25 Ekim 2010 Pazartesi

ANKACAN EMLAKÇI

22.10.2010 Milliyet-Ankara Gazetesi

Malum telefon. Açtım. Artık sesini tanıyorum.
- Yarın öğlen, bir buçuk gibi, Anafartalar Caddesi, şu numarada bekliyorum. Bakalım yerimi kolay bulabilecek misin? dedi.
- Bugün de gelebilirim.
- Yok yok, yarın dediğim saatte…
Önüne geçilmez bir gitme isteği duydum ama anlaşıldığı üzere oyun, ertesi gün sahne alacaktı.

Ertesi gün, sabredemedim, az erken çıktım. Atatürk Heykeli’nden Ulus Çarşısı’na dalıp, Hal Sokak’tan Anafartalar Caddesi’ne yürüdüm. Caddeye çıktım, çok yürümeden “kesin burası” diyeceğim iki tabela gördüm: Binanın birinci katında, yol tabelası gibi ok biçiminde iki tabela. İki binanın ortasına denk getirilmiş; bir binaya bakanda kocaman bir ‘GÜZEL’ yazısı, diğer binaya bakanda kocaman ‘ÇİRKİN’ yazısı okunabiliyordu. Yakından bakınca seçilmeyen  kısımlarında şöyle yazıyordu: Hesaplı ve GÜZEL mi? Hem pahalı hem ÇİRKİN mi? Ancak dibine kadar gelmeden ‘GÜZEL’ ve ‘ÇİRKİN’ dışındakiler okunmuyordu. Ortada ‘Seçici Emlak’ yazıyordu.

Karşı kaldırıma geçtim. ‘GÜZEL’in gösterdiği bina, Cumhuriyet ve Başkent’in ilk modern apartmanlarından biriydi. Dikkatli bakmayınca gözünüzü çelmeyen sadeliğin alçakgönüllülüğüne ama dikkat ettikçe gözünüzü alamadığınız mimari detaylara gömülüyordunuz. “Ufff çok güzelmiş ya.. hiç dikkat etmemişim.. teras katının güzelliğine bak!”

Diğer bina, dört duvar ve pencereden ibaret, hiçbir özelliği olmayan, kişiliksiz bir yapıydı. Eski ve ‘GÜZEL’ binadan biraz yüksek, duvarına yaslanarak “Gideceksin buralardan!” dercesine kafa tutuyordu sanki.

Emlakçı, “ÇİRKİN” binadaydı. Çıktım, çaldım kapıyı. Tam isabet!.. Ankacan, açtı kapıyı. Gülerek “hoş geldin” etti beni. “Şeytanın aklına gelmez” dedim. “Sen de az şeytan değilsin, ikiletmeden buldun” dedi. Hemen çay söyledi. Hal hatır sormaya kalmadan kapı çaldı. Oturduğu yerden kapıyı açan bir düğmeye bastı bizimki. Son sıcaklar, bitmemişti henüz. Kısa kol gömlekli, kravatsız, kumaş pantolonlu, kısa sayılacak boylu ve alnı açık, gerine gerine, 3 çocuk babası görünümlü biri girdi içeri. “Selamünaleyküm komşu” diyerek yaklaştı. Aleykümselam ettik.
- Sahibiyle görüşecektim ama…
- Benim.
- Aşağıdaki marketin müdürüyüm ben. Bir mevzu vardı.
- Buyurun.
- Ya bizim patron görmüş şu sizin tabelaları. “Sanki ‘ÇİRKİN’ diye bizi işaret ediyorlar gibi oluyor, rica ediver kaldırsınlar şunları” dedi.
- Reklamımız onlar bizim.
- Ya ne olacak, başka birşey yazarsınız. Parası neyse verir, biz yaptırırız yeni reklamınızı.
- Olmaz.

Duraksadı müdür. Ankacan, masanın arkasında, iri kalıbıyla anaokulu sırasına oturmuş yetişkin görüntüsü veriyordu. Ağzı ve gözleriyle etkili konuşabilen biriydi.
- Komşu “olmaz” diye bir şey yok. Takıntılı bizim patron, kafayı takar, kaldırtır.
- Sıkıyorsa kaldırtsın.

Arabalarda, üçüncü vitesten birinci vitese atınca motor bağırır ya, içeri üçüncü vitesle giren müdür, birinci vitese öyle hızlı ve sessiz attı ki “bu motor, sadece insanoğlunda olabilir ” dedirtti içimden. “Siz de ekmeğiniz peşindesiniz tabii. Bu biçimde ileteyim ben o zaman” dedi ve izin isteyip, çıktı. “Ankacan da Ankara Canavarı’nın kısaltması” desem merdivenlerden aşağı vitesi boşa alıp, yuvarlanarak inebilirdi!

“Bekle” dedi Ankacan. Yarım saat sonra telefon çaldı. Patron arıyordu. Dinledi dinledi dinledi, “Marketin çirkin, Ulus’a yakışmıyor, boşa arama bir daha pişman ederim seni” deyip kapattı.

3 hafta sonra yine çağırdı beni. Marketin ön cephesi, Ankara taşıyla yeniden yapılmış, içeriye eski eşyalar serpiştirilmişti. ‘Güzel’, ‘Çirkin’ tabelaları inmişti. Sırıtarak “Yürü, burada olmaz, Kale’de içelim çayı” dedi, çıktık.

Hiç yorum yok: