sıhhiye’den  görülebilir kalıbıyla Ankacan’dı bu(*). Felaketten adam kurtarmış gibi, kucağında takım elbise, kravatlı biriyle geliyordu. Fesat ihtimaller boşaldı zihnimden; “Eylem zamanı” falan diyordu, adam mı kaçırmış bu yoksa? Eyvahlar olsun!.. Adam, pek kaçırılıyormuş gibi de değildi ya. Kucakta, bir kolunu Ankacan’ın ensesine doğru dolamış, etrafa bakına bakına geliyorlardı. İndirdi adamı yere, eli ayağı tutuyordu maaşallah. Göz ucuyla taradı, beni gördü, beklemeye başladılar. Garip durum, ne oluyordu?

Güneşin alnında bekliyor, arasıra bir şeyler konuşuyor, beklemeye devam ediyorlardı. Otobüse bakar gibi yaklaştım yanlarına. Takım elbiseli adam, söyleniyordu: “Niye binmedik deminki otobüse?” Söylenmekten çok bilimsel bir soru edası vardı tonlamasında. “Bekle bekle, acele etme” dedi aynı tonlamaya benzer soğuklukla Ankacan. Bekledik!

10 dakika sonra ceket çıktı, kravat gevşedi. Birer su aldılar büfeden. “Helal olsun, dayanıklı adammış” dedim. Bir tişört vardı üzerimde, batıyordu sıcaktan. Boynundan sarkıtılmış tezgahı, sadece Gaziosmanpaşa ile Oran durakları arasında gidip gelen bir seyyar satıcı vardır. Gözleri görmez. Onbeşinci dakikada, 2 paket kağıt mendil aldılar ondan. Ben, çoktan kaçmıştım gölgeye. Terlemiyor, Japon çizgi film karakteri gibi zonklayarak çağlıyorduk adeta. Uzaktan Ankacan’ın “bekle bekle”lerini görüyor, duyuyordum.

Yarım saat sonra ikisi de pancar turşusuna dönmüş, adama mendil yetişmiyor, Ankacan, Ankara taşından yapılmış iguana heykeli sanki, kıpırtısız duruyordu. Yanımdaki oğlan, narkozun etkisi geçmeden salınmış hasta gibi baygın bakıyor, 70 yaşlarında bir teyze, başörtüsü düştü düşecek geri kaymış kaldırımda oturuyor, cehennemde kimse simit yemek istemiyor, simitçi, üstüne düşmüş gibi tezgahına yaslanıyordu. Delireceğim, ne bekliyorduk?

45 dakika sürdü bu bekleyiş. 1 litre su içmiştim, hiç tuvalete gitme ihtiyacı duymuyordum. Birden uzaktan görünen otobüsle Ankacan hareketlendi, göz ucuyla bana baktı. Otobüse binecekler! 45 dakika sıcakta bekletip, otobüsle adam mı kaçırıyordu? Nasıl bir eylemdi bu?

Asayiş şubenin baskınına katılıyorcasına hışımla fırladım yerimden; durak kalabalıklaşmıştı, bizimkilerin hemen arkasında yer tutmalıydım. O hışımla “Durun Polisss!” diye ünlemekten zor aldım kendimi. Terbiyesizliğime homurdananları, duymazdan gelip, tam Ankacan’ın arkasına durdum. Kapı açıldı, herkes yavaş yavaş binerken Ankacan’ın kulağına fısıldadım: “Ne oluyor, kim bu?” O da hafif yana doğru fısıldadı: “Bir yetkili.” Merak, panik ve hışımdan zamansız ve anlamsız soruyu sordum: “Nereden buldun bunu?”

Nereden buldun yasası haftaya çalışır.

(*) Ankacanla tanışmamız: http://aliinandim.blogspot.com/2010/08/ankacan.html

Hiç yorum yok: