12 Ocak 2011 Çarşamba

ANKACAN’LA ANİ TOPLANDIK


11.01.2011 Milliyet-Ankara Gazetesi

Sakarya Caddesi’ndeki Tuna Sokak’la İzmir Caddesi’ni birleştiren üst geçite yürüyordum. “Gel gel, acil toplanmamız lazım” sesiyle hoplamam, koluma giren kalıplı şahsiyetin yanında çocuğu gibi kalıp, savrularak kendisine ayak uydurmaya çalışmam, “Ne.. merhab.. ne oluy…” diye eksik cümleler kurarak ifade zorluğu yaşamam aynı zamanda gerçekleşti. Ankara’nın Canavarı Ankacan, yine beklenmedik bir hamlesiyle en kalbime indirecek yeni bir buluşma tarzıyla karşımdaydı. Kolunda, garson peçetesi gibi taşıyarak ilk geçen taksiye bindirdi beni.

Kale’deyiz; Pirinçhan’daki kahvede. Hemen söyledi çayları. “Hayırdır, ne bu telaş, EXPO 2020’yi mi aldık?” dedim. Gülümserken kahveciye seslendi “Dilimle bir tabağa onları” dedi. Simitle kaşar geldi çayın yanına. Gözlerim parladı. Bu üçlü beni konuşturur!

Ben, simitle kaşara zıpkın gibi atılırken “Bankalar gidiyor mu sahiden?” diye söze girdi.
- Gitmiş bile.
- Nasıl gitmiş, yasa çıkmadı?
- Ziraat Bankası Genel Müdürlük Binası, Başbakanlığa devrediliyormuş. Üstelik 1 yıldır sürüyormuş bu görüşmeler. Önümüzdeki günlerde resmi devir gerçekleşecekmiş.
- Hiç haberimiz olmadı.
- Olsa da fark etmezmiş zaten.
- Niye?
- Bizim gazete bir aydır yazıyor, “Gitti, gidiyor bankalar” diye..
- Biliyorum.
- Ama Ankaralı’dan ses yok. Bu sessizlik, Merkez Bankası’nı da götürür. “Madem bu kadar memnunsunuz, onu da alalım, kafanız rahat etsin” diye düşünür kim olsa.

Yazıldığı gibi seri konuşmuyorduk tabii; simit ve kaşar lokmalarıyla boğulan sesim, çay yudumlarıyla kesiliyordu. Karşımda, simiti parmağına taksa yüzük sanılıp, fark edilmeyecek heybetiyle oturan Ankacan, yemeden içmeden soruyor, dinliyordu. Kaygılıydı.
- Ne oldu bu Ankaralılar’a?
- Ben de merak ediyorum. Ankaralı değil, paralı olmak geçerli desem ona da uymuyor. Ankara ekonomisini, 250 milyonla 400 milyon (trilyon) arası, hatırı sayılır bir para terk ediyor ve Ankaralı, sükunetle el sallıyor arkasından. Garip bir itidal!

Alnı kırıştı, düşünen adamın boş bakışlarıyla çevreyi dolaştı gözleri. Sorumlusunu bulacakmış gibi kahveyi taradı. “Yesene yahu, hepsini ben yedim. Simit, hem sıcak hem de çıtır çıtırmış. Kaşarla çay da 10 numara!” deyince tabağa uzandı. Çayı soğumuştu. Bir parça simitle kaşarı, ay çekirdeği gibi attı ağzına, bir yudumda içti çayı. Yutkunup, devam etti:
- Ankara Düğümünü Anlamak’ yazını okuyunca içime ateş düştü. Giden bankalar, ‘Ata’ya Saygı Alayı’nın iptal edilen yürüyüşü, devlet büyükleri olmadan geçen sönük kutlamalar, Ankara’dan kayan merkez… Kendi ağzından duymak istedim.
- Bunları birleştirince hayırlı bir sonuç çıkarabiliyorsan bana da söyle, beraber ferahlayalım.
- Varsa bile ikimiz de görecek durumda değiliz belliki.

İri yarı, kendine Ankara Canavarı diyen dağ gibi seymen, dizlerinin üzerine çökmüş, Kale burçlarından Ankara’ya ağlamaya hazırlanan çaresizlikti karşımda. Simitler, kaşarlar, çaylar boğazıma dizildi. Kalıbından çekinmesem şu soruyu kafasına bir kesme şeker atarak sorardım:
- Konuyla ilgili bir yetkili buluyordun, niye beni buldun bu sefer?
O boğa başı gibi yumruğuyla çehremi buluştursa bu kadar vurucu olurdu verdiği yanıt:
- Yetkililerin değil, artık milletin meselesi bu.

Yürü, Gramofoncu Ali’de taş plak dinleyip, şenlenelim, karamsarlık yakışmaz bize” dedim, Koyunpazarı Yokuşu’ndan, yukarı salındık.

Hiç yorum yok: